Afrika Boynuzu’ndan Kızıldeniz’e, Sudan’dan Hint Okyanusu’na uzanan hatta yaşanan gelişmeler, birbirinden kopuk krizler olarak değil; küresel ölçekte şekillenen çok katmanlı bir güç rekabetinin farklı cepheleri olarak okunmalıdır. Somaliland üzerinden atılan adımlar, Çin’in emtia piyasalarındaki hamleleri ve Sudan’daki iç savaş, günümüz jeopolitiğinin artık yalnızca askerî üsler ve bayraklar üzerinden değil; kaynaklar, ağlar ve dolaşım hatları üzerinden yürütüldüğünü göstermektedir.
İsrail’in Somaliland’e yönelik “tanıma” hamlesi, bu tablonun askerî ve güvenlik boyutunu en açık biçimde ortaya koymaktadır. Uluslararası hukuk açısından Somali’nin ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilen, ancak fiilen özerk bir yapı olarak hareket eden Somaliland ile kurulan askerî ve stratejik temaslar, İsrail’in Kızıldeniz–Babü’l Mendeb hattında kalıcı bir güvenlik derinliği oluşturma arayışının parçasıdır. Bu yaklaşım, İsrail’in güvenliği yalnızca kendi sınırları içinde değil; çevre deniz havzalarında kuracağı askerî ve lojistik kontrol alanları üzerinden tanımladığını göstermektedir.
Bu çerçevede Kızıldeniz, Babü’l Mendeb Boğazı ve Afrika Boynuzu İsrail açısından “uzak çevre” değil; doğrudan ön cephe derinliği anlamına gelmektedir. İsrail–ABD hattı, bu bölgede sert askerî güç, deniz hâkimiyeti ve fiilî kontrol üzerinden ilerleyen bir güvenlik mimarisi inşa etmeye çalışmaktadır. Somaliland hamlesinin temel hedefi de, İran’ın Husiler üzerinden Kızıldeniz ve Aden Körfezi’nde kurduğu asimetrik baskıyı sınırlamak ve Tahran’ın Hint Okyanusu’na uzanan lojistik ve siyasi damarını kesmektir.
Bu askerî güvenlik hattına karşılık, Çin–İran ekseni daha dolaylı fakat stratejik bir karşı duruş geliştirmektedir. Çin’in son dönemde emtia piyasalarında, özellikle stratejik metaller (Gümüş) üzerinde attığı adımlar, yalnızca ekonomik düzenlemeler olarak değil; ABD merkezli küresel finans ve ticaret düzenine yönelik jeoekonomik hamleler olarak değerlendirilmelidir. Stratejik emtialar üzerindeki arz ve fiyatlama mekanizmalarına nüfuz eden Çin, askerî üsler kurmadan da küresel güç dengelerini etkileyebileceğini göstermektedir. Çin–İran hattı bu yönüyle güvenliği doğrudan askerî yayılma yerine, enerji, ticaret ve asimetrik baskı araçları üzerinden tanımlamaktadır.
Bu iki ana hattın yanında, daha az görünür fakat sahadaki etkisi son derece yüksek üçüncü bir eksen daha bulunmaktadır: Birleşik Arap Emirlikleri–İngiltere hattı. Bu hattın temel aracı askerî güç değil; limanlar, finansal ağlar, sözleşmeler ve yüksek likiditeye sahip yeraltı kaynaklarıdır. Sudan’daki iç savaş bu stratejinin en çıplak biçimde görüldüğü alanlardan biridir. Sudan’ın altın bölgeleri etrafında yoğunlaşan çatışmalar, Hızlı Destek Kuvvetleri’nin sahadaki rolü ve altının Körfez merkezli finansal ağlar üzerinden küresel piyasalara aktarılması, devlet inşasından ziyade kaynak akışını kontrol etmeye dayalı bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Bu akışın nihai olarak Londra merkezli emtia ve finans mekanizmalarıyla, özellikle Londra Metal Borsası gibi küresel fiyatlama merkezleriyle kesişmesi, İngiltere’nin bu hatta neden askerî değil finansal bir aktör olarak konumlandığını da açıklamaktadır. Sudan bu yönüyle Afrika Boynuzu’ndan Kızıldeniz’e uzanan jeoekonomik rekabetin kara üzerindeki en kırılgan halkasını oluşturmaktadır.
Türkiye’nin stratejik konumu ise bu üç hattın hiçbirine doğrudan eklemlenmeyen, hatta onların ürettiği boşlukları farklı bir yöntemle dolduran bir düzlemde şekillenmektedir. Türkiye, İsrail–ABD hattının askerî merkezli güvenlik anlayışına, Çin–İran ekseninin emtia ve asimetri temelli yayılımına ve BAE–İngiltere hattının finansal ağlar üzerinden işleyen kontrol modeline mesafeli durmaktadır. Ancak bu mesafe, sahadan çekilme anlamına gelmemektedir.
Türkiye’nin Afrika Boynuzu, Somali ve Kızıldeniz havzasındaki varlığı çoğu zaman normatif diplomasi veya yumuşak güç başlıkları altında ele alınmaktadır. Oysa sahadaki pratikler, bu çerçevenin ötesinde fiilî bir düzen kurma iradesine işaret etmektedir. Türkiye, Somali başta olmak üzere bölgede yalnızca insani yardım faaliyetleri yürütmemiş; yerel orduların eğitimini üstlenmiş, savunma kapasitesini artırmaya yönelik insansız hava araçları ve zırhlı sistemler tedarik etmiş ve bu sistemlerin sürdürülebilir kullanımına yönelik kurumsal eğitimler vermiştir. Bu yaklaşım, doğrudan askerî hâkimiyet kurmak yerine, yerel aktörlerin kendi güvenliklerini sağlayabilecekleri bir mimari inşa etmeyi hedeflemektedir.
Türkiye’nin Afrika’daki yaklaşımı, kaynaklara el koyma, limanları askerîleştirme ya da vekil aktörler üzerinden çatışma üretme stratejilerinden bilinçli bir kopuşu temsil etmektedir. Açılan su kuyuları, sağlık altyapısına yönelik yatırımlar ve eğitim programları yalnızca insani yardım faaliyetleri değil; devlet kapasitesini ayakta tutan altyapı unsurlarıdır. Türkiye’nin tercih ettiği model, kısa vadeli çıkarlar yerine sahada geri döndürülmesi maliyetli toplumsal ve kurumsal bağlar kurmaya yöneliktir. Bu bağlar, askerî üslerden daha az görünür olmakla birlikte, uzun vadede çok daha bağlayıcı bir etki alanı üretmektedir.
Bu çerçevede Türk Devletleri Teşkilatı’nın önemi yalnızca Türk dünyasıyla sınırlı bir yapı olmasından değil; sunduğu yönetişim modelinin farklı bölgelere uyarlanabilirliğinden kaynaklanmaktadır. Egemenliği aşındırmayan, askerî bloklaşmaya dayanmayan ve yatay kurumsallaşmayı önceleyen bu model, Afrika ve Orta Doğu’da dış müdahale yorgunluğu yaşayan devletler tarafından dikkatle izlenmektedir. Türkiye bu yönüyle belirli bir coğrafyayı kontrol etmeye çalışan bir aktör değil; farklı bölgelerde uygulanabilir bir düzen mantığı sunan bir ara mimari olarak konumlanmaktadır.
Dolayısıyla İsrail, Çin, İran, BAE ve İngiltere’nin sahada yürüttüğü askerî, asimetrik ya da finansal güç mücadeleleri karşısında Türkiye aynı oyunu oynamamaktadır. Türkiye’nin hedefi denizlere hâkim olmak ya da yeraltı kaynaklarını kontrol etmek değil; Karadeniz’den Orta Asya’ya, Balkanlar’dan Afrika’ya uzanan geniş bir Afro-Avrasya havzasında ilişki sürekliliği, kurumsal dayanıklılık ve meşruiyet üretmektir.
Elbette bu stratejinin sınırları vardır. Türkiye’nin yaşadığı ekonomik sorunlar ve kurumsal aşınmalar, bu ağ-temelli mimarinin kırılgan yönlerini oluşturmaktadır. Ancak bu yaklaşım, yüksek maliyetli askerî hâkimiyet projelerine dayanmadığı için bugüne kadar ayakta kalabilmiştir. Türkiye, sert güçle doğrudan rekabete zorlanmadığı sürece kendi oyununu oynayabilmekte; sahayı işgal etmeden dolduran bir aktör olarak varlığını sürdürebilmektedir.
Sonuç olarak Somaliland, küresel rekabetin artık yalnızca bayraklar ve üsler üzerinden değil; kaynaklar, finansal akışlar ve ilişki ağları üzerinden yürütüldüğünü göstermektedir. Türkiye’nin Afro-Avrasya stratejisi bu çok katmanlı rekabete askerî bir blokla değil; sahayı sessizce dolduran, geri döndürülmesi maliyetli bir düzen inşa eden ara mimariyle cevap verme çabasıdır. Türkiye bu tabloda kusursuz bir aktör olduğu için değil; hâlâ kendi yöntemleriyle oyunun akışını etkileyebildiği için kurucu bir özne olarak konumlanmaktadır.
Yazar Hakkında
Doç. Dr. Hakan Arıdemir, Kütahya Dumlupınar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir. Uluslararası Hukuk, Bölgesel Deniz Jeopolitiği Meseleleri ve Uluslararası Deniz Hukuku alanında çalışmalarını sürdürmektedir. Afro-Avrasya Araştırmaları Enstitüsü’nün kurucu başkanı olan Doç. Dr. Arıdemir, ulusal ve uluslararası düzeyde birçok akademik projeye, çalıştaya ve yayın faaliyetlerine öncülük etmektedir. Türkiye’nin Afro-Avrasya vizyonu ve Türk dünyası stratejileri üzerine analizler üretmektedir.


