29.4 C
İstanbul
Salı, Ağustos 12, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 61

ISSD ile akıllı trafik çözümleri

Yazı dizimizde bu sayısında akıllı şehir yolculuğunun paydaşlarından, akıllı trafik sistemleri konusunda uzman, Ülkemizde ilk üç firmadan biri olan ISSD’yi paylaşalım istedik. Ve yeni normalde de güvenli hayatlarımızın günlük döngüsünde olmaya devam edecek bu yapıyı, firmayı mercek altına aldık.

ISSD Akıllı Şehir Yolculuğu

2009 yılında kurulan ISSD, sistem tasarımı ve entegrasyonu, sayısal sinyal işleme, yazılım geliştirme ve elektronik tasarım konularında faaliyet göstermekte, ihtiyaç duyulan sayısal devrelerin tasarımı ve uygulamaya özel algoritmaların geliştirilmesi ile başlayan ve geliştirilen her nevi yazılımın gömülü platforma aktarılması ile sona eren sürecin tamamı ISSD bünyesinde gerçeklenebilmekte.

Halen ODTÜ Teknokent’teki ofislerinde faaliyetlerine devam eden ISSD, Trafik Yönetimi ve Trafik Denetimi konularında çözüm üreterek ürünler geliştirmekte; Trafik Yönetim Sistemleri içerisinde yer alan ISSD tarafından geliştirilen Dinamik Kavşak Yönetim Sistemi, CHAOS trafikte geçirilen süreyi en aza indirerek yakıt tüketimini ve çevre kirliliğini %30 oranında azaltmakta, sinyalize kavşaklarda kavşak kontrol cihazlarına entegre edilerek yeşil ışık sürelerini araç yoğunluğuna göre anlık optimize etmektedir sistem, Araç Sayım Kamerası (VIERO) ve Dinamik Kavşak Kontrol Ünitesi (CENTRIS) olmak üzere iki alt sistemden oluşmaktadır.

VIERO, kavşak kollarındaki araçların görüntü işleme teknikleri ile gerçek zamanlı sayımını yaparak araç yoğunlauk verisi elde etmektedir. Araç yoğunluk verisi, kavşak kontrol cihazı içerisine harici olarak yerleştirilen ve bu cihaza komuta ederek kavşak yönetimini sağlayan CENTRIS’e aktarılmaktadır.

CHAOS ile kavşaklarda ve kavşaklar arasındaki yol kesimlerinde trafik daha akıcı hale gelmekte ve ayrıca, sistemin ürettiği güvenli süreler ile kırmızı ışık ihlallerinde ve trafik kazalarında azalma sağlanmaktadır.

Birbiriyle Haberleşebilen CHAOS Sistemleri ile Sinyal Koordinasyonu

Dinamik kavşak yönetimi ile bir kavşakta sağlanan fayda, sistemin ardışık kavşaklarda da uygulanması ile artmaktadır. CHAOS sisteminin diğer bir CHAOS sistemi ile haberleşebilme özelliği, ardışık kavşaklar arasında sinyal koordinasyonunu mümkün kılmaktadır. Bir kavşaktan çıkan araçların ne kadarının kaç saniye sonra diğer kavşağa ulaşacağı bilgisi kullanılarak, CHAOS sisteminin lokal kavşak yönetimi yerine birden fazla kavşakta sinyal koordinasyonu gerçekleştirecek şekilde çalışması sağlanmaktadır. Böylece, bir kavşaktan çıkan araçların diğer kavşaktan, kırmızı ışıkta hiç beklemeden ya da daha kısa süre bekleyerek geçmesi mümkün olmaktadır.

Öncelikli Araç Geçişi

CHAOS sistemi dahilinde yer alan Öncelikli Araç Geçiş Modülü sayesinde, kavşağa yaklaşmakta olan ambulans ve itfaiye araçlarına geçiş önceliği verilmesi mümkün hale gelmektedir. Sistem, öncelikli geçişi istenen araca yerleştirilen veya önceden yerleştirilmiş olan GPS modülü ile konum bilgisi almaktadır. METİS üzerinde çalışan öncelikli geçiş algoritması bu konum bilgisini kullanarak kavşağa yaklaşmakta olan taşıtların yönünü belirlemekte ve anlık olarak kavşaktaki sinyal düzenini CENTRIS yardımı ile değiştirmektedir. Böylece, ambulans ve itfaiye araçlarının kavşaklardan geçişi esnasında yaşanan karmaşa en aza indirilmekte ve olası kazalar önlenmektedir.

Dinamik Kavşak Yönetim Sistemi; Konya, Diyarbakır, Şanlıurfa, Malatya, Mersin, Ankara, Adana, Erzurum, Karaman, Afyonkarahisar, Nevşehir, Çanakkale, Çorum, Antalya Karayolları 9.Bölge Müdürlüğü’ndeki ve daha birçok ilin kavşaklarında kullanılmakta ve bunların haricinde farklı şehirlerde yapılan demo çalışmaları vardır. Türkiye genelinde 750-800 noktada sistemler çalışır durumdadır. Uluslararası pazarda ise Hindistan, Ras-Al Khaimah, Bahreyn, Katar, Kazakistan, Azerbaycan ve Kırgızistan’da sistemler bulunmaktadır. Ayrıca Nijerya Lagos’ta 40 kavşağa 18 ay içerisinde Dinamik Kavşak Yönetim Sistemi, CHAOS kurulumu gerçekleştirilecek, CHAOS sistemi içerisinde yer alan Araç Sayım Kameraları, Lagos’da seçilen kavşaklardaki her bir yöne monte edilerek araç yoğunluğunu ölçecek ve kameralar tarafından elde edilen veriler kavşak kontrol cihazı içerisine yerleştirilen ve yine CHAOS’un bileşeni olan CENTRIS’e aktarılarak, CENTRIS üzerinde kameradan gelen anlık veriler analiz edilerek trafik ışıklarının optimizasyonu sağlanacaktır.

Proje ile ilgili ilk çalışmalara Nisan ayının ilk haftası başlanmış olup, tek kavşak için alt yapı çalışmaları, montajı ve devreye alınması mayıs sonuna kadar tamamlanacak. Haziran ayında 3 kavşak için ve sonrasında da kalan 36 kavşak için çalışmalar devam edecek.

Sistem sayesinde, yeşil süreler, anlık olarak araç yoğunluğuna göre talep arttıkça uzamakta, talep azaldıkça kısalmakta, sonucunda da kavşak dinamik/değişken süreler ile yönetilmektedir.

ISSD tarafından geliştirilen ve üretilen;

• Otoyol Plaka Tanıma Sistemi,

• Kırmızı Işık İhlal Tespit Sistemi,

• Koridor Hızı İhlal Tespit Sistemi,

• Park İhlal Tespit Sistemi trafik denetiminin temel öğeleridir.

ISSD Elektronik Denetleme Sistemleri, Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından kullanılan POLNET sistemine entegre olarak 7/24 her türlü hava koşulunda %95 doğruluk oranıyla çalışmaktadır.

Plaka Tanıma Sistemi POINTR ise, araç plakalarını 7/24 her türlü hava koşulunda tespit edebilmekte ve sistem sayesinde elde edilen veriler kablolu ya da kablosuz olarak istenilen uzak bir merkeze aktarılabilmektedir. POINTR ile birlikte Kırmızı Işık İhlal Tespiti, Park İhlal Tespiti, Koridor Hızı İhlal Tespiti de sunulan diğer çözümler arasındadır.

SONUÇ:

Akıllı şehir olan/olma yolundaki bütün şehirlerimizin insan hayatını kolaylaştırıcı unsurları göz önünde bulundurarak ulaşım sorunlarını çözebilmek için yenilikçi ve teknoloji odaklı, akıllı şehir yeteneklerini geliştiren en etkin teknolojileri kullanan geleceğin ulaşım modellerine uygun olacak çalışmalar içerisinde olmaları akıllı şehir yolculuklarında vazgeçilmez olmalıdır.

Tüpraş, Türkiye’nin enerji ihtiyacını karşılıyor

Türkiye’nin lider sanayi kuruluşu Tüpraş, 2020 yılının ikinci çeyreğine ilişkin finansal sonuçlarını açıkladı. Yılın ikinci çeyreğinde toplam 4,9 milyon ton üretim ve 5,3 milyon ton satış gerçekleştiren Tüpraş’ın yılın ilk yarısındaki yatırımları ise toplam 450 milyon TL’ye ulaştı.

Tüpraş, dünyayı etkisi altına alan Covid-19 salgınını önlemeye yönelik karantina tedbirlerinin sürdüğü yılın ikinci çeyreğinde de verimlilik odaklı üretim anlayışı güçlü ve disiplinli finansman politikalarıyla Türkiye’nin enerji ihtiyacını kesintisiz karşılamaya devam etti. 2020 yılının ikinci çeyreğinde %69,5’lik kapasite kullanımıyla 4,9 milyon ton üretim yapan Tüpraş, 4,1 milyon tonu yurt içinde olmak üzere, toplam 5,3 milyon ton ürün satışı gerçekleştirdi.

Salgın nedeniyle yurtiçinde ve yurtdışında yaşanan talep daralması yılın ikinci üç aylık döneminde de etkisini sürdürdü. En büyük etki, küresel havacılık faaliyetlerinin durma noktasına gelmesiyle birlikte jet yakıtı talebinde gözlemlenirken; söz konusu dönemde dünya nüfusunun yarısından fazlasını kapsayan sokağa çıkma ve seyahat etme kısıtlamaları nedeniyle karayolu yakıtlarına olan talep de zayıflamadan payını aldı.

Yüksek seviyelere ulaşan ürün stokları ise özellikle Nisan ve Mayıs aylarında ürün marjlarının üzerinde önemli baskı oluşturdu. Haziran ayından itibaren, salgına yönelik önlemlerin hafifletilmeye başlanması ve ekonomilerin yeniden açılma sürecine girmesi ile talep tarafında görülen canlanma sinyalleri neticesinde ürün marjlarının tekrar yükselme trendine girdiği gözlemlendi.

Mart ayını 18 $/v seviyesinde kapatan brentham petrol fiyatı Nisan ayında zayıf seyrini sürdürürken günlük olarak son 20 yılın en düşük seviyesi olan 13 $/v seviyesine kadar geriledi. Brentham petrol fiyatı, Mayıs ayından itibaren hem salgın ile mücadele konusunda artan iyimserlik hem de OPEC üyeleri ve diğer ham petrol üreticilerinin uyguladığı arz kısıtları sayesinde toparlama eğilimine girerek Haziran sonunda 42 $/v düzeyine ulaştı. 

Talebin Toparlanmaya Başlamasıyla İzmir Rafinerisi Üretime Geri Döndü

Covid-19 salgınına bağlı olarak talepte meydana gelen azalışın olumsuz etkilerini en aza indirmek amacıyla, 5 Mayıs’ta üretime ara veren Tüpraş İzmir Rafinerisi, talepte görülen toparlama işaretleriyle beraber öngörüldüğü gibi 1 Temmuz itibarıyla kademeli olarak üretime geri döndü. Bu dönemde özellikle jet yakıtı talebinin daha fazla etkilenmesi sebebiyle, üretim optimizasyonu uygulanarak jet yakıtı üretim oranları düşürüldü.

Tüpraş 2020 yılının ikinci çeyreğinde%69,5’lik kapasite kullanımıyla 4,9 milyon ton üretim yaparken, 4,1 milyon tonu yurt içinde olmak üzere, toplam 5,3 milyon ton ürün satışı gerçekleştirdi. Talep düşüşüyle azalan satışların ve düşen fiyatların neticesinde Tüpraş’ın 2020 yılı ikinci çeyrek cirosu 9,3milyar TL oldu. Tüpraş, Covid-19 tedbirlerinin akaryakıt ürün talebi üzerinde oluşturduğu olumsuz etkiler ve ürün marjlarında görülen zayıflamanın sonucunda, 2020’nin ikinci çeyreğinde 185milyon TL net zarar kaydetti. Tüpraş, yürüttüğü etkin finansman politikalarıyla içinde bulunduğumuz dalgalı dönemde güçlü bilançosunu korudu. Şirket nitelikli insan kaynağı ve küresel rekabet gücü ile hissedarları, iş ortakları ve Türkiye için katma değer oluşturmaya devam ediyor.

Tüpraş, emniyetli işletme anlayışı ile Türkiye’nin akaryakıt ihtiyacı karşılamaya devam ediyor. Salgının ilk günlerinden bu yana, Dünya Sağlık Örgütü ve T.C. Sağlık Bakanlığı başta olmak üzere tüm yetkili mercilerin güncel öneri ve direktifleri doğrultusunda gerekli önlemleri ve Koç Holding Kriz Merkezi’nin yönlendirmelerini dikkate almış olan Tüpraş; Türkiye’nin akaryakıt ihtiyacını karşılama görevini, hiçbir aksaklığa izin vermeden başarıyla yerine getirirken emniyetli üretim önceliğini koruyor.

Türkiye’nin enerji ihtiyacının karşılanması konusunda stratejik öneminin bilincinde olan Tüpraş, 2020 yılının ikinci çeyreğinde de modernizasyon ve enerji verimliliği konularında projelerini sürdürerek, yılın ilk yarısında toplam 450milyon TL yatırım harcaması gerçekleştirdi.

Avrupa’nın enerjisi bitiyor mu?

Koronavirüs bize bir öğretmen gibi olmasa da bir cani edasıyla çok şeyler öğretti. Çok kısa bir zamanda sevenleri birbirinden ayırdı. Ekonomiyi sarstı, sosyal yaşamı ters düz etti. Ama bize hayatın ne kadar kıymetli, dışarı çıkmanın ne denli güzel bir aktivite, sevdiklerimize sarılmanın çok kıymetli olduğunu öğretti. Öğretirken ise korku dolu mesajları canlı canlı insanları öldürerek verdi.

Korkuyor muyuz?

Korkuyor gibi mi yapıyoruz?

Yoksa korkmak ya da korkmamak arasında gidip geliyor muyuz?

Bilemiyorum…

Ama dünyaya diz çöktüren Covid 19’un Avrupa ülkesi Belçika’da ikinci dalga şeklinde başlayarak panik havası yarattığı gerçeğinin hepimiz farkındayız. Nüfusuna oranla en fazla ölümün yaşandığı ülkelerin arasında olan Belçika’da korkulan oldu ve virüs daha başka canlar yakmak adına kaldığı yerden devam edeceğinin sinyalini verdi.

Avrupa’nın havasını soluyan bir medya mensubu olarak burada yaşayan herkes gibi bizlerde çok endişeliyiz. Türkiye’de uzun zamandır uygulanan maske takma zorunluluğu maalesef ikinci dalganın ardından burada zorunlu hale getirildi.

Geçtiğimiz ay bir dizi görüşmeler yapmak adına gittiğim Türkiye’de sağlık sektöründe alınan tedbirleri ve kriz yönetimini yakından izleme ve yorumlama fırsatı yakaladım. Dünyaya örnek çalışmalarıyla ülkemde gerçekleşen pandemi tedbirlerini Belçikalı dostlarıma her fırsatta gururla anlatıyorum.

Burada herkes tedbirlerin geç alınmasından dolayı yöneticilerden şikayetçiler ve Türkiye’de yapılanları anlattığımda çok şaşırıyorlar.

Kısaca burada herkes kaderine terk edilmiş…

Burada herkesim kendi tedbirini kendisi almak zorunda bırakılmış…

Belçika’nın Başbakanı Sophie Wilmes Brüksel’de toplanan Ulusal Güvenlik Konseyi’nin ardından düzenlenen basın toplantısında ülkede alınan ikinci dalga önlemlerini açıkladı. Gazeteci meslektaşlarım kendisini soru bombardımanına tutmuş. Vaka sayılarında artışı, ölü sayılarındaki yükselişi ve alınan tedbirleri tek tek aktarmış.

Şunu açıkça belirtmek isterim ki; Belçika pandemi sürecinde sınıfta kalmıştır ve bütünleme sınavlarında daha önce yapılması gerekenleri icra ederek telafi etmek için şu an büyük çaba harcamaktadır.

Geçte olsa gelen önlemleri gerekli buluyoruz. Kurallara uymayanlara 95 avrodan 6 bin avroya kadar para cezası veriliyor.

Bazı vatandaşlar bu ceza uygulamasının devlet ekonomisine katkı olarak devreye alındığını belirtirken, sebebi ne olursa olsun virüse karşı alınan her tedbirin faydalı olacağını düşünenlerin sayısı bir hayli çoktur.

Bence en öncelik sağlıktır…

İlk olarak insan önceliktir, sonra ise ekonomi…

En önceliğimiz ise sosyal mesafe, maske ve temizlik olmalıdır…

Hepinize sağlıklı yarınlar ve enerjinizin sürekli olmasını dilerim.

Enerjide dışa bağımlılığımız azalacak

Prof. Dr. Biresselioğlu, “Karadeniz’de bulunan 320 milyar metreküp doğal gaz rezervi Türkiye için oldukça önemli bir ekonomik fırsat oluşturacaktır. Bulunduğu ifade edilen doğal gaz rezervi ile Türkiye dışa bağımlılığını azaltabilir.” dedi.

İzmir Ekonomi Üniversitesi Sürdürülebilir Enerji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Efe Biresselioğlu, Zonguldak açıklarındaki Sakarya Gaz Sahası’nda 320 milyar metreküplük doğal gaz keşfine ilişkin yaptığı değerlendirmede, 2019’da Türkiye’nin yıllık doğal gaz tüketiminin 44,9 milyar metreküp olarak gerçekleştiğini ve kullanılan doğal gazın yaklaşık yüzde 99’luk kısmının ithal edildiğini anımsattı.

Türkiye’nin toplam enerji ithalatının 41 milyar doların üzerinde olduğu göz önüne alındığında ithal edilen doğal gazın bu ithalat faturasının önemli bir kısmını oluşturduğunu ifade eden Biresselioğlu, “Bu yüksek ithalat faturası ve dışa bağımlılık, 2017 yılında yürürlüğe alınan Türkiye’nin milli enerji ve maden politikasının çıkış noktalarıdır. İlgili politika kapsamında, Yavuz, Fatih ve Kanuni isimli 3 sondaj gemisi ile Barbaros Hayrettin Paşa ve Oruç Reis isimli 2 sismik gemiyi içeren milli filo ile yürütülen Karadeniz ve Doğu Akdeniz petrol ve doğal gaz aramalarının ilk sonucu alındı. Bu doğrultuda, Karadeniz’de bulunan 320 milyar metreküp doğalgaz rezervi Türkiye için oldukça önemli bir ekonomik fırsat oluşturabilecektir. Türkiye’nin mevcut doğal gaz tüketimi ve üretimi karşılaştırıldığında fark çok büyük iken Karadeniz’de bulunduğu ifade edilen doğal gaz rezervi ile Türkiye dışa bağımlılığını azaltabilir ve ekonomik anlamda güçlenebilir.” değerlendirmesinde bulundu. Biresselioğlu, bu bağlamda bu keşfin Türkiye’nin enerji güvenliğinin arttırılmasına, doğal gazdaki ithalat bağımlılığının azaltılmasına ve cari açık seviyesinin düşürülmesine kritik katkılar sunacağını vurgulayarak, şunları söyledi:

“Her ne kadar gazın çıkarılması için büyük bir yatırım ve orta vadeli bir süre gerekse de bu keşif Türkiye için oldukça önemli olabilir. Bu noktada, Türkiye’nin yasal çerçeve ve piyasa yapılanmasını içeren ve yatırımcı dostu stratejileri daha da geliştirerek ve iyileştirerek devam ettirmesi oldukça önemli bir unsur olacaktır. Bu hususun yanı sıra, rekabetçi bir vergi rejimi, serbest bir pazar ve istikrarlı bir siyasi yapı ile Türkiye’nin Karadeniz’deki doğalgaz kaynaklarını geliştirme yönünde önemli bir sıkıntı yaşamayacağı öngörülebilir. Bu bağlamda gerçekleştirilecek olacak uluslararası iş birlikleri uluslararası konjonktürde, Türkiye’nin enerji alanındaki konumu güçlendirebilir ve aktif dış politikasına katkıda bulunabilir.”

“Romanya uyguladığı ihracat kısıtlamaları ve yüksek vergiler sebebiyle gaz çıkarmada yetersiz kaldı”

Karadeniz’de doğal gaz kaynaklarının geliştirilmesinin çok maliyetli olduğuna dair algının birincil nedeninin bu alanlardaki kaynakları geliştirmek ve işletebilmek için yapılması gerekli olan yatırımlarla ilgili olduğunu vurgulayan Biresselioğlu, bunun için öncelikle Deniz Hukuku’nda yapısal değişiklik ve düzenlemelerin yapılması, yatırım dostu bir yasal çerçevenin oluşturulması gerektiğini kaydetti. Biresselioğlu, bu bağlamda yasal çerçevenin elverişli hale gelmesi ve istikrarın korunması gerektiğine işaret ederek, Romanya örneğinde bu konuda aksamalar olduğunu aktardı. Bir diğer boyutun ise genelde enerji piyasasında ve özelde doğal gaz piyasasında liberalleşmenin önünün açılması olduğunu belirten Biresselioğlu, şöyle devam etti:

“Doğal gaz piyasasının bu kapsamdaki özellikleri, fiyat sınırlamaları, vergi politikaları, ihracat kısıtlamalarından oluşan operasyonel çerçeve, potansiyel yatırımcıların deniz aşırı projelere olan ilgisini ve yatırım iştahını belirleyen önemli unsurlar. Romanya’nın uyguladığı ihracat kısıtlamaları ve yüksek vergiler sebebiyle ülke Karadeniz gazını çıkarma konusunda yetersiz kaldı. Bilindiği üzere, Ocak ayında, Exxon Mobil, Romanya’nın OMV Petrom ile ortaklaşa yürüttüğü uzun süredir durmuş olan Neptun Deepoffshore projesinden çıkma kararını doğruladı. Petrom ise, Nisan ayında projeye bağlılığını sürdürdüğünü, ancak özel sermaye şirketi Carlyle Group LP tarafından kontrol edilen daha küçük Karadeniz Petrol ve Gaz projesinde olduğu gibi vergi değişikliklerine ihtiyaç duyduğunu söyledi. Romanya’nın, Karadeniz’deki açık deniz alanlarından doğal kaynaklarına uyguladığı vergi yüzde 15 ile yüzde 50 arasında değişiyordu. Buna ek olarak, üretim değerinin yüzde 3 ile yüzde 13,5’i oranında bir telif ücreti söz konusuydu. Bu ağır vergi ve telif uygulamasının arkasında, hükümetin bu alanlardan elde edilecek gelirden kısa vadede yüksek bir pay alma ve bu sayede ekonomik görünümü iyileştirme isteği yatıyordu.”

Doğu Akdeniz siyaset üstü bir meseledir

Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) Genel Koordinatörü Burhanettin Duran:

Doğu Akdeniz siyaset üstü bir meseledir

SETA Genel Koordinatörü Duran, “Doğu Akdeniz’deki haklarımız, bizim için Türkiye’nin önümüzdeki sadece onlu yıllar değil, yüzyıllar açısından da çok kritik bir dönem. Burada iktidarıyla muhalefetiyle ortak bir siyaset yürütmemiz lazım.” dedi.

Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) Genel Koordinatörü Burhanettin Duran, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki haklarının önemine işaret ederek, “Burada iktidarıyla muhalefetiyle ortak bir siyaset yürütmemiz lazım. Çünkü bu statüko bir kere oluştuğunda biz Ege ile Doğu Akdeniz’in birleştiği ve Türkiye’nin Antalya Körfezi’ne sıkıştığı bir ortamda, Akdeniz’de çok büyük bir kayba uğrarız. Bunun için bütün partilerin milletçe dayanışma içerisinde tepki vermesi gerekiyor.” dedi. Duran, yaptığı açıklamada, Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’e kıyısı bulunan ülkelerin bir araya gelerek hem deniz yetki alanları hem de bu alanlarda çıkacak hidrokarbonların paylaşımının hakkaniyetli şekilde yapılmasını arzuladığını söyledi.  Türkiye’nin bu isteği karşısında yürüttüğü diplomasi çalışmalarına başta Yunanistan olmak üzere bazı ülkelerin gerginlik oluşturan tavırla karşılık verdiğini belirten Duran, bunun sebeplerini değerlendirdi.

Libya’da Türkiye’nin karşısında bulunan ve Doğu Akdeniz’de Yunanistan’ı teşvik eden Fransa’nın eski kolonyal bir ülke olduğunu vurgulayan Duran, Fransa’nın Türkiye’nin Afrika’da artan etkisinden rahatsızlık duyduğunu dile getirdi. “Fransa, bir anlamda oralardaki etkisinin sınırlanmasını istemiyor.” diyen Duran, ticari çıkarları başta olmak üzere bu ülkelerle daha hakkaniyetli bir birliktelik ve iş birliğini önceleyen Türkiye’nin Fransa’nın statükosunu bozduğunu anlattı.

Fransa’nın Türkiye ile güç rekabetine girdiğini aktaran Duran, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un da iç politikada başarı elde edemeyince dış politikada şov yapmaya çalıştığını aktardı. Macron’un, Avrupa Birliğinin (AB) ortak dış ve güvenlik politikaları ile uzun vadeli büyük stratejisinin olmasını engelleyen bir konumda olduğuna işaret eden Duran, Alman Şansölyesi Angela Merkel’in bunun farkında olduğunu düşündüğünü ifade etti. Duran, “Merkel’in çabası AB dönem başkanlığında Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerini toparlamak ve Yunanistan’la olan meseleyi hiç olmazsa ikili istikşafi görüşmeler sırasında gerilimi azaltan bir yere getirebilmek. Ancak son olaylar bunun pek de kolay olmadığını gösterdi. Yine buna dair birtakım girişimler olmaya devam edecektir.” dedi.

“Bu gerçekten Erdoğan ve AK Parti meselesi değil, Türkiye’nin geleceği meselesi”

Batı medyasının Doğu Akdeniz’deki konumu gereği Türkiye’ye yönelik algı oluşturmaya çalıştığına dikkati çeken Duran, şunları kaydetti: “Bu algı Türkiye’nin kendisine dayatılan konuları kabul etmeyen bir aktör olmasıyla alakalı. Başkalarının hakkını çiğneme gibi bir durum söz konusu değil. Cumhurbaşkanı’nın çağrısı açık, ‘Gelin bir araya oturalım, hakkaniyetli bir çözüm bulalım.’ Bundan daha iyi bir çağrı olabilir mi? Fakat siz eğer Türkiye’nin 2 kilometre uzaklığındaki Meis Adası’nın da kıta sahanlığı olduğunu iddia ederek bir harita hazırlar ya da diğer adaların kıta sahanlığından yola çıkarak Türkiye’yi Antalya körfezine sıkıştırmaya çalışırsanız, Akdeniz’e en uzun kıyısı olan bir ülkeye küçücük bir deniz yetki alanı öngörürseniz Türkiye’nin bunu kabul etmemesi gayet mantıklı ve olması gerekendir.

Doğu Akdeniz’deki haklarımız, bizim için Türkiye’nin önümüzdeki sadece onlu yıllar değil, yüzyıllar açısından da çok kritik bir dönem. Burada iktidarıyla muhalefetiyle ortak bir siyaset yürütmemiz lazım. Çünkü bu statüko bir kere oluştuğunda biz Ege ile Doğu Akdeniz’in birleştiği ve Türkiye’nin Antalya Körfezi’ne sıkıştığı bir ortamda Akdeniz’de çok büyük bir kayba uğrarız. Bunun için bütün partilerin milletçe dayanışma içerisinde tepki vermesi gerekiyor. Burada AK Parti siyasetinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasetinin desteklenmesi gerekiyor. Bu gerçekten Erdoğan ve AK Parti meselesi değil, Türkiye’nin geleceği meselesi. Milli devletler çağında yaşıyoruz, iş birlikleri de var, birtakım entegrasyon hareketleri de var ama günün sonunda Yunanistan arkasına AB’yi alarak kendi milli çıkarlarını en maksimum seviyede gerçekleştirmek için bu kadar saldırgan bir pozisyonda olabiliyorsa, herhalde Türk milleti olarak bizim de bunun karşısında kendi çıkarlarımızı korumak ve gerektiğinde donanmamızı göndermek ve gerektiğinde sert gücümüzü ortaya koyma hakkımız var.”

‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur..’

Hepimiz bilir, bazen söyler, bazen eleştirir, bazen “biz kendimizi yalnızlaştırıyor sonra da bu söze sığınıyoruz” der, ama son tahlilde; yüzde yüz haklı olduğumuz konu ve hakkımız olan şeylerde bile, cümle alemin karşıtlığını görünce; ne yazık ki, cümleyi tekrarlar; “Türk’ün Türk’ten başka dostu yokmuş” demek zorunda kalırız. (Türk derken de, Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşları ve tüm Türk dünyasını kastediyorum)

Bugünlerde Doğu Akdeniz cangılı çalkalanıyor.

Peki Doğu Akdeniz tam olarak neresidir, nereleri kapsıyor.?

Tunus’taki Bon Burnundan Çizme şeklindeki İtalya’nın Sicilya Adası’ndaki Lilibeo Burnu arasına bir hat çizdikten sonra hattın doğusunda kalan bölüm.

Buna göre Doğu Akdeniz’e kıyıdaş ülkeler ise; İtalya, Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Karadağ, Arnavutluk, Yunanistan, Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin, Mısır, Libya ve Tunus…

Dikkat ediniz, Fransa denen ülke Doğu Akdeniz havzasında bile değil…

Bu ülkeler içinde Doğu Akdeniz’e en uzun kara sınırına sahip ülke kim..?

1577 km ile Türkiye… Ve kıyıdaş ülkeler içinde en önemli ve stratejik coğrafya ise, yine Türkiye…

Keza, Doğu Akdeniz havzasının en önemli adası olarak bilinen coğrafya da Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ise; Doğu Akdeniz’le ilgili yapılması muhtemel ve planlanan hesaplarda Türkiye’nin olmazsa olmazlığı aşikar ve ortada…

Şimdi gelelim Yunanistan ve Akdeniz odaklı şımarıklık, askeri ve diplomatik şarlatanlığa…

Konu; Meis Adası…

Antalya Kaş’a 2 km. mesafede,

Bir insanın yüzerek bile varabileceği kadar kısa bir mesafe…

Yunanistan ana karasına ise 500 km’den fazla uzaklıkta.

Şuanda ihtilaf yaşıyoruz; bu had bilmez ülkeyle…

Sorunların halli için gerekli olan yol ve yöntem;

Diplomasi mi; evet varız,

Diyalog mu; evet varız,

Konuya müdahil veya müzahir ülkelerin tavsiyesi mi; evet varız. Ki; Almanya’nın diyalog önerisini dikkate alıp üç ayı aşkın süreyle delegasyonlar bu müzakereyi yaptılar. Ama Yunan tarafının da onayıyla yapılması planlanan ortak açıklamadan bir gün önce; sen tut Mısır’la Münhasır Bölge Anlaşması imzaladığını ilan et…

Eeee kimse kusura bakmasın; artık farklı dil, uslüp ve enstrümanlar sahaya sürülür.

Asker de, donanma da, Oruç Reis Gemisi de sahaya gönderilir.

Ki; gönderdik de…

Haklı mıyız; hem de çok…

Avrupa’nın lokomotifi, ağası ve ekonomik patronu Almanya bile bunun farkında mı.

Evet farkında… Çünkü Oruç Reis gemimizi onların ricasıyla limana çekmiş ve Yunanistan’la görüşmeleri sürdürmüştük.

Ve Berlin’de açıklama yapılacaktı.

Ama tüm bunları biliyor olmasına rağmen Almanya bile Yunanistan haksız ve yanlış yaptı demez, demeyecektir.

Dese de; “Türk-Yunan krizinin diplomasiyle çözümünden yanayız. İki NATO ülkesinin karşı karşıya gelmesini istemeyiz” gibi diplomatik cambazlık yapacaktır.

Hemen akabinde; Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Bahreyn, Mısır, İsrail ve sömürgenin Afrika ve Doğu Akdeniz kolu Fransa hak/haksızlık durumuna bakmaksızın Yunanistan’ın arkasında saf tutacaktır.

Ki başladılar bile…

Hal böyleyken Cumhurbaşkanı’nın “Son tahlilde; kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz..” sözünden başka yol kalmıyor ve “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” sözünü, yine ve yeniden hatırlıyoruz.

Bu bağlamda; Erdoğan’ın söz, söylem ve sahaya sürülmüş eylem boyutuyla süreci yönetmesi ve tavizsiz tutumu olması ve sürdürülmesi gerekendir.

Kaldı ki; bugün yaptığı açıklamayla “Oruç Reis’e saldıracak olursanız, bunun bedelini ağır ödersiniz, dedik” diyerek; Doğu Akdeniz’e dair kararlılığı dile getirmesi Yunanistan ve arka çıkan, Türkiye düşmanlığını esas alan yandaş ülkelere de verilmesi gereken en net mesajdı.

Peki bugün ne oldu da Erdoğan böylesi net bir cümle kurdu..?

“NAVTEX ilan edilen sahada araştırma yapan ORUÇ REİS gemimizi engellemeye çalışan HS Limnos adlı Yunan fırkateyni TCG Kemal Reis Fırkateyni tarafından silah kullanılmadan başarılı gemi manevraları ile bölgeden uzaklaştırılmıştır.

Bu manevralar esnasında her iki harp gemisinin ufak çaplı çatma’sı (Çatma: iki geminin birbirine sürterek uzaklaşmaları) sonrası Yunan gemisi HS Limnos hasar alarak bölgeden uzaklaşmıştır.

TCG Kemal Reis ise hasarsız bir durumda halen görevine devam etmektedir.”

Artık küresel boyutta ve bizi ilgilendiren Doğu Akdeniz ve Ortadoğu bağlamında saflar netleşmeye başladı.

Düşünsenize; Fransa Kıbrıs Rum kesimine savaş uçakları ve askeri gemi gönderiyor. Ve yine aynı Fransa, “Yunanistan Deniz Unsurlarıyla Tatbikat” adı altında ama aslında Yunanistan’a doğrudan yardım niteliğinde bölgeye askeri gemilerini sevkedebiliyor.

Yedi Düvel işte, Yedi Düvel karşımızda…

Yeter ki, Türkiye husumeti olsun; bir araya gelmezlerin hepsi müttefik olabiliyor, ittifak edebiliyor ve karşımıza dizilebiliyor.

İsrail zaten tetikçi gibi kullandığı BAE ile diplomatik ilişkiler başlattığını açıklıyor.

Tüm bunlara bakınca; Doğu Akdeniz politikasında, olan veya olası eksiklere rağmen, ne kadar doğru yolda olduğumuz ve olması gereken gibi davrandığımız, artık kuşkusuz.

Geri adım yok.

Başka yol da yok.

İttifak eden düşman çok,

Türk’ün Türk’ten başka dostu yok…

Sürdürülebilirliğin önemi büyük önem taşıyor

Ar-Ge,çevre yönetimi ve yatırım harcaması gerçekleştirdi. 2008 yılından bu yana Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nı, sürdürülebilirlik anlayışlarının merkezine koyduklarını dile getiren Tüpraş Genel Müdürü İbrahim Yelmenoğlu, “Bir süredir dünyayı sarsan pandemi, sürdürülebilirlik bakış açısını gerek kurumsal gerekse bireysel olarak daha çok gündemimize almamız gerektiğini bizlere hatırlatıyor” dedi. 

Ürettiği ekonomik katma değerin yanında sürdürülebilirlik yönetimi alanında öncü uygulamalarıyla liderliğini koruyan Tüpraş, 2019 yılı Sürdürülebilirlik Raporu’nu yayımladı. Tüpraş, düzenli yayımladığı raporlarla faaliyetlerinin sosyal, ekonomik ve çevresel etkilerinin yanında, bu alanlarda geliştirdiği topluma duyarlı, inovasyon ve dijitalleşme merkezli uygulamalarını paydaşlarına sunuyor.

1 Ocak 2019-31 Aralık 2019 tarihlerini kapsayan rapor, Tüpraş’ın gerçekleştirdiği faaliyetlerin sürdürülebilirlik boyutlarını ve şirketin döngüsel ekonomiye katkısını ortaya koyuyor. 

“Pandemi sürdürülebilirliğin önemini bir kez daha hatırlattı”

Tüpraş Genel Müdürü İbrahim Yelmenoğlu,“Bir süredir dünyayı sarsan pandemi, sürdürülebilirlik bakış açısını gerek kurumsal gerekse bireysel olarak daha çok gündemimize almamız gerektiğini bizlere hatırlatıyor”dedi. Tüpraş’ın sürdürülebilirlik bakış açısına değinen Yelmenoğlu, “Sürdürülebilirlik temelli üretim politikalarımız ve kurumsal sorumluluk anlayışımızla, dünyanın yaşadığı bu zorlu döneme rağmen, ülkemizin enerji ihtiyacını kesintisiz karşılamaya devam eden bir şirket olarak; 2008 yılından beri bu bilinçle geliştirmekte olduğumuz sürdürülebilirlik anlayışımızın merkezine Birlemiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nı koyuyoruz. Her koşul altında faaliyetlerimizi aralıksız devam ettirirken; sürdürülebilirliği tedarik zincirimizden, satış sonrası operasyonlarımıza kadar tüm süreçlerimize entegre etmek için çalışıyoruz” dedi.

Tüpraş’ın, her dönem en değerli sermayesi olarak gördüğü çalışanlarına sunduğu emniyetli çalışma ortamını geliştirmeye ve geleceğin nitelikli iş gücünü yetiştirmeye hiç ara vermeden devam ettiğini belirten Yelmenoğlu, şirketin fırsat eşitliği konusundaki çalışmaları hakkında şu bilgiyi paylaştı: 

“Rafinaj gibi erkek egemen görülen bir sektörde uzun yıllardır eşitlikçi ve kapsayıcı iş ortamı oluşturmanın destekçisi ve takipçisi olduk.2019 yılında bu yaklaşımımızı destekleyen uygulamalarımız paralelinde ülkemiz rafineri sektöründe ilk kezkadın saha operatörleri ve teknisyenlerini aramıza kattık.”

Tüpraş’ın 2019 Yılındaki Sürdürülebilirlik Yolculuğu

Üretimde Enerji Verimliliği ve Kaynak Kullanımının Azaltılmasına Odaklandık, Projelerimizle Döngüsel Ekonomiye Katkı Sağlıyoruz.

• 2019 yılında 268 milyon TL tutarında çevre yönetimi ve yatırım harcaması yapıldı.

• Enerji tasarrufu projeleri ve modernizasyon çalışmalarımızın sonucu olarak, 2018 yılında 99,1 olan enerji yoğunluk endeksi 2019 yılında 98,4’e düşürüldü.

• Tüpraş rafinerilerde su tüketimini azaltan, proseslerde atık suyun yeniden kullanıldığı uygulamalarla, su kaynakları koruyor, biyoçeşitlilik değeri üzerindeki olumsuz etkiyi azaltmak için çalışmalar yapıyor.  Su ihtiyacının geri kazanımdan karşılama oranı yüzde 41 olarak gerçekleşirken, işlenen ham petrol başına su tüketimini, 0,6m3/tona düşürüldü. 

• Atık yönetimi anlamında, öncelikle atık miktarının azaltılması, oluşan atıkların kaynağında ayrıştırılarak geri kazanılması amaçlanarak, döngüsel ekonomiye katkı sağlandı.

Ar-Ge ve İnovasyon Kabiliyetimiz ve Yetkin İnsan Kaynağımızdan Güç Alıyoruz.

• 2019’da gerçekleştirilen Ar-Ge çalışmalarına toplam 43,5milyon TL aktarıldı.

• Tüpraş Ar-Ge Merkezi’nin hayata geçirdiği 12 Avrupa Ufuk 2020 projesiyle toplam 6milyon avro destek almaya hak kazanıldı.

• İnovasyon çalışmaları kapsamında dünyada gelişen yeni teknoloji ve iş modellerini değerlendirerek, operasyonlarda bu yeniliklere uygulama alanı yaratıldı.

Ormanlarımıza acaba ne oldu?

0

Günümüzde dünya nüfusunun önemli bir kısmının şehirlerde yaşadığı, açık ve yeşil alanların yerleşim alanlarına oranla çok yetersiz kaldığı hepimiz tarafından bilinen bir gerçektir. İş bulmak umuduyla kırsal alanlardan kentlere gelenler, her geçen gün bu dev kentleri daha yaşanmaz bir duruma sokmaktadır. Büyük şehirlerde yaşayan insanlar adeta ekosistemden kopmakta, yoğun trafik, gürültü, hava ve çevre kirliliği ile ciddi bir savaş vererek aslında sağlıklarını kaybetmekteler. 

Güney Amerika’nın küçük ülkesi Ekvador’un güneyinde yer alan Vilcamba Vadisi’nde yaşayan 819 kişiden 9’unun yaşının 102 ile 132 arasında olduğu tespit edilmiş. Dünyanın en yaşlı kadını da bu vadide yaşamış. Tıp dünyası hemen bu vadiyi suyu, havası ve tüm besinleri ile yakın bir incelemeye aldı. Sonuçta insanların uzun yaşamalarının iki önemli nedeninin kirlenmemiş doğal çevre koşulları ile yeşil, sakin ve stressiz yaşamları olduğu tespit edildi. 

Hayvan ve bitkilerin yaşadıkları ortamların aşırı yapılaşma yüzünden kentlerde yok olmasıyla; kuşlar, kelebekler, papatyalar,  arılar ve çeşitli böcekler de her geçen gün azalmaktadır. Oysa her bitki ve hayvanın ekolojik dengede önemli bir rolü vardır. Bataklıkların kurutulması ile sivrisinek ile daha nice canlının yaşam alanı bitirildi. Herhangi bir bitki veya hayvan türünün sayıca azalmaya başlaması,   sonuçta da tamamen yok olması bu dengenin hızla bozulmasına neden olmaktadır. Örneğin çağın en önemli hastalığı olan AIDS’in tek tedavi çaresi olarak kullanılabilecek bir bitkiyi belki de biz insanlar Madagaskar’da yok ettik. Unutmayalım ki, ilaçların hammaddesinin % 90’ı bugün bile bitkilerden elde edilmektedir. 

Bir zamanlar,  Kanal 9’da program yaparken Orhan Gencebay konuk olarak katılmıştı. “Hocam” dedi. “Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesini okudum, O dönemlerde Ege’den yola çıkan bir sincap daldan dala atlayarak Doğu Anadolu’ya kadar gidermiş.” Yine, unutmayalım ki; Hititlerin sembolü aslan imiş. Demek Anadolu’da o dönemlerde aslan yaşarmış. 

Yıl 1402.  Ankara Çubuk Ovası’nda Osmanlı ile Timur’un ordusu karşı karşıya geldi. Zafer Timur’a aitti. Çünkü fillerini Ankara’nın ormanlarına sakladı ve Osmanlı fark edemedi, Atlar karşısında birden filleri görünce Osmanlı yenildi.  Ankara’daki bugüne ulaşan tek ağaçlı tepeyi bir dönem orada hüküm süren eşkıyaya borçluyuz. 

Kim kesti bu ağaçları? Anadolu bu duruma nasıl geldi? Bir arşiv araştırması yaptım. Ne kadar Fatih Sultan Mehmet “bir ağaç kesenin elini (veya boğazını) keserim” demişse de gerçek durum çok farklı. Osmanlı’da maalesef ağaç katliamı başlamış. Donanma için, hamamlar için, konut inşası için, lokomotiflerde yakmak için ve en önemlisi de tarla ve mera açmak için. 

Bir zamanlar ilköğretimde bizlere bir şarkı öğretilirdi. Lütfen hatırlayın! “Baltalar elimizde, uzun ip belimizde, gideriz ormana”.  Orman “ticari bir mal” olarak görüldüğü sürece bu katliam devam edecektir. “Orman İşletmesi” diyorlar. Bence orman işletilmez, yaşatılır. İnsan eli değmese de orman kendi ekosistemi içeresinde kendini yeniler. Hatta yanan orman bölgeleri de insan müdahale etmese uzunca zaman içinde kendini toplar. 

”Vasıfsız Orman” diyorlar ve tek tek yeşil alanları muhtarlık, hastane, okul, konut ile yurtlara teslim ediyorlar. Efendim, orman “vasıfsız” ise “vasıflı” yapılır. Ama kesinlikle betona teslim edilmez. Yok olan doğal ormanlar ve ekosistem bir daha geri gelmez. 

Atatürk’ün engin görüşleri sayesinde Ankara, İstanbul’dan daha yeşil bir şehir oldu. Babamın yakın arkadaşı olan Yahya Kemal Beyatlı Ankara’ya gittiğinde sormuşlar “Ankara’nın en çok neyini seviyorsunuz ?” diye. Yahya Kemal’in yanıtını oldukça çarpıcı imiş “İstanbul’a dönüşünü” Eğer Yahya Kemal bugün yaşıyor olsaydı, Bağcıları, Güngören, Esenleri, Çekmeköy’ü ve Kurtköy’ü gördüğünde, herhalde tersini söylerdi. 

Atatürkümüz Meclis civarındaki bir iğde ağacını çok severmiş. Bir gün arabası ile önünden geçerken o asil ağacın yerinde olmadığını görünce arabasından fırlar ve öfke ile sorar “Ne oldu bu ağaca?” İki işçi koşar ve korku ile “Paşam buradan yol geçiyor, mühendis emretti, kestik.” Atatürk ağacın sadece kökünün kaldığı boz toprağa çömelir ve tam yarım saat gözyaşı döker. Bir ara ilköğretim kitaplarında yer alan bu bölüm daha sonra “Atatürk ağlamaz” gerekçesi ile çıkarıldı. Keşke herkes Atatürk gibi bir ağaç için ağlayabilse!  

Şu anda Ankara’daki Atatürk Orman Çiftliği ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin ilk rektörü Süha Beyin gayreti ile oluşturulan Bu Orman’a da göz dikildi. İçinden yol geçti. Daha sonra da yurt yapıldı.  

Yeşil görmeyenler, psikolojik olarak rahatsız olur. Cezaevlerinde mahkumlara şöyle sesleniyorum, “Eğer yeşil bir coğrafyada bulunsaydınız, belki bir suç işlemeyecek ve burada bulunmayacaktınız.” Esmer, sarışın, kızılderili, sarı tenli, zenci, hepimizin tek bir renge,  “yeşile” ihtiyacımız var. 

İstanbul 1960’lı yıllarda, insanların para tutkusu yüzünden yeşili olmayan, emlakçıların ve arsa mafyasının arzusuna göre şekillenen bir beton yığını haline geldi. Konferanslar dolayısıyla Tekirdağ’dan Gebze’ye kadar İstanbul’un her köşesine gidiyorum. Gültepe, Esenler, Güngören, Güneşli, Gaziosmanpaşa, Bayrampaşa, Pendik, Maltepe, Tuzla ve daha nice beldeler, yeşilden yoksun, insan ruhunu karartan, hiçbir estetiği olmayan, çoğunun sıvası bile yapılmamış binalarla doldu. Tarihi İstanbul tamamen betona ve çirkinliğe teslim olmamak için direnmeye çalışıyor.  Ama ne kadar direnecek acaba? 

Teksas Üniversitesi’nden Roger Ulrich “ağaçları seyretmek, 3-5 dakika bir ağaca bakmak, insana sinir ilacı almışçasına rahatlama etkisi yapar.” diyor. Ağaçlık yollardan işlerine giden kişiler, daha sakin ve rahat olarak işlerine başlıyormuş!   

Nükleer buzkıran’ın yapımına başlandı

Rusya Devlet Atom Enerjisi Kurumu Rosatom’un çatısı altında faaliyet gösteren FSUE Atomflot tarafından süper güçlü nükleer buzkıran “Lider”in (Proje 10510) yapımı için ilk metal kesme, Primorskiy Kray’ın Bolşoy Kamen kasabasındaki bir tersanede gerçekleştirildi. Proje yüklenicisi Gemi inşaat şirketi Zvezda Ltd, sözleşmeye göre gemiyi 2027’de devreye almayı planlıyor.

Rosatomflot’un “Lider” isimli, 10510 projeli süper güçlü nükleer buzkıranına “Rossiya” adının verilmesi yönündeki teklife Rosatom’unda destek verdiğini söyleyen FSUE Atomflot Genel Müdürü Mustafa Kashka, “Nükleer buzkıran filosunda, gemilerin adlarındaki devamlılığın yanı sıra oturmuş bir gelenek vardır. Buna göre, nükleer buzkıranlar, coğrafi nesnelere göre adlandırılır. 10510 projeli geminin benzeri yoktur. Eşi benzeri olmayan nükleer buzkıran, Arktik bölgesinin doğusunda yıl boyunca garantili geçişleri sağlayacak olağanüstü teknik özelliklere sahiptir” dedi. 10510 projeli nükleer buzkıran “Lider”in inşa sözleşmesinin imzalanması, 23 Nisan’da Murmansk ve Vladivostok’ta FSUE Atomflot ve Zvezda Ltd arasında uzaktan gerçekleşti.

Buzkıranın, Zvezda Uzak Doğu Gemi Yapım Kompleksi tarafından 27 Mart 2019 tarihli ve 538-r numaralı Rusya Federasyonu Hükümeti’nin “Gemi Yapım Kompleksi Zvezda’nın Buzkıran Lider’in Tek Yüklenicisi Olarak Belirlenmesine İlişkin” kararına dayanarak yapılıyor.

ABD başkanlarının asıl hedefi

Uzun yıllardan beri kim ‘Başkan’ olursa olsun ABD’nin Orta Doğu’daki asıl hedefi, petrol ve İsrail’in güvenliğini korumakla özetleniyor.

Gerçekten de, Genişletilmiş Büyük Orta Doğu Projesi’nin temelini İsrail ve petrol oluşturuyor.

Afganistan’ı “kule” gibi kullanan ABD, petrol ve enerji yollarının denetiminin yanı sıra İsrail’in güvenliği için her türlü siyasi ve askeri planı devreye sokmaktan asla vazgeçmiyor.

Tabii ki, ister müttefiki ister NATO üyesi olsun Türkiye’yi bu uğurda daima feda etmeye hazır bir ABD, pervasızca planlarını zaman zaman uyguluyor. Hatta terörist örgütleri bile yanına alarak daha doğrusu kullanarak bölgeyi kana bulamaktan çekinmiyor.

Oysa, sözde “Arap Baharı”nın proje babaları ne demişti, ne oldu ve neler oluyor.

Friedman’ın “Korkunç Hayali” ve Brzezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası” safsatası aslında tarihin seyrini bozmaya devam ediyor.

Pentagon’un stratejilerini belirleyen Stratfor’un kurucusu ve “Gölge CIA” lakaplı George Friedman, Büyük Orta Doğu Projesi’nin tartışıldığı yıllarda yani 2009’larda, Türkiye’ye yol haritası olarak İslam ülkelerinin liderliğini çiziyordu.

Ne var ki, İslam ülkelerinin liderliği modeli şimdilik askıya alınmış bulunuyor.

Ancak, uygulanacak yeni sisteme göre bu projenin yeniden gündeme getirileceği iddia ediliyor.

Görülüyor ki, ABD’nin radikal güçleri yeni Başkanı ve yönetimi ile denetleme hamlesi, Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor.

Öte yandan, bütün Orta Doğu’nun ister istemez GOP projesinin etkisine artık girmiş olması dikkatlerden kaçmıyor.

Üstelik projenin yeni boyutları da gün geçtikçe kendini gösteriyor.

ABD’nin her ne pahasına olursa olsun İsrail’i koruma ve kollama “derin” planlarını bir yana bırakırsak karşımıza Orta Doğu’da “petrol ve Kürt belası” çıkıyor.

Orta Doğu’da yaşanmakta olan kanlı gelişmeler, petrolün bütün dünya için bir “baş belası” olduğunu adeta ispatlıyor.

Üstüne bir de, gerek korsan addedilen peşmerge devletçiği, gerek terörist örgütleriyle, Kürt oluşumlar, bölgedeki yangını sürekli alevlendiriyor.

Özellikle enerji ve yollarının güveni için başta Kürtler olmak üzere çeşitli terör örgütleri Batı tarafından hem kuruluyor hem finanse ediliyor hem ikmalleri yapılıyor hem de istenildiğinde bir “koz” olarak sancılı bölgeye salınıyor.

Bilindiği üzere, dünyaya muhtaç olduğu enerjinin büyük bir bölümünü sağlayan Orta Doğu ve Avrasya bölgelerinin, daima tehlikenin odağı halinde olması, hepimizi hem düşündürüyor hem de endişelendiriyor.

Bir bakıma; enerji kaynağı sahibi olmak ve onu pazarına ulaştırmak daima ya sorun oluyor ya da olmaya namzet sayılıyor.

Nitekim, sözde “Arap Baharı” ve ötesinin asıl nedenlerinin başında petrol geliyor.

Asırlardır insanoğlunun dikkatini sarsan ve çoğu zaman endişeyle üzerine çeken Orta Doğu’ya bakıldığında; çeşitli görüntüler, süreçler, beklentiler ve tehlikeler görülüyor.

Öteden beri, çoğu enerji kaynaklarının ve yollarının Orta Doğu’da olması bu bölgeyi daha da “stratejik” hale getiriyor.

Orta Doğu’yu çoğu zaman buhrana sokan bu stratejik değerin en büyük unsurlarından birinin de Türkiye olduğu kabul ediliyor.

Bilindiği gibi; Türkiye uzun yıllardan beri enerjinin güvenli bir şekilde ulaşımını sağlıyor.

Yani, Türkiye bir bakıma “köprü” görevini üstleniyor.

Zaten, küresel güç ve sermayenin, Orta Doğu’dan beklentisi ve istemi, enerji kaynakları ve enerji yollarının güveni ile özetleniyor.

Beklentiler ve istemler de, bu çerçevede değerlendiriliyor.

Enerjinin Orta Doğu’dan Batı’ya ve öteye intikalinde Türkiye önemli rol oynuyor.

Sonuç olarak, ABD’nin planının çok aşamalı ve dönemli olduğu da anlaşılıyor.

Bir yerde İsrail’in mutlak güvenliği için; Suriye ve Irak’ın Kuzeyi’nin üzerinde tehlikeli planlar ve operasyonlar sürerken, Irak ve Suriye’nin parçalanması Türkiye’yi tehdit, İran’a askeri müdahale gündemden kalkmıyor.

Bu ortamda çok dikkatli ve serinkanlı olmak gerekiyor.

Enerjide büyük fırsat yakaladık

Prof. Dr. Biresselioğlu, “Karadeniz’de bulunan 320 milyar metreküp doğal gaz rezervi Türkiye için oldukça önemli bir ekonomik fırsat oluşturacaktır. Bulunduğu ifade edilen doğal gaz rezervi ile Türkiye dışa bağımlılığını azaltabilir.” dedi.

İzmir Ekonomi Üniversitesi Sürdürülebilir Enerji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Efe Biresselioğlu, Zonguldak açıklarındaki Sakarya Gaz Sahası’nda 320 milyar metreküplük doğal gaz keşfine ilişkin yaptığı değerlendirmede, 2019’da Türkiye’nin yıllık doğal gaz tüketiminin 44,9 milyar metreküp olarak gerçekleştiğini ve kullanılan doğal gazın yaklaşık yüzde 99’luk kısmının ithal edildiğini anımsattı.

Türkiye’nin toplam enerji ithalatının 41 milyar doların üzerinde olduğu göz önüne alındığında ithal edilen doğal gazın bu ithalat faturasının önemli bir kısmını oluşturduğunu ifade eden Biresselioğlu, “Bu yüksek ithalat faturası ve dışa bağımlılık, 2017 yılında yürürlüğe alınan Türkiye’nin milli enerji ve maden politikasının çıkış noktalarıdır. İlgili politika kapsamında, Yavuz, Fatih ve Kanuni isimli 3 sondaj gemisi ile Barbaros Hayrettin Paşa ve Oruç Reis isimli 2 sismik gemiyi içeren milli filo ile yürütülen Karadeniz ve Doğu Akdeniz petrol ve doğal gaz aramalarının ilk sonucu alındı. Bu doğrultuda, Karadeniz’de bulunan 320 milyar metreküp doğalgaz rezervi Türkiye için oldukça önemli bir ekonomik fırsat oluşturabilecektir. Türkiye’nin mevcut doğal gaz tüketimi ve üretimi karşılaştırıldığında fark çok büyük iken Karadeniz’de bulunduğu ifade edilen doğal gaz rezervi ile Türkiye dışa bağımlılığını azaltabilir ve ekonomik anlamda güçlenebilir.” değerlendirmesinde bulundu. Biresselioğlu, bu bağlamda bu keşfin Türkiye’nin enerji güvenliğinin arttırılmasına, doğal gazdaki ithalat bağımlılığının azaltılmasına ve cari açık seviyesinin düşürülmesine kritik katkılar sunacağını vurgulayarak, şunları söyledi:

“Her ne kadar gazın çıkarılması için büyük bir yatırım ve orta vadeli bir süre gerekse de bu keşif Türkiye için oldukça önemli olabilir. Bu noktada, Türkiye’nin yasal çerçeve ve piyasa yapılanmasını içeren ve yatırımcı dostu stratejileri daha da geliştirerek ve iyileştirerek devam ettirmesi oldukça önemli bir unsur olacaktır. Bu hususun yanı sıra, rekabetçi bir vergi rejimi, serbest bir pazar ve istikrarlı bir siyasi yapı ile Türkiye’nin Karadeniz’deki doğalgaz kaynaklarını geliştirme yönünde önemli bir sıkıntı yaşamayacağı öngörülebilir. Bu bağlamda gerçekleştirilecek olacak uluslararası iş birlikleri uluslararası konjonktürde, Türkiye’nin enerji alanındaki konumu güçlendirebilir ve aktif dış politikasına katkıda bulunabilir.”

“Romanya uyguladığı ihracat kısıtlamaları ve yüksek vergiler sebebiyle gaz çıkarmada yetersiz kaldı”

Karadeniz’de doğal gaz kaynaklarının geliştirilmesinin çok maliyetli olduğuna dair algının birincil nedeninin bu alanlardaki kaynakları geliştirmek ve işletebilmek için yapılması gerekli olan yatırımlarla ilgili olduğunu vurgulayan Biresselioğlu, bunun için öncelikle Deniz Hukuku’nda yapısal değişiklik ve düzenlemelerin yapılması, yatırım dostu bir yasal çerçevenin oluşturulması gerektiğini kaydetti. Biresselioğlu, bu bağlamda yasal çerçevenin elverişli hale gelmesi ve istikrarın korunması gerektiğine işaret ederek, Romanya örneğinde bu konuda aksamalar olduğunu aktardı. Bir diğer boyutun ise genelde enerji piyasasında ve özelde doğal gaz piyasasında liberalleşmenin önünün açılması olduğunu belirten Biresselioğlu, şöyle devam etti:

“Doğal gaz piyasasının bu kapsamdaki özellikleri, fiyat sınırlamaları, vergi politikaları, ihracat kısıtlamalarından oluşan operasyonel çerçeve, potansiyel yatırımcıların deniz aşırı projelere olan ilgisini ve yatırım iştahını belirleyen önemli unsurlar. Romanya’nın uyguladığı ihracat kısıtlamaları ve yüksek vergiler sebebiyle ülke Karadeniz gazını çıkarma konusunda yetersiz kaldı. Bilindiği üzere, Ocak ayında, Exxon Mobil, Romanya’nın OMV Petrom ile ortaklaşa yürüttüğü uzun süredir durmuş olan Neptun Deepoffshore projesinden çıkma kararını doğruladı. Petrom ise, Nisan ayında projeye bağlılığını sürdürdüğünü, ancak özel sermaye şirketi Carlyle Group LP tarafından kontrol edilen daha küçük Karadeniz Petrol ve Gaz projesinde olduğu gibi vergi değişikliklerine ihtiyaç duyduğunu söyledi. Romanya’nın, Karadeniz’deki açık deniz alanlarından doğal kaynaklarına uyguladığı vergi yüzde 15 ile yüzde 50 arasında değişiyordu. Buna ek olarak, üretim değerinin yüzde 3 ile yüzde 13,5’i oranında bir telif ücreti söz konusuydu. Bu ağır vergi ve telif uygulamasının arkasında, hükümetin bu alanlardan elde edilecek gelirden kısa vadede yüksek bir pay alma ve bu sayede ekonomik görünümü iyileştirme isteği yatıyordu.”

Ortak alan çocukları 2

Toplu konutlar, site yönetimleri ve sitelerde yaşam konulu kaleme almaya başladığım yazı dizisinin ilk bölümünü geçtiğimiz sayıda “Ortak alan çocukları1” başlığıyla kaleme almıştım. Yazının sonunda ise yönetenlerin kitleleri nasıl sömürdüğünü ve bu sömürü kültürünün site yaşam kültürünün bir parçası olmasına bizlerin nasıl alıştırıldığından bahis edeceğimi belirtmiştim.

Burada bahis ettiğim yöneticiler ifadesi ile tüm kurum idarecilerini aynı kefeye koymak istemiyorum. Zaten hepsi sömürmüyor ama şu bir gerçek ki! sömürenlerin sayısı sömürmeyenlerin sayısından oldukça fazla…

Bir gazeteci kafasındakileri yazıya dökerken her sözcüğünü itinayla seçer ve bir ayna misali olayları anlamlandırırken kurduğu cümlelerle bazen bir adalet savaşçısı bazen de milli bir kahraman rolüne bürünür.

Yanlışa karşı durur, adaletsizliğe ve zulme seyirci kalamaz.

Tabi ne role bürünürse bürünsün kalemini de öyle fütursuzca sağa sola sallamaz.

Bu düşüncelerle basın kanununa uygun olarak kalemimi kamu yararı için kullanmaktan çekinen gazetecilerden olmadığım düşüncesiyle; gerçek olmayan, devletime ve milletime fayda sağlamayan ifadeleri de bu yazı dizisinde kullanmayacağımızı bilmenizi isterim. Candaş, yoldaş, yandaş gazeteciler tabi ki çok farklı bir pencereden bakarlar.

Esas manasıyla gerginim….

Gerginliğimin sebebi benim gördüğüm problemleri görenlerin, bilenlerin halkın huzuru noktasında yapılması gerekenler için düğmeye basmamalarıdır. Esas gerginliğimin sebebi ise halkın da kendi huzurları konusunda çalışanlara destek olmamaları ve bananeciliği meslek haline getirmeleridir.

Ben denizde bugünlerde kalemimi çekip, art arda kelimeler ile cümleler kurmak ve sağa sola derin sözlerimi saçmak istiyorum.

Aldığı dairede ortak kullanım alanına imara aykırı olarak kapı açan sakini ve bu sakinin yaptığı yasa dışı olaya göz yuman yöneticiyi, inşaat şirketini veya idareciyi de nerelere havale edeceğimi bilememenin karmaşası ve kargaşası için de klavyenin tuşlarına basıyorum.

Biz yedi cihana adalet dağıtmış bir milletin nesli olarak hak arayanların hakkını vermek zorundayız.

T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kontrolünde bulunan milli ve yerli firmamız TOKİ’ye bağlı Emlak Konut GYO ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi iştiraki KİPTAŞ gibi kuruluşlarımız bazen bayındır, bazen de taşeron firmaların hatalarından kaynaklanan defolu daireleri inşa ettiklerine şahit oluyoruz. Fakat bir genelleme yapmak gerekirse yüksek oranda güzel işler ortaya çıkarıyorlar.

Fakat esas sorun daireleri satın alan maliklerin evlerine taşınmasının ardından başlıyor. Toplu konutlarda ciddi anlamda yönetme ve yönetilme problemleri baş gösteriyor. Yaşadıkları sorunlardan bahis edecek olursak; hizmet alamama, yüksek aidat ve defolu dairelerinin bayındır edilmesi şeklinde sıralayabiliriz.

Gelecek yazımda hizmet nasıl verilmelidir, yüksek aidatların aşağıya nasıl çekileceği ve defolu dairelerin sorun olmaması için neler yapılması gerektiğine de ayrıca değineceğim.

Çevre ve şehircilik kültürü ile toplu konutlarda bulunan dairelerde yaşamaya başlayan vatandaşlar, bu tür sorunlar sebebi, alametiyle huzursuz bir sürece doğru itilmesini seyretmek ne kadar acı…

Merkezi ısınma sisteminin, toplu konutlarda yaşayan maliklerin daha hesaplı ısınmalarını sağlayacağı söylemlerinin ana haberlerde ekranlarda flaş biçiminde servis edildiği günleri hatırlıyorum.

Akademisyen, firma temsilcileri, gazeteciler bangır bangır bu sistemin konutlarda yaşayanların ısınma faturalarını çok hesaplı bir hale getireceğini haykırıyorlardı.

Ne oldu da bu hesaplı, tasarruflu merkezi sistem can yakar, bütçeleri sarsar, kanımızı emer hale geldi.

Birisi de çıkıp yeter artık, bu millet ile oyun oynayamazsınız demedi. Yaz mevsiminde kış ayında gibi fatura ödemek nedir? İGDAŞ mı haddini aşıyor, sistemi kuranlar mı hatalı bir kurulum ile kanımızın emilmesine mi neden oldu?

Yoksa yüksek faturalar ile toplu konutlarda yaşayanların dejavu yaşamasından birileri büyük bir haz mı duyuyor?

Kafamda deli sorular var…

Sorulara cevap buldukça sizleri bilgilendirmeye, hep birlikte sorunlara çözüm bulmak adına gayret etmeye devam…

Bu kış çetin geçecek gibi gözüküyor, katlanan faturalar ve anlam verilemeyen rakamlar ile karşı karşıya kalacağımız günler çok yakındır.

Yunanistan hukuk kurallarını yok sayıyor

Rodos, İstanköy ve Oniki Ada Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği (ROİSDER) Başkanı Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı, “Atina adaları askeri üs bölgesi haline dönüştürüldü. Şu anda 18 ada silahlandırılarak cephanelik haline getirildi. Dolayısıyla Türkiye’ye karşı potansiyel tehdit var.” dedi.

Yunanistan, uluslararası hukuka aykırı ve saldırgan bir tutumla Ege Denizi’ndeki adaları silahlandırdığını belirten uzmanlar, Türkiye’nin cephaneliğe çevrilen adalar üzerinden tehdit edildiği görüşünü savundu. Kıta sahanlığı, karasular, FIR hattı, ihtilaflı bölgeler, adaların silahlandırılması ve Batı Trakya’daki Tük azınlığa yönelik hak ihlalleri Ankara ile Atina arasında gerilimi sık sık tırmandırıyor.

Yunanistan, başta Limni-Semadirek olmak üzere Ege’deki birçok adayı 1936 Montrö Antlaşması’nı dayanak göstererek 1960 yılından beri silahlandırıyor. Lozan Antlaşması ve diğer uluslararası anlaşmalarla Ege’deki adaların silahsız olması koşulu getirildiği halde Yunanistan’ın Ege adalarını cephaneliğe dönüştürdü. Adaların Yunanistan tarafından silahlandırılmasının Türkiye’nin milli güvenliğine yönelik bir tehdit olduğunu belirtiliyor. Türkiye, Yunanistan’ın bu faaliyetlerini yakından takip ederken bir yandan da uluslararası anlaşmaların kendisine tanımış olduğu hakları gündeme getiriyor.

“Yunanistan bu adaları Türkiye’ye karşı silahlandırıyor”

Rodos, İstanköy ve On İki Ada Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği (ROİSDER) Başkanı Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı, Lozan ve Paris anlaşmalarına aykırı hareket eden Yunanistan’ın Ege’deki 23 adanın büyük kısmını cephaneliğe çevirerek uluslararası tüm anlaşmaları ihlal ettiğini söyledi.

Kaymakçı, Rodos ve On İki Adanın, 1947’de Paris Anlaşması’yla Yunanistan’a verilirken adaların kesinlikle silahlandırılmama koşulunun getirildiğini hatırlatarak, “Lozan ve Paris anlaşmasıyla silahlardan ve askerden arındırılan Limni, Sakız, Sisam ve İstanköy adaları 1960’lı yıllardan sonra Yunanistan tarafından silahlandırılmaya başlandı. Son yıllarda ise bu adalar mekanize birliklerin kışlası haline dönüştürüldü. Yunanistan bu adaları Türkiye’ye karşı silahlandırıyor.” diye konuştu. Lozan Antlaşması’na göre Atina’nın Limni, Sakız, Sisam ve İstanköy adalarında sadece güvenlik amacıyla polis ve jandarma bulundurma hakkı olduğunu anlatan Kaymakçı, Yunanistan’ın bu anlaşmaları hiçe sayarak on binlerce askeri Rodos ve Midilli’ye yerleştirdiğini aktardı.

Yunanistan’ın adalara asker yığmakla kalmadığını Limni, Rodos, Midilli ve İstanköy’e savaş uçakları için havaalanları inşa ettiği bilgisini paylaşan Kaymakçı sözlerine şöyle devam etti: “Atina adaları askeri üs bölgesi haline getirdi. Şu anda 18 ada silahlandırılarak cephanelik haline dönüştürüldü. Limni, Midilli, İstanköy ve Rodos adalarına Türkiye’ye karşı jet harekatı için havaalanı inşa edildi ve savaş uçakları yerleştirdi. Dolayısıyla Türkiye’ye karşı potansiyel tehdit var. Türkiye bu konuda Atina’ya nota verdi. Fakat Yunanistan hükümeti NATO üyesi bir ülke olmasına rağmen uluslararası anlaşmaları hiçe sayarak geri adım atmıyor ve gerginliği tırmandırıyor. Türkiye, egemenliğini tehdit eden bu sorunu çözmek için uluslararası haklarını kullanmak durumundadır.

Shell Eco-Marathon’a Türk gençleri damga vurdu

Dünyanın en uzun soluklu öğrenci inovasyon yarışmalarından biri olan Shell Eco-marathon’un Avrupa ayağına bu yıl Türk gençleri aldıkları 3 birincilik ile damga vurdu. Shell Eco-marathon Avrupa 2020 kapsamında Bursa Uludağ Üniversitesi’nin takımı olan UMAKIT hem “Döngüsel Ekonomi” hem de “Teknik İnovasyon” kategorilerinde, Yıldız Teknik Üniversitesi’nin takımı olan AE2 Takımı ise “Emniyet Ödülü” kategorisinde rakiplerini geride bırakarak birinci oldular.

Yarışmayla öğrencileri, inovasyon ve teknoloji alanlarında geliştirerek Türkiye’nin enerji geleceğine de katkıda bulunmayı hedeflediklerini vurgulayan Shell Türkiye Ülke Başkanı Ahmet Erdem, “Son 15 yıldır Türkiye’nin birçok farklı ilinden katılan takımların Shell Eco-marathon’da giderek artan başarısı, Türkiye’de yeni yetişecek mühendislerin otomotiv teknolojileri ve enerji verimliliği alanında elde edecekleri başarıların habercisidir.” dedi.

Bu yıl Haziran ayında, tarihinde ilk kez online olarak gerçekleştirilen Shell Eco-Marathon Avrupa 2020’de Bursa Uludağ Üniversitesi’ni temsilen UMAKİT takımı ve Yıldız Teknik Üniversitesi’ni temsilen AE2 takımı aldıkları birincilikler ile Türkiye’nin göğsünü kabarttılar. Shell Eco-marathon Avrupa 2020’ye Bursa Uludağ Üniversitesi’ni temsilen katılan UMAKIT Takımı hem “Döngüsel Ekonomi” hem de “Teknik İnovasyon” kategorilerinde, Yıldız Teknik Üniversitesi’nin takımı olan AE2 Takımı ise “Emniyet Ödülü” kategorisinde rakiplerini geride bırakarak birinci oldular.

Döngüsel Ekonomi kategorisinde diğer ekipleri açık ara geride bırakarak birinci olan Bursa Uludağ Üniversitesi’ni temsil eden UMAKIT Takımı, kritik döngüsel ekonomi konseptlerini anlama konusunda tüm jüri üyelerini etkilerken, birincilik kazandığı diğer kategori olan Teknik İnovasyon dalında ise; ekibin geliştirdiği, araç dinamiklerini artıran ve geleneksel süspansiyon komponentlerinin tasfiyesine izin veren tekerlek süspansiyon sistemi, jüriden toplamda en yüksek puanı aldı. 

“Emniyet Ödülü” kategorisinde yarışmaya katılan diğer ekipleri geride bırakarak birinci olan Yıldız Teknik Üniversitesi AE2 Takımı, geliştirdikleri proje ile araçlarda günlük emniyet uygulamalarına yönelik başarısı ve farkındalığı artıran ve proaktif hareket eden yaklaşımlarıyla jüriyi etkileyerek en yüksek puanı aldı. 

Shell Türkiye Ülke Başkanı Ahmet Erdem, Shell’in Türkiye’de kurulduğu ilk günden bu yana ülkenin sadece ekonomisine değil, sosyal ve kültürel gelişimine de katkıda bulunduğunu ve Shell Eco-marathon’un, bu kapsamdaki en önemli sosyal yatırımlarından biri olduğunu vurguladı.

Seyahatlerin % 54’ü İstanbul’dan gerçekleşti

İstanbul’daki havalimanlarından ocak-temmuz döneminde icra edilen 192 bin 289 seferle toplam 23 milyon 89 bin 921 yolcu seyahat etti.

Atatürk Havalimanı’nda ocak-temmuz döneminde iç hatta 4 bin 982, dış hatta 14 bin 763 sefer düzenlendi. Toplamda 19 bin 745 uçuş, bu havalimanından yılın ilk 7 ayında icra edildi.

Sabiha Gökçen Havalimanı’nda ocak-temmuzda iç hatta 39 bin 775, dış hatta 22 bin 974 sefer yapılırken yolcular bu dönemde 62 bin 749 uçuşla seyahat etti.

Dünyanın yeni havacılık merkezi İstanbul Havalimanı’ndan yılın 7 ayında toplam 109 bin 795 sefer icra edildi. Bu dönemde, iç hatta 33 bin 755, dış hatta 76 bin 40 sefer İstanbul Havalimanı’ndan düzenlendi.

Ocak-temmuz döneminde İstanbul’daki tüm havalimanlarından iç hatta 78 bin 512, dış hatta 113 bin 777 olmak üzere 192 bin 289 sefer icra edildi.

Geçen senenin aynı döneminde İstanbul’daki havalimanlarından 402 bin 371 uçuş yapılmıştı.

Türkiye’deki havalimanlarından yılın 7 ayında düzenlenen 431 bin 49 seferin yaklaşık yüzde 45’i İstanbul’daki havalimanlarından icra edildi.

Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan 9 milyon yolcu uçtu. Atatürk Havalimanı, geçen yılın nisan ayındaki büyük taşınmanın ardından sadece özel ve kargo uçuşlarına hizmet vermeye başladı. Sabiha Gökçen Havalimanı’nda, yılın yedi ayında iç hatta 5 milyon 736 bin 503, dış hatta 3 milyon 45 bin 457 yolcu uçtu. Toplamda 8 milyon 781 bin 960 yolcu bu dönemde havalimanından seyahat etti.

İstanbul Havalimanı’ndan yılın yedi ayında toplam 14 milyon 307 bin 961 yolcu hizmet aldı.

İç hatta 4 milyon 373 bin 6, dış hatta 9 milyon 934 bin 955 yolcu, havalimanından seyahat etti. Ocak-temmuz döneminde iç hatta 10 milyon 109 bin 509, dış hatta 12 milyon 980 bin 412 olmak üzere toplam 23 milyon 89 bin 921 yolcu İstanbul havalimanlarından geliş-gidiş yaptı. Geçen yılın aynı döneminde ise iç ve dış hatta 58 milyon 514 bin 130 yolcu, İstanbul’daki tüm havalimanlarından seyahat etmişti.

Türkiye’deki havalimanlarından bu dönemde seyahat eden 42 milyon 674 bin 711 yolcunun yüzde 54’ünün İstanbul’dan uçtuğu belirlendi.

Doğu Akdeniz’de son sözü kim söyleyecek?

Her şey bundan 11 yıl önce İsrail’in Doğu Akdeniz’de doğalgaz yatakları tespit etmesiyle başlamıştı. Stratejik silah olan enerji kaynaklarının keşfi Doğu Akdeniz’de var olan ülkeleri heyecanlandırmış ama çok kısa bir süre sonra ise bu heyecan yerini gerilime, oluşan umut yerini tüm enerjiye sahip olma düşüncesinde olan Rum Vandallarının iştahsızlığıyla kaosa bıraktı.

Uluslararası anlaşmalar yok sayılarak Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tüm hakları gasp edilmek adına çirkin senaryolar planlandı.

Neden mi çirkin senaryolar planlandı? Türkiye’nin güçlü olmasından rahatsız oluyorlar…

Neden mi güçlü olmamızdan rahatsız oluyorlar? Bağımlı olmayan bir Türkiye istemiyorlar…

Peki bizi durdurabildiler mi?

Sismik gemilerimiz tüm tehditlere, kanun tanımaz tavırlara rağmen Doğu Akdeniz’de arama yapmaya devam ediyor.

Karadeniz’de keşfettiğimiz doğalgaz müjdesinin ardından Doğu Akdeniz’de de yeni bir keşif müjdesi için hiç durmadan kararlı bir şekilde çalışıyoruz, çabalıyoruz…

Karadeniz’in aydınlığındaki hakkımız nasıl birilerine kara gün olduysa Doğu Akdeniz’de yapacağımız keşif birilerini çıldırtacaktır.

Çıldıracaklar…

Çıldırtacağız…

Bu sebeple durmadan çalışacağız…

Güney Kıbrıs Rum Kesimi (GKRK) ile Fransa arasında 1 Ağustos’ta yürürlüğe giren savunma iş birliği anlaşması kapsamında, Fransa Hava Kuvvetlerine ait 2 savaş uçağı geçtiğimiz ay Kıbrıs Rum Kesiminde bulunan Andreas Papandreu Hava Üssüne indi.

Fransız uçakları Rum kesiminin tek taraflı ilan ettiği sözde münhasır ekonomik bölge içerisinde devriye görevi gerçekleştiriyor. Bu uçaklar ayrıca bölgede bulunan Fransa’nın deniz kuvvetleriyle de iş birliği yapıyor.

Fransa’nın orada ne işi var?

Kaşınıyorlar mı?

Eski defterleri mi karıştırıyorlar?

Evet hem kaşınıyorlar hem de kuyruk acıları var…

Adanın güneyini parsel parsel uluslararası şirketlere kiraya veren Rumların planları ise boş tehditlere karşı Türk Silahlı Kuvvetlerinin gücünü bölgede göstermesiyle bozulmuştur.

ABD Dışişleri Bakanı Pompeo 2 yıl önce bölgeye gelerek, İsrail, Yunan ve Güney Kıbrıs Rum yönetimleriyle bölgenin enerji yatırımları ve güvenliği ile alakalı bir görüşme yapmıştı. Uluslararası aktörlerin gözünün Doğu Akdeniz’de olduğunun bir ispatı olan bu görüşmenin ardından ise Rusya bu durumdan rahatsızlık duyması vesilesiyle Türkiye’nin yanında yer aldığını yedi cihana duyurmuştur.

Hatta birçok konuda ABD ile birlikte olan Türkiye’nin Doğu Akdeniz sorununda Rusya ile beraber ABD ile karşı karşıya geldiğini de söyleyebiliriz.

Biz Rusya ile enerji anlaşmalarına imza attıkça, ABD’de Yunanistan ve Rumlarla bir dizi projelerde yakınlaşıyor.

ABD, İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi arasında enerji planları bazen açık açığa bazen de arka planda yapılıyor.

ABD HASIMI OLAN RUSYA’YA AVRUPA’NIN BAĞIMLI OLMASINI İSTEMİYOR

Aslında Doğu Akdeniz’deki enerji krizi ABD’nin, Kuzey Akım 2 boru hattı ile Avrupa’nın Rusya’ya daha bağımlı hale gelmesinden rahatsızlık duymasından kaynaklanıyor.

ABD bu projeye alternatif olarak sıvılaştırılmış kayagazından elde edilen doğalgaz sevkiyatını artırmayı tercih etti ve 2 yılda LNG satışlarını 3 kata çıkarmayı da başardı.

ABD’nin Doğu Akdeniz’de devreye girmesi Rusya’nın bölgede artan gücünü kontrol etme olarak yorumlanması doğru bir tespit olsa da dolaylı yoldan Türkiye’nin menfaatlerine de sekte vuruyor.

Ah Amerika dediğinizi duyabiliyorum…

Doğu Akdeniz’de bir Amerika eksikti…

ABD’siz bir kaos, onların olmadığı bir huzursuzluk düşünülemez…

Ne ABD’nin Doğu Akdeniz’de varlığı ne de Rum vandallarının boş tehditleri Türkiye’nin sondaj gemileriyle arama yapmasına engel olamıyor ve olamayacak.

Bazı olaylar vardır ki! ülkelerin, tüm coğrafyanın ve milletlerin kaderi ona bağlıdır. Türkiye’nin enerji arayışı aynen böyle bir durumdur.

Enerji arama çalışmamız Yunanistan’ı tam anlamıyla darmadağın ederek kimyasını bozmuştur.

Yunanistan ben sadece kendi hakkımı değil, tüm Avrupa’nın hakkını aramak adına Türkiye ile karşı karşıya geldiğini dillendirerek kendisine destek veren ülke sayısını çoğaltma niyetindedir.

Bu konuda AB’nin tam desteğini alamaması da Yunan cephesinde hayal kırıklığı yaratmaktadır.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile yaptığı son telefon görüşmesinde Doğu Akdeniz değerlendirildi. Cumhurbaşkanımıza yakın kaynaklardan aldığım bilgiye göre Rusya’nın, Yunan, İsrail, Fransa ve ABD dörtlüsünün planlarına karşın Türkiye’nin yanında olmakta kararlı olduğunu da öğrendim.

Atina ile EastMed boru hattı projesinde de ortak olan İtalya Başbakanı Giuseppe Conte’nin Cumhurbaşkanımız Erdoğan ile mutabık kalınan görüşme gerçekleştirmeleri İtalya’nın Doğu Akdeniz krizinde bir denge olacağı şeklinde yorumlanıyor.

Peki son sözü kim mi söyleyecek?

Fatih Sultan Mehmet’in adını taşıyan; “Fatih Sondaj Gemisi” Karadeniz’de nasıl son sözü söylediyse, Yavuz Sultan Selim’in adını taşıyan; “Yavuz Sondaj Gemisi” ve Kanuni Sultan Süleyman Han’ın adını taşıyan; “Kanuni Sondaj Gemisi” de Doğu Akdeniz’de son sözü söyleyecek.

Çin-Hindistan sınır çatışmalarına bakış

Çince’de merkez devlet anlamına gelen bir tabirden türetilmiş bir betimleme olan Çin ifadesi; dünyanın en eski medeniyetleri arasında sayılan bir Uzakdoğu ülkesini tanımlamaktadır. Bölgedeki arkeolojik buluntular Homoerectus dönemine kadar tarihlenebilmekle beraber geleneksel Çin hanedanlığının ilkinin (Xia Hanedanı) M.Ö. 2100’lerde ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Uzak doğuda yer alan bu ülkede, tarih boyunca müteaddit defalar hanedan değişiklikleri olmuş ve birçok kez de genişleme, bölünme ve tekrar birleşmeler yaşanmıştır. Bununla beraber Çin, tarihi boyunca dünya için önemli bir teknoloji merkezi olmuş ve ipek, barut, matbaa, barut gibi inovatif eleman veya aparatların ilk prototiplerinin çıkış ülkesi olmuştur. Bu bağlamda da tarihi “İpek Yolu” olarak nitelenen ve Çin’i Avrupa’ya bağlayan önemli ticaret yolu gelişmiştir ve dolayısıyla dünya ekonomisini etkiler bir rol üstlenmiştir. 1949 yılında ise son imparatorluk hanedanı yıkılarak ana kara bölgesinde Çin Halk Cumhuriyeti kurulmuştur. Halen dünyanın en büyük nüfusuna sahip olup en büyük kara alanı bulunan ülkeler arasında yer almaktadır.

Hindistan ise, güney-doğu Asya’da yer alan nüfus olarak dünyanın ikinci, kara alanı bakımından da yedinci büyük ülkesi durumundadır. Hint coğrafyası ülke olarak birlik ve bütünlük içinde olmaktan ziyade farklı ırk, din ve kültürlerin beraber yaşamaya çalıştığı mozaik bir yaşam tarzını benimsemiş görünmektedir. Bununla beraber arkasında Taç Mahal gibi bir eser bırakmış olan (Türkiye Cumhurbaşkanlığı forsunda bir yıldız ile temsil edilen bir Türk Devleti olan) Babür İmparatorluğuna da ev sahipliği yapmıştır. Hindistan baharatlarıyla ünlü olup, tarih boyunca “Baharat Yolu”nun başlangıç ülkesi olmuştur. 19 yy.da İngiliz sömürgesi olan Hindistan nihayet 1947’de bağımsızlığını kazanmıştır. 

Çin ve Hindistan, her ikisi de tarihte ticaret çıkış ülkesi iken sanayi devriminden sonra etkinliklerini önemli ölçüde kaybetmişlerdir. Ancak her iki ülke de esas itibariyle 20. Yüzyılın ikinci yarısında tekrar dünya sahnesinde etkin olarak yerlerini almaya başlamışlardır. Bu bağlamda 21. yy.a girilirken her ikisi de “Uzak Doğu’nun Parlayan Yıldız”ları olarak nitelenmeye başlamışlardır. Bu iki ülke de dünya sermayedarlarının önemli miktarlarda yatırım yaptığı ülkeler arasında yer almaktadırlar.

Çin-Hindistan Çatışması

Çin ve Hindistan, bölgelerinde etkinliklerini artırdıkça, ülke sınırlarında barışçıl olmayan durumlar yaşamaktadırlar. Sorun, ilk olarak Çin’in Tibet’e girmesinden sonra1962 yılında ortaya çıkmış ve sınır harbi yaşanmıştır. O tarihte Çin üstünlük sağladıysa da ateşkes ile eski sınırlarına çekilmişlerdir (Şekil 1). 1995 ve 1996 yıllarında barış anlaşması imzalandıysa da günümüzde de halen orada da sınır sorunları yaşanmaktadır.

Son olarak yine sorunlu bir bölge olan Keşmir sınırında çatışma yaşanmıştır. Nükleer güce sahip söz konusu bu iki ülkenin (Keşmir Bölgesinde) Mayıs-Haziran 2020’de ortaya çıkan sıcak sınır çatışması sonucunda başlangıçta 20 Hintli asker ölmüş, ancak takiben iki tarafın da kayıpları olmuştur. Şimdilik bir durulma olsa da her an yine bir çatışma çıkma olasılığı bulunmaktadır. Burada Keşmir bölgesi üzerinde de durmak yerinde olacaktır. Keşmir; derin tarihi olan ve kadim uygarlıklara kadar dayanan, önceleri Hint coğrafyasının kuzeyinde bulunan verimli bir vadiyi betimlerken zaman içinde tüm yöreyi tanımlayan stratejik bir bölgeyi ifade etmektedir. Bu bölgeye, (geçiş yolları açısından stratejik öneme sahip olması nedeniyle) hâkim olmak isteyen pek çok kavim ve devletler olmuştur. Büyük İskender’den, Gaznelilere, Moğollardan Hintli Mihracelere, Babür Hanlarından Emeviler’e kadar dönemlerinin etkin pek çok gücü bölgeye egemen olmak istemişlerdir. Ancak, birçoğu sert tabiat şartları nedeniyle pek de başarılı olamamışlardır. Başarılı olanlardan önemli biri Babür İmparatorluğudur ve bölgeyi bir eyalet olarak kendine bağlamıştır. 20. Yüzyılın başında ise bölgede İngiliz hâkimiyeti söz konusu olmuştur. Halen Müslümanlık, bölgeyi önemli ölçüde etkileyen bir metafor durumundadır.

Bilindiği üzere Keşmir Sorunu 1947’den beri Müslüman Pakistan ile Hindu ağırlıklı Hindistan’ın iki ayrı ülke olarak bağımsızlıklarını ilan etmesiyle başlamıştır ve zaman zaman alevlenerek süre gitmektedir. Hâlihazırda sorun çözülmemiş olup Keşmir’de parçalı bir yapı söz konusudur (Şekil 2). Hindistan, Keşmir’in kuzey sınırındaki bölgeyi “Cammu Keşmir” eyaleti adı altında kendine bağladığını ilan etmiştir. Söz konusu bu eyalet, halen Hindistan’da Müslümanların çoğunlukta olduğu tek eyalet durumundadır. Pakistan ise kendi kontrolü altındaki Keşmir’e “Azad Keşmir (Bağımsız Keşmir)” ve “Gilgit Baltistan” olarak iki özerk bölge statüsü vermiş bulunmaktadır. Çin ise Aksai bölgesinde kontrol etkisini hissettirmektedir. Ancak, bölge için net sınırlardan bahsedilmesi pek de mümkün olamamaktadır. Gelişmelere göre dinamik bir durum söz konusudur, bu da bölgede sınır sorunlarının yaşanmasına neden olmaktadır.

Keşmir, şimdiye kadar Pakistan ile Hindistan arasında yaşanan sorun diye bilinirken, şimdi Çin, Keşmir’de genişleme politikası güderek Aksai bölgesinin kendisine ait olduğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla, Çin ile Hindistan söz konusu stratejik bölgeler üzerinden çatışır duruma gelmiş bulunmaktadır.

Ekonomik ve Enerji-Politik Değerlendirme

Bilindiği üzere dünyanın en yüksek sıradağları olan Himalayalar ile Karakurum, Pir ve Pancal dağlarının uzantısı Keşmir’de birleşmekte ve dolayısıyla jeolojik olarak özel bir yapıya sahip bulunmaktadır. Bu bağlamda geçmişte olduğu gibi günümüz için de stratejik geçiş bölgesi durumundadır ve ilaveten zengin yer altı zenginliği potansiyeline sahiptir.

21. yüzyıl’ın belki de en önemli ekonomik ve enerji-politik projesi olmak üzere; (“One Belt One Road –OBOR)  “Bir Kuşak Bir Yol” projesi adıyla anılan Modern İpek Yolu Projesi önerilmiş bulunmaktadır. Öz olarak belirtilmek istenirse, projenin amacı;  tarihte önemli ve öncelikli bir yol ve güzergâh olma niteliğini taşıyan Tarihi İpek Yolu’nun (modern arterler yaratılarak) yeniden canlandırılması olmaktadır. Böylelikle, modern ipek yolunun yeniden tarihte olduğu gibi geçtiği bölge ve ülkelerin yadsınamaz önemde olacağı düşünülmektedir. 

Günümüzde enerji hatları ile ana yolların birbirini takip ettiği düşünülürse, konunun enerji-politik önemi de kendini göstermektedir. Nitekim, projenin Çin tarafından lanse edilen nitelemesi “Bir Kuşak Bir Yol (One Belt One Road –OBOR)” ifadesinde yol kelimesinden önce kuşak betimlemesi yer almaktadır. Bu da, projenin ticaret yolunun ötesinde çok daha derin anlamlar ifade ettiğini göstermektedir. Enerji-politik anlamı da  bu kapsamda öne çıkmaktadır. Nitekim söz konusu bu bölgeler için enerji hatları projeleri de gündemdedir. 

Modern İpek yolu Çin’den Londra’ya uzanan geniş bir bölgeyi birbirine bağlayacak gibi görünmekte ve gerçekleşmesi halinde dünyanın en önemli ticaret yolu olacağını düşündürmektedir. Kara ve deniz bağlantı hatlarının hayata geçirilmesi ile olay daha da genişleyebilecek ve tüm dünyayı birbirine bağlayan ticari ve de enerji-politik ağı oluşturabilecektir. Daha şimdiden konuya ilişkin haritalar çizilmektedir

Bir Kuşak – Bir Yol Projesi”nin genel güzergahı yöresel ve bölgesel detaylarında değişiklik gösterebileceğini de ifade etmek gerekir. Ancak, bazı düğüm noktaları yadsınamaz önem taşımaktadır. Söz konusu düğüm noktalarından biri Keşmir Bölgesi olup sarp ve geçit vermeyen Himalaya Sıradağlarının geçiş verdiği bölgeyi ifade etmektedir. Dolayısıyla, bu bölge stratejik ve lojistik öneme sahiptir. Bir başka deyişle, bölge Orta Asya’nın Hint Okyanusu’na çıkışı için ve de Doğu-Batı ekseninde Modern İpek Yolu’nun geçişine ilişkin düğüm noktası olabilecek niteliktedir. Modern ipek yolunun önemli bir kara ve deniz yolu bağlantısının da bu güzergah üzerinden olacağı düşünülmektedir. Fazla olarak projenin önemli bir limanı olarak tesis edilen Gwadar limanına Orta Asya’dan çıkış yolu üzerinde yer almaktadır (Şekil 3). Bu durum  Keşmir’i öne çıkarmaktadır. Hal böyle olunca, nükleer güce sahip ülkelerin sıcak çatışmayı bile göze almalarının nedeni daha anlaşılır olabilmektedir.

Sonuç

Stratejik bir öneme sahip Keşmir Bölgesinde, hayli uzun süreçten beri  zaman zaman farklı çatışmalar yaşanmaktadır. Önceleri, Pakistan-Hindistan arasında sıcak çatışmaya kadar varan gerilimler yaşanırken, son dönemde sorun Çin-Hindistan gerilimi ve çatışması olarak kendini göstermiş bulunmaktadır.

Orta Asya’yı Hint Okyanusu’na bağlayan başat bir geçiş noktası olan bu bölge, Modern İpek Yolu Projesi’nin lanse edilemesinden sonra katmerlenen bir stratejik öneme sahip olmuş bulunmaktadır. 21. Yüzyılda “Uzakdoğu’nun Parlayan Yıldızları” olarak nitelenen Çin ve Hindistan her ikisi de bölgede etkin olmak istemektedir. Bir başka deyişle aralarındaki rekabet kızışmaktadır. Hindistan, coğrafik olarak Hinterland’ına daha yakın konumdaki bölge üzerinde kendini daha yetkin görürken, Modern İpek Yolu Projesi’nin ana partneri durumunda olan Çin de proje için yadsınamaz önemi bulunan bu stratejik bölgeyi kontrol etmek istemektedir. Oysa bölge yaşayanları bağlamında yöresel ve dinsel paylaşımı daha çok olan ülke, Pakistan olmaktadır.

21. Yüzyılın değişen dünyasında bu bölge son derece stratejik olup, Çin ve Hindistan arasındaki sınır çatışması olarak nitelense de gerçekte hiçbirine ait olmayan Keşmir toprakları üzerinde sınır çatışması altında sıcak çatışma ve gerilimler yaşanmaktadır. Bu da konunun üzerinde durulması gereken ayrı  bir veçhesini oluşturmaktadır.

Öz olarak ifade edilmek istenirse, Çin ve Hindistan (ve hatta Pakistan) arasındaki sıcak çatışmaya kadar varabilen gerilimler zaman içinde devam edegidecek nitelik taşımaktadır. Ne var ki; dünyanın bir çok yerinde gözlendiği gibi bu bölgede de, gerçek ekonomik ve enerji-politik nedenler perde arkasında tutularak farklı gerekçeler gösterilerek sıcak çatışmalı şartların gündeme gelmesi çok mümkün görünmektedir.

Demir Döküm WhatsApp Hattı ile tüm taleplere çözüm üretiyor

Covid-19 pandemisiyle birlikte WhatsApp uygulamasıyla müşterilerine “EvdeKal” diyerek keşif destek ve görüntülü keşif hizmeti vererek büyük beğeni toplayan Demir Döküm, tüketici dostu hizmet kalitesini genişletti. Demir Döküm müşterileri, pandemi sonrasında da dilerlerse çağrı merkezini arayarak dilerlerse Whatsapp Hattı üzerinden tek tıkla tüm taleplerini iletebilecekler.

Türkiye’nin ısıtma sektöründe en iyi müşteri deneyimini yaşatan firması Demir Döküm, müşterilerinin hayatını dijital hizmetlerle kolaylaştırmaya devam ediyor. Demir Döküm, Covid-19 pandemisindeki sosyal izolasyon sürecinde müşterilerinin hayatını kolaylaştırmak ve tüm ihtiyaçlarını karşılamak için hayata geçirdiği Whatsapp Hattı uygulamasının içeriğini genişletti.

Demir Döküm müşterileri artık dilerlerse Demir Döküm Müşteri İletişim Merkezi numarası olan 0850 222 1 833 ile tek tuşla WhatsApp Hattı üzerinden de Demir Döküm’e 7 gün 24 saat ulaşabilecekler. Demir Döküm WhatsApp Hattı; müşterilerine servis talebinden, yetkili satıcı bilgisine, arıza bildiriminden, keşif talebine ve daha birçok bilgiye saniyeler içerisinde ulaşma imkanı sunuyor. 

Demir Döküm’ün, sosyal izolasyon sürecinde müşterilerinin ve iş ortaklarının hayatını kolaylaştırmak için birçok önemli uygulamayı hayata geçirdiğini hatırlatan Demir Döküm Pazarlama Direktörü Bilge Kıran, “Covid-19 pandemisiyle birliktetüm paydaşlarımızın sağlık çekincelerini ortadan kaldırmaya odaklandık. ” dedi.