22.3 C
İstanbul
Çarşamba, Haziran 18, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 52

Karabağ’ın Har-ı Bülbül Destanı

Bizim kuşağımız doksanlarda “Ya Karabağ ya ölüm, başka yolu yok artık!” diyerek meydanlarda yürürken büyüdü. Hatta yürürken Ermeni karşıtlığından ziyade; Ermeni çetelerin zulümlerini dinlediğimiz nenelerimiz ve dedelerimizin anlatıları bizi diri tuttu. Yürüyüşlerimiz gibi haykırışlarımızda ceddimize olan hürmetimizdendi.

Ermenistan’ın toprak işgaline direnen Azerbaycan’da, cephedeki askere moral için nam-ı diyar Ozan Arif tarafından seslendirilen “Ya Karabağ ya ölüm” şiiri o zamanlar marşımız gibiydi. Pionner Osman’ın sadık müşterisiydik. 85’lik hoparlörlerin, yüksek baslı, bol tiz donatılı ses sitemleri ile Doğan SLX araçlarımızın camlarını açarak, sokakları bu marş ile arşınlardık. Hem biz dinlerdik hem de millet ve pek ala illete dinletirdik.

Şükürler olsun ki!

Karabağ özgürlüğüne kavuştu…

2783 şehidimiz  ‘Ya Karabağ ya ölüm, başka yolu yok artık’  hakikati ile hakka yürüdü. Bizler de tek millet olarak sadece Şuşa’da yetişen Har-i Bülbül Çiçeği’ni (Xarı Bülbül) şehitlerimizin hatırasına nişan yaptık. Mevlitler okutarak kahramanlarımızı rahmet ve minnetle yad ettik. Her “karabağ” da belki de her “kara” deyişte yeniden ve daima anmaya da devam edeceğiz.

Parmaklarım bu cümleleri sizlere ulaştırmak için hareket ederken; Azerbaycan’ın Mehmet Akif’i olarak bildiğimiz Ahmed Cavad’ın, “Çırpınırdın Karadeniz, Bakıp Türk’ün Bayrağına” şiirini dinleyerek hislendiğimi de paylaşmak isterim. Biz tek millet iki devlet olmaktan da öte ve hatta kardeşlikten de öte yürekdaş bir milletiz.

Bizim anılarımıza hürmeten 10 Kasım günü yerine 8 Kasım gününü zafer ilan eden Azerbaycan’da; Xarı Çiçeği, Karabağ’ın özgürlüğünün nişanı oldu. Geçmişte de laleler bir nişan olmuş ve şiirlere nakışlanmıştı.

1918 yılında Rus-Ermeni-İngiliz ittifakı ile katliama maruz kalan Azerbaycan Türk’lerine yardıma giden, Türk askerlerini lalelere benzeten Azerbaycanlı şair Telman Hacıyev’in şiiri hatırlar mısınız?

Meylim üzündeki gara haldadır

Hicranın elaci ilk vüsaldadır

Ne vahdır aşığın gözü yoldadır

Bir gonağgelesiz bize laleler.

Telman Hacıyev’in Laleler şiirini yazmasına neden olan olaylar; Ermenilerin ve Rusların Bakü’de ve Azerbaycan’ın diğer bölgelerinde masum sivil Türklere karşı başlattıkları katliamlardan dolayıdır. Mehmet Emin Resulzade Osmanlı devletinden yardım talep etmiş ve talebine Hızır gibi yetişilmiştir.

Padişahın talimatıyla Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusu, Azerbaycan’a sefere çıkmış. Gence’de Ermenilerle karşılaşarak, çıkan çatışmaların ardından Ermeniler teslim olmuş ve Gence Ermeni zulmünden kurtarılmıştır.

Bu toprağın çocuklarından Telman Hacıyev’in“Laleler” şiirini, Ahmet Cevad’ın “Çırpınırdın Karadeniz” eserini silmek mümkün mü?

Fakat ne olduysa bir dönem geldi ve birileri “Hepimiz Ermeniyiz!” diye meydanları doldurdu.

Şaşırmıştım…

Türk olmanın, bir olmanın ve bu cennet için kan ve ter dökmenin onur ve haysiyetini nasıl olur da unuturduk. Bize bunu nasıl unuttururlardı. Çıldırırdı karadeniz türküleri, Laleleri solardı memleketin. Neyse ki bu şarlatanlıkların üstesinden de geldi aziz milletimiz.

Şimdi ozanlar, şairler, bestekarlar… hasılı tüm sanat ustalarımız, iftiharla tarihe not düşsünler eserleriyle… Karabağ desinler, Har-i Bülbül desinler, yeniden Aşk desinler ve daima Vatan desinler.

Bizler de;  “Ne mutlu Türküm diyene!” diyelim…

81 ile ihracat atağı için düğmeye basıldı

Ticaret Bakanlığı hayata geçirdiği “81 İlde İhracata İlk Adım Programı” ile yeni bir ihracat hamlesi başlattı. Program kapsamında Bakanlık, Türkiye genelinde sahaya inerek potansiyeli olduğu halde ihracat yapamayan firmaları ihracata yönlendirecek.

Ticaret Bakanlığı, ihracat atağını “81 İlde İhracata İlk Adım” Programı ile sürdürüyor. Program kapsamında Bakanlık, Türkiye genelinde sahaya inerek potansiyeli olduğu halde ihracat yapamayan firmaları ihracata yönlendirecek. Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan, Cumhurbaşkanlığı Dolmabahçe Çalışma Ofisi’nde “81 İlde İhracata İlk Adım” Programını tanıttı. Program, ihracat potansiyeli olduğu halde hiç ihracat yapmamış ya da son 10 yılda bir kez ihracat yapıp bırakmış firmalara danışmanlık hizmeti verilmesini kapsıyor. Bu doğrultuda, alanında uzman mentorlarla firmaların bir araya getirilmesi ve firmalara mentorluk hizmeti verilmesi hedefleniyor.

Ticaret Bakanı Pekcan tüm çalışma ve projelerinin tamamlandığını ve doğrudan sahaya inerek firma bazında işleyecek bir program olan 81 İlde İhracata İlk Adım Programımızı başlattıklarını duyurdu. Bakan Pekcan, Adana, Kahramanmaraş, Konya, Manisa ve Samsun’da pilot uygulamasına başladıkları 81 İlde İhracata İlk Adım programıyla Türkiye’nin yüksek katma değerli ihracatını artıracaklarını belirterek şöyle konuştu: “İhracatta tecrübeden daha güvenli bir kaynak yok. Yereldeki firmalarımızla birebir çalışarak onların ihtiyaçlarını birebir çözümleyerek onlara yetkinlik desteğinde bulunacağız. Program ile ihracat ailemize, Türkiye genelinde çeşitli sektörlerde yepyeni üyeler kazandırmış olacağız. İhracat ailemizi genişletmiş olacağız. Türkiye ihracatla büyümeye devam edecek.” 

“81 İlde potansiyeli olan firmalar araştırılacak”

Firmaların özelliklerini bütüncül yaklaşımla incelediklerini aktaran Pekcan, ardından firmalarla konuşarak ihtiyaçları analiz ettiklerini anlattı. Pekcan şu değerlendirmede bulundu: “5 ilimizde kapasite raporuna haiz 6 bin 882 firmamız mevcut. Bunların içinden 2 bin 773 firmamızın ihracat potansiyeli olduğunu tespit ettik. Programı daha geniş bir kitleye yaymadan önce, mümkün olan en iyi yapıya kavuşturmak amacıyla 5 ilde uygulamalarımızı sürdüreceğiz. 40 ilimizde kapasite raporu olan 16 bin 570 firmamız var ve bunların arasında 7 bin 277 firmanın ihracat yapma potansiyeli olduğu halde ihracat yapmadığını tespit ettik. Şu an itibarıyla çalışmanın ikinci aşamasında 70 il için potansiyel ihracatçı pozisyonunda olan 11 bin 444 firmamız ile ilgili analizleri de tamamlamış bulunuyoruz. 81 il için de analizlerimizi süratle tamamlayacağız.” Pekcan, firmaların üretim ve ihracat kapasitelerini gözlemlediklerini ifade ederek, 40 ilde üretim yapan firmaların üretimlerini teknolojik olarak 4 sınıfta gruplandırdıklarını anlattı.

Pekcan, yüksek teknolojili ürün üreten firmaların pilot uygulamada yer almasını sağlayacaklarını söyleyerek şunları kaydetti: “Programımızın veri kriterlerine uyan firma seçiminden başlayacağız. Sonrasında her firmayla birebir ihtiyaç analizleri yapacağız. Bu ihtiyaçlar doğrultusunda da firma ihtiyaçlarına uygun mentorları tespit edeceğiz. 6 ay sonunda programı değerlendirerek 81 ildeki firmalarımız için, onların ihtiyaçlarına uygun yol haritalarını tespit etmiş olacağız.”

Vefatının 25. yılında İsa Yusuf Alptekin’i anarken…

0

Sene 2002 yılı idi. Doktora yapmak üzere Manisa Celal Bayar Üniversitesi’nden YÖK’ün 35. maddesi ile İstanbul Üniversitesi’ne görevlendirme ile gelmiş, Yüce Yaradan’ın bir lütfü olarak Zeki Velidi Togan, İbrahim Kafesoğlu, Mustafa Kafalı ve Gülçin Çandarlıoğlu gibi duayen hocalarımızın görev yaptığı bir kürsüye, Genel Türk Tarihi kürsüsüne, görevlendirilmiştim. Yine burada hocalık, yardımseverlik, güleryüzlülük, güvenme, motive etme, bir dava insanı olma adına bu hayatta ne öğrendiysek kendisinden öğrendiğim tez danışmanım Hocam Prof. Dr. Abdulkadir Donuk’un öğrencisi olma bahtiyarlığına erişmiştim.

Bu giriş paragrafının İsa Yusuf Alptekin ile ne alakası olduğunu merak edenleriniz olabilir. Aslında her şey Abdulkadir Donuk hocamın ders dönemi bittiğinde yanına çağırıp “evladım sana Doğu Türkistan’ın büyük kahramanı Osman Batur’u tez konusu olarak verelim” dediğinde başlamıştı.

Lisans ve yüksek lisans eğitimini tarih alanında bitirmiş, dahası doktora eğitimine de tarih bölümünde devam eden birisi olarak elbette Doğu Türkistan’ı ve onun bayrak şahsiyeti, yaptıklarıyla Abdulkadir Donuk hocamın da yazarları arasında olduğu “Türk Mücahidi İsa Yusuf Alptekin”i az da olsa biliyor, Doğu Türkistan’daki zulümden az da olsa haberdardım.

Lakin hayata bakışımız Abdulkadir Donuk hocamla yaptığım o görüşmeden sonra bu denli değişecek deselerdi inanmazdım. Hocam konuşmasını bitirdikten sonra yerinden kalkmış ve odasındaki kitaplar arasından “Esir Doğu Türkistan İçin: İsa Yusuf Alptekin’in Mücadele Hatıraları” adlı çalışmayı çıkartıp, “bunu okumakla başlayalım” demişti.

Kitap 1984 yılında Mehmet Ali Taşçı tarafından İsa Yusuf Alptekin Bey’in 1949 yılına kadarki biyografisini ihtiva ediyordu. Küçük puntolu yazılar ile dizgisi yapılmış yaklaşık 600 sayfalık eseri merhum Togan hocanın bize kısmet olan masasına geçip okumaya başladığımda, her sayfasında bir sonraki sayfada ne yazıyor diye merak ederek ilerlemiş, mesai bitmesine rağmen yerimden kalkamamış, gecenin kaçı olduğunu ancak görevlinin “hocam hâlâ çalışıyorsunuz, katları dolaşıyorduk ışığınızı açık görünce bakalım dedik” söyleyince fark etmiş, elimde kitap evin yolunu tutarak üç günde bitirmiştim.

İsa Bey’in 94 yıllık hayatının ilk 48 yıllık kısmına tekabül eden bu çalışmayı bitirince, Doğu Türkistan halkına yaşatılan vahşeti daha yakinen öğrenmekle kalmamış, bir dava adamı nasıl olur soruna da cevap bulmuştum.

Fedakarlığın ne demek olduğunu, bütün zorluklara nasıl metanetle sabredip, mücadele azminden vazgeçilmemesi gerektiğini, bütün yokluklara rağmen azmin insanoğluna neler yaptırabildiğini, vizyon sahibi olmanın öncelikle insanın kendisini yetiştirmekle mümkün olabileceğini, fikri olmayanın hamasetten başka bir iş göremeyeceğini, dahası başkasının değirmenine su taşımaya hizmet edeceğini, kendi durumunu iyice tetkik etmeyenin kurtuluş çaresi aramasının bulanık suda balık avlamak olacağını, karşınızda her anlamda sizden kat be kat güçlü olanlara karşı şuurlu mücadele edildiği takdirde başarının kendiliğinden geleceğini İsa Yusuf Bey’in hatıratının bu ilk kısmında bulmuştum.

Her sayfasında dahası her satırında çıkarmamız gereken onlarca dersler bulunan eserin, belki onlarca defa okumama rağmen hala gözlerim dolarak tekrar tekrar okuduğum doktora çalışma konum olan Osman Batur kısmı ise Doğu Türkistan toplumunun hak ettiği özgür yaşama emeline ulaşmak için nasıl birlik-beraberlik içinde çalışmaları gerektiği net bir şekilde ortaya koyması bakımında da kayda değer mesajlar vermekteydi.

İsa Yusuf Bey’in fikri dünyasını şekillendiren ikici dönüm ise 1932 senesinde Türkiye’de okumuş bir Türk milliyetçisi Dr. Mesut Sabri Baykozi olmuş, su akar mecrasını bulur diyebileceğimiz bir gerçeklikte iki dava adamı Çin’in Nankin şehrinde buluşup mücadelelerine başlamışlardı.

Üç Efendilerin hayatları ve mücadeleleri incelendiğinde görülecektir ki, 1948 yılında çıkardıkları “Erk/Bağımsızlık” gazetesinin küpüründe yazdıkları “ırkımız Türk, dinimiz İslam, yurdumuz Türkistan” prensiplerini şiar edindiklerini, Doğu Türkistan’ın başına musallat olan Çin zalimini kovarken bir diğer zalim Rus’u, Japon’u, İngiliz’i veya Amerikalı efendinin kuklası olmanın doğru bir tavır olmayacağını, Doğu Türkistan’ın kurtuluş davasının uzun, sabırlı ve disiplinli bir hatt-ı harekat ile mili bir siyaset takip edilerek mümkün olabileceğini mücadelelerinin merkezine yerleştirmişlerdi.

İsa Yusuf Bey ve dava arkadaşlarının Doğu Türkistan’da işbaşına geldiklerinde çıkardıkları “Erk” gazetesinin küpürü gibi açtıkları kütüphaneye “Yusuf Has Hacip” adını vermeleri, faaliyete geçirdikleri matbaaya “Altay” ismini koymaları, yazdıklarında Türk tarihinin bir parçası olduklarını, Doğu Türkistan’daki Kazak, Kırgız, Özbek, Uygur ve diğer Türk boylarının bir çınarın köklerini oluşturduğunu halka benimsetmek için mücadeleleri, onların birer “Türklük Mücahidi” olduklarını göstermektedir.

Zaten Doktora hocam Abdulkadir Donuk, Altan Deliorman ve İsa Kocakaplan’ın kaleme aldıkları “Türklük Mücahidi İsa Yusuf” adlı eser bu sıfatı yaptıklarıyla sonuna kadar hak eden bir bayrak şahsiyetin hayat mücadelesini anlatmaktadır.

Akademik hayatımın geri kalan kısmında İsa Yusuf Bey’in hatıratının 1980 yılına kadar ki kısmını yayınlamak, Diyanet İslam ansiklopedisinde “İsa Yusuf Alptekin” maddesini yazmak bendenize nasip olmuş, orada da İsa Bey’in “Türklük mücahidi” olmaya devam ettiğini müşahede etmiştim.

17 Aralık 1995 tarihinde bir asra yakın ömrünü vatanı ve milletine hâdim olarak geçiren İsa Yusuf Bey adına 1997 yılında evlatları tarafından kurulan “İsa Yusuf Alptekin Eğitim, Araştırma ve Sosyal Yardım Vakfı” başkanlığını yapmak da bu fakire nasip olmuş, gönül dostlarımızla beraber Üç Efendilerin 1948’de çıkardıkları “Erk” gazetesindeki “Dilde, İşte, Fikirde Birlik/Irkımız Türk, dinimiz İslam, yurdumuz Türkistan” şiarını devam ettirme gayretiyle İsa Yusuf Bey ve dava arkadaşlarının aziz hatırasına sahip çıkmaya gayret ediyoruz.

Her Doğu Türkistanlı ve Türk milliyetçisi İsa Yusuf Bey’in vefatının 25. senesinde bile hâlâ bu denli neden hatırlandığını, ismi söylenince davasının, davası söylenince isminin akla geldiğini etraflıca muhakeme etmeli, İsa Yusuf Bey dava arkadaşlarının mücadele ve ideallerini öğrenmeli ve hayatına tatbik etmelidir.

Aramızdan ayrılışının ve hakka vuslat edişinin 25. senesinde Beyimiz İsa Yusuf Alptekin’i saygı ve özlemle yâd ederken tekrar hatırlatıyoruz ki; “emin olunuz, Türk milleti emanetine sahip çıkmaya, ideallerini yeni nesillere öğretmeye devam edecek, ruhunuz şâd, mekânınız Cennet olsun…”

Fatura hobi balıkçılarına kesiliyor

Yıllardır hobi olarak olta balıkçılığı yapıyorum ve yaparken de bu aktiviteyi bilinçli bir şekilde icra etmeye gayret ediyorum.

Aynı zamanda profesyonel bir dalış eğitmeni, sualtı fotoğrafçısı, rehber balık adam olarak sualtında yaşamanın yeryüzünde yaşamaktan daha sağlıklı olduğuna inananlardanım. Sualtı faunası ve florasını bir eğitmen olarak öğrencilerime yıllardır öğretmenin gururunu yaşayan ben olta balıkçılığı konusunu köşemde ele almak istedim.

Geçenlerde sosyal medyada İstanbul boğazında gırgır tekneleri ile nasıl çevrildiğini resmen katliam yapıldığını herkes gibi bende hayretle ve üzülerek gördüm. Sosyal medyadan görmekle yetinmeyerek katliamın yapıldığı alanları gazeteci bir dostumla beraber giderek canlı canlı gözlemledik.

Bu konuda yetkili ve bilinçli olan birçok akademisyen yazılar yazdı ve bu katliamın durdurulması gerektiğini belirttiler.

Pandemi nedeniyle evlerine hapis olan olta balıkçıları da bu yaşananların acilen durdurulmasını haykırdılar.

Bu durumun sosyal medya haricinde ana haber bültenlerine de konu olmasına rağmen denizdeki gırgırlar sahile on beş metre yakın alanda ağ atmaya devam ediyorlar. Halk pazarlarında limit altı balıklar satılıyor, balık hallerinde denetim var ama bu limit altı balıklar oltacılardan mı çıkıyor diye sormak lazım.

İstanbul İl Tarım Orman müdürlüğü ekipleri, İBB deniz zabıtası ve ekipleri, Su ürünleri, İlçe tarım ve Emniyet Kuvvetleri boğaz balıkçıllarını sık sık denetliyorlar.

Geçtiğimiz gün yapılan denetimlerde kovalardaki balıkların limitleri ölçüldü yasalara uymayanlara cezalar yazılarak, ölçü cetvelleri hediye edildi. Bu çok güzel bir çalışmaydı ve bu duyarlılıkları için çok teşekkür ederim.

Tüm olta balıkçılarına 1380 sayılı su ürünleri kanunu anlatıldı ve kurallara uymaları sağlandı. Bu çalışmalarından dolayı yetkilileri tekrar tekrar tebrik ederim ama kendimde bir olta balıkçısı olarak sormak istiyorum; bizlere uygulanan yaptırım neden denizdekilere uygulanamıyor. Eğer uygulanıyor ise nasıl oluyor da boğazda savaşırcasına bu katliam hepimizin gözünün önünde tekrarlanıyor ve devam ediyor. Ben dahil defalarca şikâyet ettim boğazda sonuç iyi değil katliam devam ediyor.

Sahil Güvenlik, Deniz Polisi, Tarım ve Orman Bakanlığı yetkilileri ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi dahil olmak üzere herkes çalışıyor fakat bu katliam bitirilemiyor, tezgahlar limit altı balıklarla dolu,dolmasın kovalar dolmasın tezgahlar…

Trafik canavarlarının korkulu rüyası olan trafik fahri müfettişleri arkadaşlarımız trafikte ki kaosun bitmesinde önemli işler yapıyorlarsa, balıkçılıkta da fahri denetim sisteminin getirilmesi gerekmektedir.

Fahri deniz müfettişleri vesilesiyle yasa dışı avlanan teknelere el koyarak yediemin parklara çekelim, yasa dışı avlanan oltacıların da oltalarına el koyalım.

Geleceğimizi öldüren bilinçsiz avlanan herkese karşı topyekûn bir mücadele seferberliği başlatmalıyız.

Bilinçsiz avlananların önüne set vurmanın zamanı gelmiştir. Avrupa standartları gelirse kıyı balıkçılarının balık tutmak için masraf yapacaklarını da belirtmek isterim.

Bazı kıyı balıkçıları standartlara uymayan balıklar tutuyorlar. Böyle giderse Avrupa standartları uygulanırsa elimizdeki birçok ekipmanda çöpe gider. Hatta üstüne balık tutmak için para vermek zorunda kalırız. O sebeple burada da ciddi çalışmalar yapılmasının gerekli olduğunu da söylemek isterim.

Boğazlarda, körfezlerde ticari avcılığın yasaklanması lazımdır. Balığın göçüne, yavrulamasına, yuvalamasına, büyümesine izin verilmelidir. Olta balıkçılığı ve küçük tekneler girebilmelidir. Onlarda ağ atmamalı ve büyük tekneler tamamen açık denizde avlanmalıdır. Çünkü teknoloji ve kullandıkları cihazlar balığın kaçmasına müsaade etmiyor.

Şu an gırgırlarla yapılan avcılık değil katliamdır ve geleceğimizi öldürmektedirler.

Bu konuya duyarlı tüm hobidaşlarımı kurallara uymaya davet ediyorum. Bir çoğumuzun kurallara uyduğuna ve uymayanları da kurallara uyması adına uyardıklarına şahidim.

Ben ümitliyim ve her şeyin daha iyi olacağına eminim…

Kıyı balıkçılığı desteklenmeli diye tekrar tekrar uyarıyorum. Bizler birbirlerini eğiten insanlarız keşke gücümüz denizde bulunan herkese yetse ve onları da eğitebilsek ama görev bizden çok yetkililere ve yöneticilere düşmektedir.

Eminim ki! her bir yöneticimiz can siperane çalışıyordur.

O sebeple hep beraber çalışalım ve gelecekteki güzel günlerimizi bol balıklı, sağlıklı,umutlu ve bilinçli geçirelim.

Oltası suda olan tüm hobidaşlarıma rast gelsin…

Stratejik “Türk Kanalı” Projesi

2020 yılı Ocak ayı içerisinde Soçi’de Rusya, Belarus, Kazakistan, Kırgızistan ve Ermenistan liderlerinin katılımıyla gerçekleşen Avrasya Ekonomik Birliği (AEB) Zirvesi’nde Kazak Lider Nazarbayev, “Karadeniz ve Hazar Denizi’ni su yoluyla birleştirme fırsatını sağlayacak bir kanalın yapımı da umut verici proje olur” diyerek bölgede bir kanal yapılması için tartışma başlatmıştır. Bu yazı mevcut tartışmaya bir katkı sağlamak amacıyla kaleme alınmıştır.

Uluslararası ticaretin en önemli güzergâhlarını oluşturan kanallar, bulundukları ülkelerin stratejik konumlarını da büyük ölçüde etkilemektedirler. Başlıca örneklerini Süveyş, Panama, Kiel Kanalları olarak verebileceğimiz bu suyollarına zamanla yenileri eklenmek istenmektedir. Türkiye’nin deniz ticaret ağında ve denizcilik sektöründeki son yıllardaki yükselişi göz önüne alındığında, bu yöndeki projelere duyulan ihtiyaç gün geçtikçe artmaktadır. Bu doğrultuda ele alacağımız proje Türkiye’nin Hazar’ın doğusundaki ülkelerle olan ticaret ağı için geliştirilebilirliği tartışılması gereken bir projedir.

Türkiye, Hazar Denizi’nin doğusundaki ülkelerle ticaretini çeşitli yollarla ve oldukça zorlu koşullar altında yapmaktadır. Bu yollardan bazıları şöyledir; 1) Karayolu taşımacılığı, İran, Gürcistan veya Rusya üzerinden zorlu bir coğrafi yolculukla yapılmaktadır, 2) Rusya’nın Don/Volga nehirleri üzerinden yılın belirli dönemlerinde gemiler vasıtası ile Karadeniz’den Hazar Denizi’ne çıkılarak yapılmaktadır, 3) 30 Ekim 2017 tarihinde faaliyete giren Bakü-Tiflis-Kars demiryolu vasıtası ile Azerbaycan’a sonrasında da Kazakistan’a kadar deniz üzerinden ulaşarak yapılmaktadır. Tüm bu sayılan hususların en önemli ortak özelliği bu yolların zorlu diplomatik ve coğrafi şartlar altında gerçekleşiyor olmasıdır. Ayrıca ekonomik açıdan aşağıda bahsedeceğimiz projeden çok daha maliyetlidir. Çok basit bir örnek vermek gerekirse, “Kazakistan ve Özbekistan’a bir tır seramik ihraç etmek seramik bedelinin neredeyse üç katına mal olmaktadır.”

Tartışacağımız proje önereceğimiz çeşitli yollar ile oluşturulabilecek yapay bir deniz yolu (kanal) projesidir. Projenin ismi “Türk Kanalı” Projesidir. Projenin en önemli amacı Doğu Hazar limanlarına büyük lojistik depolar kurulması ve Türk üreticilerin mallarının o depolarda muhafaza edilmesinin sağlanmasıdır.

Projenin Gürcistan Poti’den başlatılması varsayıldığında 700 kilometre civarında kazılarak bir kanal yapılabilir veya bu şartlar altında gerçekleşmesi güç ise bir diğer yol olarak Karadeniz-Çoruh Nehri–Kura Nehri–Aras Nehri-Hazar Denizi yolu düşünülebilir. Burada Kura Nehri’nden faydalanılabilir. Türkiye’den başlayan nehir Gürcistan ve Hazar’a dökülmektedir. Yani bu noktada geriye sadece Çoruh Nehri’nden Kura Nehri’ne kanal açmak yetecektir. Zaten Kura Nehri tarihte sıkça taşımacılıkta kullanılmış bir nehirdir.

Türk Kanalı için birkaç bin tonluk özel tasarım ince uzun gemiler kullanılabilir. Bu gemiler İstanbul’dan yükünü aldıktan sonra Türkmenistan, Tahran, Kazakistan ve Hazar limanlarına çok daha masrafsız ürün götürebileceklerdir.

Proje gerçekleştiği takdirde Türk Kanalı’nın çeşitli stratejik, siyasi ve ekonomik etkileri olacaktır. Bunlardan bazılarını sayacak olursak: 1) Türkistan Bölgesi, Türkiye ile daha fazla ticaret yapmaya başlayacaktır. Türkiye bu yol ile daha ucuz hammadde satın almış olurken daha çok sanayi mamulü de ihraç etmiş olacaktır. 2) Stratejik önemi ülkemiz için çok değerli olan İstanbul Boğazı değerini daha da arttırarak Türkistan Bölgesine deniz kapısı açılmış olacaktır. 3) Türkiye’nin İran ile hali hazırda yaptığı ticaret tarihi zirvesine çıkacak ve Türk Kanalı projesi ile Tahran gibi önemli bir sanayi bölgesi ile milli sanayi bölgemiz Marmara yakınlaşmış olacaktır. 4) Bu proje ile ileriki yıllarda Türk malları sadece Türkistan bölgesi ile de sınırlı kalmayıp Çin ve ötesinde Pasifik bölgesine kadar ulaşmış olacaktır.

Bu kanal projesi hayata geçirildiği takdirde bir sonraki etapta Kazakistan ve Türkmenistan üzerinden yeni kanallar kurulabilir. Bunu yapmak bu projenin gerçekleşmesinden çok daha kolay ve maliyetsizdir. Yani bu proje vasıtası ile İstanbul Limanından yükünü alan bir gemi Özbekistan kanal limanına rahatlıkla gelebilecektir.

Türk Kanalının toplam maliyeti için Türkiye, Türkmenistan, İran, Gürcistan, Kazakistan ve Azerbaycan aralarında paylaşabilirler. Bu projenin petrol ve doğal gaz üreticisi bu ülkeler için maliyet sorun teşkil etmeyecektir. Bu projenin gerçekleştirilmesi Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan hükümetlerinin anlaşması durumunda yapılabilecektir. Bu ülkeler siyasi ve ekonomik olarak uyumlu ülkelerdir ve bu bağlamda projenin siyasi risk tarafı bulunmamaktadır. Ayrıca bu projenin küresel ve bölgesel barışa ve ekonomik istikrara önemli katkıları olacaktır.

Sonuç olarak bu proje önümüzdeki süreçte tamamlanmasa dahi planlanmalı, proje olarak hazırlanmalı, kamulaştırılmalı ve doğru zaman için bekletilmelidir. Türk Kanalı Projesi, Kazak Lider Nazarbayev’in de önerdiği gibi Türkiye ve bölge ülkelerinin çıkarına tartışılması gereken bir projedir.

Bir ninni: Futbolla iyi uykular

0

Bu makale ile üstüme yine yıldırımları çekeceğimi gayet biliyorum! Ama benim gibi düşünüp de “söylemeye cesaret” edemeyen bir “sessiz grubun da” olduğuna aynı şekilde eminim! Birileri konuşmalı, birileri duymalı, bazıları da bu haksızlık adına derin derin düşünmeli!

General Franco, ortalama kırk yıl İspanya’yı tek başına yönettikten sonra iyice yaşlanınca görevden alındı. Basın ünlü generale bu koca Avrupa ülkesini bu kadar uzun bir süre kendi iradesi ile nasıl yönettiğini sorunca General Franko’nun yanıtı gayet basitti. “Üç adet 50 bin kişilik beşik yaptırdım.” (A. Madrid, Real Madrid ve Barselona Statları) 

Arjantin diktatörü Videla, 1978 dünya kupası yarı finali öncesi Peru lideri Bermudez ile gizli görüşme gerçekleştiriyor. Perulu futbolculara sahada amaçsızca dolaşmaları emrediliyor, sonuçta Arjantin maçı 6-0 kazanıyor. Peru takımının kaptanı Chumpitaz “Bu benim hayatımın en acı en kötü günüdür, utanıyorum ama daha da fazla konuşamam” diyor.  Portekiz lideri, Salazar ise Portekiz halkını “sorunsuz yönetmek” adına uyguladığı benzer politikayı ünlü (3F) formülü ile açıklamıştı. Salazar, tüm desteğini esirgemediği Benfica’nın arkasına sığınıp dünyanın en uzun süre hükmeden acımasız diktatörü olarak Guinness Dünya Rekorunu kırmıştır.

Dönemin en yoksul ülkelerinden biri olan Finlandiya’yı bataklıktan kurtarmak amacı ile 1904 yılında, Prof. Snelman’ın önerisi ve ardından da meclis kararı ile bu ülkede profesyonel futbol resmen yasaklamıştır. Grigory Petrov Atamızın Türkçe’ye çevirttiği “Beyaz Zambaklar Ülkesinde, “Bir Milletin Uyanışı” adlı kitabında Prof. Snelman, futbolun toplumları nasıl oyaladığı ve zehirlediğini uzun uzun anlatmaktadır. Daha sonra bildiğiniz gibi Finlandiya dünyanın en refah ülkeleri arasında yer almayı başarmıştır.

Hürriyet Gazetesi’nde 12 Ekim 2003 Pazar günü yayınlanan bir söyleşide bir taraftar “futbol tutkusunu anlamakta güçlük çekeceksiniz. Ben 11 yaşımdan beri stat önünde sabahlarım. Evet, kar, yağmur, hortum dinlemeden, takımımı desteklemek için zor şartlarda statları gezerim” diyor. Sahiden bu şahsen aptalca tutkuyu ben hiç anlayamıyorum.

“Futbol” denen bağımlılığın bazı gerçekleri ile yüz yüze gelmeye hazır mısınız?

• Finans dünyasından sonra ülkemizde en çok paranın döndüğü bir sektörde profesyonel “futbol” dur. Yabancı futbolcular için ülkemiz bulunmaz bir cennettir. İlk üç ay vergiden muaf daha sonra da inanın çok az vergi veriyorlar.  Futbolcular bazen ek gelir olarak reklamlarda oynayarak ayda 300 bin Avro gibi inanılmaz paraları ceplerine rahatça indiriyorlar.

• Bir profesyonel futbolcu zaman zaman bir profesörün veya bir valinin yüz yıllık maaşını bir imza ile almaktadır.

• Çağdaş bir katı atık sahası, bir su arıtma tesisi, bir hastane, bir eğitim kurumu, bir yurt, yeni  bir orman, bir hayvan bakım merkezi, bir aşevi açacak kaynak bulmakta zorlanan çok sayıda belediye, profesyonel futbol kulüplerine her yıl daha “popüler” olmak adına inanılmaz boyutlarda kaynak akıtmakta, ve kendilerine sorulduğunda  ne yapalım “halk böyle istiyor.” şeklinde bence çok saçma bir açıklama yapıyorlar !

Lütfen beni yanlış anlamayın, katiyen “spora” karşı değilim. Ayrıca “tek spor” dalı da şüphesiz “futbol” değildir. Belki de aralarında en “ilkelidir”, futbol ayrıca unutmayın ki ayrıca bir “linç kültürüdür.”

Elbette gençler spor yapsın, futbol da oynasın! Spor yapan sağlıklı olur, sigara içme ve bağımlılık oranı da düşer. Ben profesyonel futbola harcanan para, ilgi ve zamana acıyorum.

Ben “İddia” diye anılan kumara,

Ben, Fotomaç, Fanatik gibi okurlarına hiçbir değer kazandırmayan bir yandan ağaçlarımızı tüketen gazetelere,

Ben, televizyonlarda tamamen “boş ve saçma” saatlerce süren beş dakika sonra hiçbir anlam ifade etmeyen futbol dedikodu ve yorum programlarına karşıyım.

Örneğin Pendik’te yaşayan bir lise öğrencisinin bir pazar günü Galatasaray Arena Stadyumunda (Arena: İnsanların birbirini öldürdüğü yer anlamına da gelir.)  maça gitme hikayesinin bir analizini yapalım !

• En az gidiş dönüş dört saat (Metroya rağmen) ulaşım araçlarında vakit kaybedecektir.

• Harçlığının önemli bir bölümünü bir kitap alacağına veya kendisinin veya ailesinin şahsi bir ihtiyacını gidereceğine bir maç uğruna harcamış olacaktır. 

• Stadyumda egzoz gazları, tütün, nefes, bengal ateşleri, havai fişekler, yakılan çöplerle zehirlenecektir. Ve stadyumda durduğu yerde zıplamaya başlayacak, belki de ana, avrat sövecek, “ne var ne yok” diye soracak olursanız yanıtı sadece bir kelime ile özetleyecek “geçirdik.”

• Maç bitiminde yaşanan kargaşa ve trafik sıkışıklığında yuttuğu zehirli gazları da göz önüne alınırsa eve vardığında tüm günü kelimenin tam anlamı ile “boşa” gitmiştir.

Aşının petrol talebine etkisi zaman alacak

Enerji Piyasaları Uzmanı Tolga Uysal, BAE ve Rusya gibi ülkelerle Suudi Arabistan arasındaki fikir ayrılığının gelecek aylarda petrol fiyatlarını baskılayabileceğini belirtti.

Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) ve OPEC dışı bazı petrol üreticisi ülkelerden oluşan OPEC+ grubunun ocak ayı için toplam petrol üretim miktarını günlük 500 bin varil artırma kararı piyasa beklentisini karşılamasa da uzmanlar, karar sonrasında petrol fiyatlarının 2021’in ilk çeyreğinde 40-50 dolarda sabitleneceğini öngörüyor.

OPEC+ üyesi 23 ülkenin enerji ve petrol bakanlarının bir araya geldiği toplantı da, grubun, ocak ayı için toplam petrol üretim miktarını günlük 500 bin varil artırarak günlük 7,7 milyon varillik mevcut üretim kesintisini 7,2 milyon varil olarak sürdürmesi yönünde karar çıkmıştı.

Piyasa beklentisi mevcut kesintilerin 3 ay daha devam etmesi yönündeyken, grup gelecek yılın ilk çeyreğinde her ay yapılacak toplantıyla bir sonraki ay için üretimini günlük 500 bin varili geçmeyecek şekilde artırma kararı almıştı.

Deriva Danışmanlık Kurucu Ortağı ve Enerji Piyasaları Uzmanı Tolga Uysal, gazetemize yaptığı açıklamada, OPEC+ grubu toplantısında bir anlaşmaya varılsa da toplantının üye ülkeler arasındaki fikir ayrılıklarını gün yüzüne çıkardığına dikkati çekti.

Uysal, “Üretim kesintilerinin azaltılması veya sonlandırılması gerektiğini savunan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Rusya gibi ülkeler ile Suudi Arabistan arasındaki fikir ayrılığı gelecek aylarda petrol fiyatlarını baskılayabilir. Toplantılarda BAE’nin OPEC içinde liderliğe soyunma hevesi yaptığı hamlelerle hissedilirken, Suudi Arabistan’ın OPEC eş başkanlığından ayrılmak istediği haberleri bunu doğrular nitelikteydi. Petrol üreticisi birçok ülkenin ileriye dönük petrol yatırım planlarında düşüş görülürken, BAE’nin gelecek 5 yılda bu yatırımlarını artırmak için onay alması da ayrı bir gösterge olarak karşımıza çıkıyor.” dedi.

OPEC+ ülkeleri arasında üretim kesintisine ilişkin uzlaşı sağlanmasına rağmen anlaşmaya uyum noktasında bazı soru işaretlerinin devam ettiğini belirten Uysal, “Genel anlamda daha önce planlanan üretim kesintisine yakın bir kesinti sağlansa da Rusya, BAE ve Irak gibi kotalarını aşarak fazla üretim yapan ülkelerin bunu nasıl telafi edecekleri ayrı bir tartışma konusu.” diye konuştu.

Uysal, OPEC+ grubu cephesinde yaşanan tüm bu gelişmelerin yanı sıra Libya’da hızla artan petrol üretimi, yeni dönem ABD-İran ilişkileri, yenilenebilir enerji yatırımlarına yöneliş ve ABD’deki aktif kuyu sayılarındaki artışın petrol fiyatlarını aşağı yönlü baskılayabileceğini vurgulayarak şunları söyledi:

“Kovid-19 salgınında artan vaka sayıları, salgınla mücadele kapsamında ABD’de yeni kısıtlamaların gelme ihtimali petrol talebini negatif etkileyecektir. ABD’deki artan petrol stoklarını bunun bir göstergesi olarak kabul edebiliriz. Ülkenin en önemli depolama merkezlerinden Cushing’de kapasitenin yüzde 82’lere ulaşması ve mart ayında yaşanan kriz seviyelerine yaklaşması fiyatların yukarı yönlü hareketlenmesini kısıtlayabilir.”

Yakın zamanda aşıya erişim sağlansa da bunun petrol talebine etkisinin biraz zaman alacağını ifade eden Uysal, “Petrol talebinin, dünya ekonomilerinin bir toparlanma içine gireceği beklentisiyle 2021’in ancak ilk çeyreğinden sonra, hatta ilk yarısından sonra artması bekleniyor. Bu durum Brent petrolün varil fiyatının bir süre daha 40-50 dolar bandında seyretmesine yol açabilir ancak ilk çeyrekten sonra 50-60 dolar bandı gündeme gelebilir. Petrolde geçen yıl başında gördüğümüz 65 dolar seviyesine ise 2021 ve hatta daha sonraki yıl ulaşılması güç.” dedi.

Ekstra variller küresel arzdaki azalmanın yanında küçük bir miktar

Rapidan Energy Group Başkanı Robert Mc Nally de OPEC+ grubunun kararının ham petrol fiyatlarını 40-50 dolar aralığında sabitleyeceğini belirterek, “OPEC+ grubu gelecek yılın ilk çeyreğinde yaşanabilecek stok artışına karşı hamle yaptı.” ifadesini kullandı.

Price Futures Group Kıdemli Piyasa Analisti Phil Flynn de şirketlerin sermaye harcamalarında ciddi kesintilere gitmesiyle birlikte petrol piyasasının yeni bir döneme girdiğine işaret ederek, “OPEC+ grubunun petrol üretimini kademeli olarak artırma kararı petrolde taban fiyatların sağlamlaştırılmasına yardımcı olacaktır. Grubun toplam kesinti miktarıyla karşılaştırıldığında gelecek yıl eklenecek ekstra variller, küresel arzdaki azalmanın yanında küçük bir miktar.” değerlendirmesinde bulundu.

Büyümenin temel kaynağı: güneş enerjisi

Yeni tip koronavirüs (Covid-19) salgını nedeniyle dünyanın enerji talebi 2021 yılında da azalmaya devam edecek.

Dünya’da petrol talebi, yüzde 8 azalarak günlük 100 milyon varilin aşağısı seviyelerde yer alacak. Enerji talebinde azalma, kömür’de yüzde 7, doğalgaz’da yüzde 3 ve elektrik’te ise yüzde 2 seviyelerine gerileyecek.

Enerjide talebin azalması arza da tesir edecek ve dolayısıyla dünya genelinde enerji yatırımları 4/1 oranında azalacak.

Dünyamızı, insanlığı ve geleceğimizi ilgilendiren en önemli gelişme ise enerjide arz talebin düşüşüne paralel olarak küresel karbon emisyonların yüzde 10’a yakın bir düşüş gerçekleştirmesi olacaktır.

Salgının bu sene küresel olarak kontrol altına alınması durumunda küresel enerji talebinin 2022 sonunda pandeminin devam etmesi halinde ise enerji talebindeki normale dönüşün daha uzun yıllarda gerçekleşmesi bekleniyor.

Salgın öncesinde, 10 yıl içerisinde enerji talebinin yüzde 12 artacağı öngörülürken, bu artış pandemi sebebiyle yüzde 9 şeklinde olacak.

Salgın nedeniyle taleplerdeki düşüşlerin enerji piyasasında oynaklık volatilite riskini de artıracağı öngörülüyor.

Hemen hemen birçok enerji kaynaklarından üretimin düşmesine rağmen, yenilebilir enerjiden elektrik üretiminde yükseliş rakipsiz bir şekilde devam edecek.

Teknolojik gelişmelere paralel olarak teşvik edilmesi sebebiyle maliyeti düşen yenilenebilir kaynaklar, dünya enerji piyasasının baş aktörü olma yolunda ilerlemektedir.

Elektrik talebi gelecek 10 yılda yüzde 20 artacak ve bu talebin yüzde 80’ini yenilenebilir enerji kaynakları tarafından karşılanabilecek.

Diğer enerji kaynakları olan yeni kömür ve doğal gaz santrali yatırımlarından daha az maliyetli elektrik kaynağı olması sebebiyle güneş enerjisi büyümenin temel kaynağı durumuna gelecek.

Bu maliyet avantajıyla güneş enerjisi 10 yılda yaklaşık 280 gw artış göstererek büyümeye devam edecek ve ortalama olarak bu büyüme yüzde 12 seviyelerine ulaşacak.

Gelecek 10 yılda yenilenebilir enerji kaynakları dünyanın elektrik talebinin % 50’sini karşılarken, Güneş enerjisi santralleri, Hidroelektrik santralleri, Rüzgar ve deniz üstü rüzgar santrallerine yapılan yatırımlarda artacak. Hidroelektrik, enerji talebinin karşılanmasında en büyük payı alırken, güneş en fazla büyüyen kaynak olacak.

Yenilenebilir enerji kaynaklarından üretimi yapılan enerjinin şebekeye sağlıklı bir şekilde bağlanması için elektrik şebeke şirketlerinin ciddi yatırımlar yapması da gerekecek.

Kömürün küresel enerji portföyündeki payı neredeyse 250 yıldır hiç düşmediği kadar düşecek ve 2040 yılında yüzde 20’nin altına kadar inecek. Yenilenebilir enerji kaynakları kömürün pabucunu dama atacak diyebiliriz.

Doğal gaz talebinin ise dünyada büyüme göstereceği gerçeğini hepimiz bilmekteyiz.

Ya petrol…

Aman petrol…

Kara elmas ne olacak…

Petrol, salgınla beraber ortaya çıkan ekonomik belirsizliğe paralel olarak dayanıksız halini sürdürecek ve 2019’daki rekor seviyelerine bir daha asla dönemeyecek.

Lityum üretim projesi ve önemi

Bilindiği üzere, Lityum periyodik cetvelde (hidrojen ve helyumdan sonra yer alan) 3 numaralı element olup en hafif metaldir. Yer kabuğunda lityum konsantrasyonu % 0,006 mertebesinde olup deniz suyunda 20 ppm kadar bulunmaktadır. Doğada 150’nin üzerinde lityum minerali bulunmasına karşın ticari ve ekonomik olarak değerlendirilenleri hayli limitlidir.

Lityum, günümüzde hayli farklı alanlarda kullanılmaktadır. Bu alanların başlıcaları arasında; uzay araçları, cep telefonları, nükleer teknoloji ve elektrikli otomobil bataryaları gibi farklı ve gelecek vadeden uygulama alanları yer almaktadır. Buna karşın dünyada lityum üretimi ve ticareti yapan ülke sayısı hayli kısıtlıdır. Lityum rezervine sahip olan ve lityum üretimi yapılan ülkeler arasında; Bolivya, Arjantin, Çin, ABD, Şili, Avustralya, Portekiz ve Zimbabve sayılabilir. Son olarak, Avrupa Birliği (AB) tarafından lityum “Stratejik Ürün” listesine alınmış bulunmaktadır. Türkiye’de ekonomik değeri yüksek lityum kaynağı bulunmamakla beraber Tuz Gülü’nde 325 ppm lityum tespit edildiği rapor edilmiştir. Buna karşın, Bor sahalarında kil içinde lityum bulunabilmektedir.

Öte yandan, bilindiği üzere Türkiye, dünya Bor rezervinin 2/3’ünden fazlasına sahiptir. Bu bağlamda, Türkiye’deki bor sahalarındaki killer içinde 2000 ppm mertebesinde lityum içeriği olduğu ifade edilmektedir. Özellikle, Bigadiç ve Kırka bölgesindeki bor rezervi bölgelerindeki lityum içeriklerinin daha yüksek olduğu da belirtilmektedir.

Lityumun Enerji Sistemleri için Önemi

Bilgi çağına geçmekte olan ve Endüstri 4.0 ile Endüstri 5.0 gibi ileri teknoloji uygulamaları çerçevesinde dünyamızda elektriğin yeri giderek artmakta ve farklı sektörlerde elektrik kullanımı yadsınamaz biçimde kendini göstermektedir. Bu bağlamda bataryalara olan gereksinim de her zamankinden çok daha fazla ortaya çıkmaktadır.

2020’li yıllarda, ülkemiz de dâhil olmak üzere pek çok ülke egzost gazı sorununa çare olarak elektrikli arabaları hayata geçirmek üzere projeler geliştirmektedirler. Elektrikli otomobil projeleri için önemli bir konu kullanılacak bataryalar olup, elektrikli arabaların kritik elemanını oluşturmaktadırlar.

Bataryalarda kullanılacak malzeme esas itibariyle lityum olacaktır. Bu durumda, dünyanın pek çok ülkesi elektrikli taşıtlara geçmeyi programlarına aldıklarından, lityum ihtiyacının düşünülenin de ötesinde artabileceği öngörülmektedir. Nitekim Avrupa Birliği, lityumu stratejik ürün olarak ilan etmiş bulunmaktadır. Şekil 1’de 2025’e yönelik lityum kullanımında beklenen artış trendi görülmektedir. Bu artış trendinin sonraki yıllarda da sürmesi beklenmektedir.

Oysa lityum dünyada çok da bol bulunmamaktadır. Fazla olarak dünyanın ancak belli ülkelerinde cevher olarak nitelenebilecek şekilde bulunmaktadır. Dolayısıyla talebin artmasıyla birlikte lityumun ekonomik değerinin de hızla artış gösterdiği gözlenmektedir. Şekil 2’de 2017 itibariyle önceki 15 yılda lityum fiyatlarındaki artış görülmektedir.

Öte yandan, günümüzde dünyada COVID-19 Pandemik salgını nedeniyle sektörlerin yavaşladığı ve dolayısı ile lityum talebinin halen reel talebin altında olduğu ifade edilmektedir. Bir başka deyişle pandemik salgın, etkisini yitirdikten sonra taleplerin artış trendinin etkinleşmesiyle fiyatların şimdiki fiyatların çok üstüne çıkabileceği ve lityumun tonunun 20.000 USD/ton seviyesine çıkmasının beklendiği ifade edilmektedir. Bir başka deyişle lityum, elektrikli arabalar başta olmak üzere birçok elektrikli enerji sistemleri için yadsınamaz öneme sahip olması nedeniyle talebi ve fiyatı arta giden bir karakter göstermektedir. Dolayısıyla lityumun önemi giderek artarak stratejik boyut kazanmaktadır denebilir.

Türkiye’nin Lityum Üretim Projesi

Türkiye otomotivde bir atılım hamlesi başlatmış bulunmaktadır. Bu bağlamda, elektrikli otomobil yapımı projesi yerli ve milli olarak “Türkiye Otomobil Girişim Grubu – TOGG” tarafından Bursa-Gemlik’te yapılmakta olan elektrikli otomobil üretim tesisinde gerçekleştirilecektir.

Toplam sabit yatırım tutarı olarak 22 Milyar Türk Lirası ve yatırım süresi olarak 13 yıl  olarak planlanan projenin ülkenin teknolojik gelişimine ve ekonomisine önemli katkı vermesi beklenmektedir. İlk prototipin 2022 yılında üretileceğinden bahsedilmektedir. Burada önemli bir mesele, elektrikli arabanın bataryası ve bataryası için gerekli olan lityumunun temini olmaktadır.

Dünyada birçok ülke, elektrikli araba yapımını programlarına aldığından, önümüzdeki dönemde lityum temininin önemli bir sorun olarak kendini göstereceği anlaşılmaktadır. Hatta “artık dünyada zenginliğin sembolü olarak lityumun gösterileceği” gibi iddialı ifadeler bile dile getirilmektedir.

Türkiye, konuya ilişkin kendi öz kaynaklarından lityum üretimine ilişkin bir proje başlatmış bulunmaktadır. Önemli ve stratejik bir maden olan ve ülkemizde dünya rezervinin % 70’i bulunan bor madeninin işlenmesi sırasında ortaya çıkan atık sudan lityum elementi üretilmesi amacıyla son derece önemli bir projeye yol verilmektedir. T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı tarafından Temmuz 2020’de bor sahalarındaki killerden yararlanılarak lityum üretimine başlanacağı açıklanmıştır. İlk etapta 10 ton lityum üretim kapasitesinin devreye alınmasının planlandığı ifade edilmiş bulunmaktadır.

Burada şunu da belirtmek yerinde olacaktır ki; Türkiye, 2016 yılında yaklaşık 4.600 kilogram lityum ithal etmiş ve bu ithalat için yaklaşık 94 milyon dolar ödemiştir. 2019’da ise lityum ithalatı 9 bin kilograma kadar yükselmiştir. Dolayısıyla ilk etapta üretilecek olan 10 tonluk lityum miktarının şimdilik ihtiyacı karşılayabileceği anlaşılmaktadır. Ancak, bu miktarın artırılabileceği ve hatta yurtdışına ihraç edilebilecek potansiyelin oluşacağından da bahsedilmektedir.

Lityum üretimi için bor sahalarında, killer içerisinde 2.000 ppm’e yaklaşan lityum içeriğinin dönüştürülerek lityum karbonat olarak ilk üretimin gerçekleştirilebildiği ifade edilmektedir. Bu bağlamda 500 g lityum karbonattan 0,1 g lityum elde edilebildiği de belirtilmiştir. Böylelikle, “Milli Enerji ve Maden Politikası” kapsamında Eti Maden tarafından lityumun elde edilmesi yurt içi kaynaklarla sağlanmış olacaktır.

Bu amaçla, Eskişehir-Kırka’da bir pilot tesis oluşturulmaktadır (Şekil 3.). Son olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 26 Aralık 2020’de açılışını yaptığı ve TC Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’nın Ekim 2020’de ziyaret ettiği bu tesisin, yerli elektrikli otomobilin batarya malzemesi olan lityum ihtiyacını karşılayabileceği belirtilmektedir. Bir başka deyişle, katma değerli bir ürün üretiliyor olacaktır. Fazla olarak, Türkiye’de ilk defa kritik bir element olan lityum üretimi gerçekleştirilmiş olacaktır. Kırka tesisinin kapasitesinin zaman içinde 500 tona çıkarılmasının hedeflendiği de ifade edilmektedir.

Sonuç

Türkiye’nin lityum üretimi projesine geliştirmesi birkaç açıdan önemlidir. Öncelikle, enerji sistemleri ve bu bağlamda bataryalar için ve dolayısı ile elektrikli arabalar için stratejik bir eleman olan lityumun üretilmesi Türkiye’nin elektrikli araba üretiminde karşılaşabileceği bir sorunu, sorun oluşmadan bertaraf ediyor olması bakımından önemlidir.

Öte yandan, ülke ekonomisine önemli bir katkı da sağlanmış olacaktır. Zira halen bile hayli pahalı bir ürün olan lityumun Türkiye’de yerli ve milli imkânlarla üretiliyor olması ithalatla oluşan dış bütçe açığını aşağı çeken bir unsur olacaktır. Kaldı ki; zaman içinde ihraç edebilme kapasitesinin oluşmasıyla ülke ekonomisine artı katkı sağlanmış olacaktır.

Ancak, bunlardan belki de daha önemlisi teknolojik açıdan önemli bir kazanım sağlanmış olacağıdır. Şöyle ki; bor gibi stratejik bir cevherin değerlendirilmesi katmerlenmiş olacak ve borun işlenmesi sırasında otaya çıkan atık suyun değerlendirilmesiyle stratejik ve katma değeri yüksek bir uç ürün elde edilmiş olacaktır. Bu husus, hem teknolojik ve hem de endüstriyel kazanım bağlamında önemlidir. 

Öz olarak belirtmek gerekirse; bilgi çağına giren dünyada, hızla değişen koşullara uyum sağlayabilmenin yolu, yüksek teknolojik ürünlerin kullanımı ve bu ürünleri üretebilmekten geçmektedir. Bir başka deyişle, değişen dünya şartları ve konjonktürü içinde yer edinebilmek ancak bilgi teknolojilerine ayak uydurmak ve teknolojik atakları yapabilmekle mümkündür.  Dolayısı ile ülkemiz sanayi politikaları ve atakları oluşturulurken ilgili hammadde stratejilerinin geliştirilmesi ve kalkınmamızın dışa bağımlılığının azaltılması yadsınamaz önem taşımaktadır. Bu bağlamda, dünyada kritik ham madde olarak nitelenen ve stratejik ürün kapsamına alınan böylesi önemli bir madde olan lityumun ülke içinde yerli ve milli olarak üretilmesi Türkiye için önemli bir artı değer ve kazanım olacaktır.

Başarılarımızdan endişe ediyorlar

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bu ülkede her rekabeti her kavgayı her çekişmeyi belki bir şekilde izah etmek mümkündür ama yatırım düşmanlığına anlam vermek mümkün değildir. Yatırımcıları kökenlerine, inançlarına göre ayıran bu kirli zihniyetin tek derdi Türkiye’nin ekonomik çöküntüye uğramasıdır. CHP’nin geçmişinden bugüne kadar bütün işi hep engellemek olmuştur. Hiçbir zaman teşvik olmamıştır.” dedi.

Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, “Bu ülkede her rekabeti her kavgayı her çekişmeyi belki bir şekilde izah etmek mümkündür ama yatırım düşmanlığına anlam vermek mümkün değildir.” dedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bizi bugün en çok uğraştıran hususlardan biri Türkiye’ye yatırım gelmesini engellemek için ülkesini yurt dışında kötüleyen anlayışla mücadele etmektir. Aynı anlayış Türkiye’ye gelen yatırımcıyı kaçırmak için her türlü yalanı, iftirayı ardı ardına sıralamaktan çekinmiyor. Yatırımcıları kökenlerine, inançlarına göre ayıran bu kirli zihniyetin tek derdi Türkiye’nin ekonomik çöküntüye uğramasıdır. Bunun adı da sadece malum ana muhalefet CHP’dir, yeter ki yatırımcı Türkiye’ye gelmesin. Ya yatırımın rengi olur mu, yatırımın ırkı, dili, dini olur mu? Yatırım Avrupa’dan geldiği zaman güzel ama yatırım Katar’dan geldiği zaman kötü ve ona bir de tabii kılıf giydirmek. Bunun markası kim? CHP. CHP’nin geçmişinden bugüne kadar bütün işi hep engellemek olmuştur. Hiçbir zaman teşvik olmamıştır. Milletin gönlünü kazanarak alamadıkları desteği ülkenin çöküşünü sağlayarak elde etme hesabı içerisindeki bu anlayış giderek pervasızlaşıyor. Uluslararası yatırımcılara adeta savaş açanlar bunu ‘ülkenin ve milletin çıkarlarını korumak’ kılıfıyla gizlemeye çalışıyorlar. Halbuki uluslararası yatırımların bir ülkenin gelişmesindeki, kalkınmasındaki önemi tartışılmazdır. Bugün dünyanın ‘gelişmiş’ diye tarif edilen ülkelerinin hemen hepsi aynı zamanda en çok uluslararası yatırımı çekmeyi başarmış ülkelerdir. Çünkü hiçbir ülke sadece kendi geliri ve kaynaklarıyla büyük bir kalkınma hamlesini hayata geçiremez. Türkiye’de de durum farklı değildir” dedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’de son 18 yılda cari fiyatlarla yaklaşık 508 milyar dolar kamu yatırımı gerçekleştirildiğini, buna karşılık aynı dönemde Türkiye’ye gelen uluslararası yatırım miktarının 220 milyar olduğunu kaydetti.

Türkiye’nin yaptığı yatırımın neredeyse yarısı kadar uluslararası yatırım çektiğini belirten Erdoğan, “Tabii bu yeterli bir rakam değildir. Keşke bu rakam 2 kat, 3 kat, 10 kat fazla olsaydı. Çünkü uluslararası yatırımcının getirdiği her kuruş sizin kalkınma hedeflerine yapılmış ilave bir katkıdır. Diyelim ki bu yatırımlarla yeni fabrikalar kuruldu veya mevcut tesisler satın alındı, üretim ve ihracat yapıldı. Hiç kimse bu yatırımları sırtına yükleyip başka bir yere götürecek değildir. Yatırımcı sadece karına bakar. İşi bittiğinde de o yatırımı bir başka yatırımcıya devredip gider. Türkiye’yi işte bu imkândan mahrum bırakmak istiyorlar.” diye konuştu.

“Ülkemizin son 7 yılda uğradığı her saldırıya, ekonomimize yönelik tuzaklar da eşlik etmiştir.” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Buna rağmen ülkemizi hedeflerinden koparmayı başaramadılar. Elbette sıkıntı çektik, çekiyoruz. Elbette kayıplarımız oldu, oluyor ama hamdolsun hala istiklalimizi ve istikbalimizi koruyacak güce, dirayete, kararlılığa sahibiz. Biz sağlam durdukça birliğimize, beraberliğimize, kardeşliğimize sahip çıktıkça Allah’ın izniyle bu ülkeye kimse diz çöktüremez. Ülkemize dışarıdan düşmanlık edenler de içerden onların kılıcını çalanlar da hüsrana uğramaya mahkumdur. Bu mücadelede en büyük güç ve destek kaynağımız, bizatihi milletimdir. Çünkü bu millet, hayatları boyunca bu ülkenin ve milletin hayrına yaptıkları tek bir somut hizmetleri bulunmayanlara itibar etmez. Bu millet, bugüne kadar tuğla üstüne tuğla koydukları vaki olmayanları dikkate almaz. Bu millet, siyaset yaptıkları süre boyunca tek bir insanın dahi hayatına dokunmayanları hak ettiği sona maruz bırakır. İnşallah ülkemizi 2023 hedeflerine ulaştırarak dışarıda ve içeride Türkiye’nin pes etmesini bekleyenleri hep beraber bir kez daha hüsrana uğratacağız. Ülkemizi daha büyük projelerle daha büyük eserlerle daha büyük yatırımlarla buluşturmak için gece gündüz çalışmayı sürdüreceğiz. Yurt dışından ve içinden önümüze çıkan hiçbir engel bizi yolumuzdan döndüremeyecektir” diyerek sözlerini tamamladı.

Isı sayaçları muayenesi cezalarına af getirilmelidir

1 Ocak-28 Şubat 2020 tarihleri arasında, Ölçüler ve Ayar Kanunu gereği olarak, damga süresi dolmuş olan ısı sayaçlarının periyodik muayene başvurusu Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından yetkilendirilmiş yetkili kurumlara yapılmadığı takdirde, 2021’de kullanımı kanunen yasaktır. Belediyelerin ve özel şirketlerin dolaylı olarak bölgesel ısıtma (jeotermal veya atık ısı kullanımı) uygulamaları nedeni ile sorumlu oldukları ısı sayaçları kapsamında yapılan denetimlerde damga süresi geçmiş ısı sayacı kullanımının tespiti halinde, kullanım amacına göre 500-10.000 TL’ye kadar para cezaları uygulanmakta ve ısı sayacına el konulmaktadır.

Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın, 6 Temmuz 2018 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 30470 sayılı Isı Sayaçları Muayene Yönetmeliği ile merkezi sistem ve bölgesel ısıtma ile ısıtılan konutlarda, ısı enerjisinin kullanımını ölçerek maliyetlerin paylaştırılmasında kullanılan ısı sayaçlarına periyodik muayene şartı getirilmiştir. Isı Sayaçlarının Periyodik Muayeneleri için bina yönetim kurulu, bina yöneticisi, bina sahibi ve bölgesel ısıtma firmaları tarafından, bakanlık tarafından yetkilendirilmiş bir servise yapılacak başvurular 1 Ocak tarihinde başlayıp ve 28 Şubat tarihinde tamamlanmaktadır. Periyodik muayene başvuruları, 5 yaşını dolduran ısı sayaçları için geçerli olmakla birlikte, Yönetmelik çıktığında, bir kereye mahsus, 5 yaşından büyük ısı sayaçları da başvuru kapsamına alınmıştır. Ancak, sahada çalışır durumda olan çok fazla ısı sayacı bulunması, yeterli duyuru ve bilgilendirme yapılamamış olması nedeni ile zamanında başvurusu yapılmayan önemli miktarda ısı sayacının kullanımı kanunen yasak hale gelecektir. Konuya ilişkin QLAB’ın (Isılab Ölçüm ve Kontrol Sistemleri A.Ş.) Kurucusu ve Teknik Müdürü Ergun Veysel Taşdemiroğlu, şu bilgileri veriyor: “6 Temmuz 2018 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 30470 sayılı Isı Sayaçları Muayene Yönetmeliği, merkezi ısıtma ve bölgesel ısıtma sistemlerinde kullanıcıların ısınma bedellerini hakkaniyetli bir şekilde paylaştırılabilmesini gözetmek üzere, ısı sayaçlarının periyodik muayenesini zorunlu hale getirdi.

Yönetmeliğe göre yapılacak muayenelerde hata sınırları içinde çalıştığı doğrulanan 5 yılını dolduran ısı sayaçları, beş yıl daha kullanılmak üzere damgalanmaktadır.

Yönetmelik uygulamaya girdiği tarihte geçici bir madde ile, 5 yaşından büyük ısı sayaçları da ilk başvuru döneminde kapsama dahil edildi ve ertesi yıl geçici madde tekrar uygulandı. QLAB (Isılab Ölçüm ve Kontrol Sistemleri A.Ş.) olarak bu uygulama neticesinde sadece bu sene 5 yıldan daha yaşlı 20.000 adetten fazla ısı sayacının muayenesini gerçekleştirdik ve kullanılmak üzere damgaladık.

Bu süre bir dönem daha uzatılmıştı. 31 Aralık 2020 tarihine kadar muayenesini yaptırmamış olan 5 yaş ve üstü ısı sayaçlarının kullanımı halinde yükümlüler hakkında ‘damga süresi dolmuş ölçü aleti kullanma fiilinden dolayı 3516 sayılı Kanun hükümlerine göre idari ve cezai işlemler’ yapılacak.

QLAB firması olarak çeşitli marka, model ve boyutlarda günümüze kadar toplam 58.451 adet ısı sayacı muayenesi tamamladık.

1 Ocak-28 Şubat 2021 tarihleri arasında beş yaşını dolduran, yani 2016 tarihli ısı sayaçları için zorunlu periyodik muayene başvurularının yapılması gerekmektedir.  

1 Ocak-28 Şubat 2021 başvuru döneminde 5 yaşından büyük ısı sayaçları için başvuru yapılamayacak, hala sağlıklı işleyişini sürdüren tahminen 150.000 adet Avrupa’dan ithal edilmiş ve çok uzun yıllar kullanıma uygun ısı sayacı, ne yazık ki kullanım dışı kalacaktır. Bu durum, hem ısı sayacı kullanıcıları ve sahipleri hem de ülke ekonomisine ciddi bir maddi kayba yol açacaktır.

Geçerli yıla sahip damgası olmayan ısı sayaçlarının kullanımı, 3516 Sayılı Ölçüler ve Ayar Kanunu’nca yasaklanmıştır. Damgası kopmuş, bozulmuş, damga süresi geçmiş ölçü aletini kullanan kişiye, ölçü aletinin türüne ve kullanıldığı işin niteliğine göre değişen, önemli miktarlarda para cezasının verilmesinin yanı sıra ısı sayacına el konularak mülkiyeti kamuya devrolmaktadır.

Plastik sanayi ihracatı ile pandemi’ye ilaç oldu

PAGEV, yayınladığı sektör raporlarıyla plastik sanayinin nabzını tutmaya devam ediyor. Türkiye Plastik Sektörü İzleme Raporunu yayınlayan PAGEV’in verilerine göre;Türkiye plastik sektörünün 9 aylık plastik mamul üretimi 2019 yılının aynı dönemine kıyasla miktarda yüzde 2 gerileme ile 7,3 milyon ton ve değerde yüzde 2,8 düşüşle 25,7 milyar dolar olarak gerçekleşti. Pandemi nedeniyle iç pazar talebindeki gerilemeye rağmen üretimdeki büyük düşüşe ihracat fren oldu. Sektördeki kayıplar ihracat ile telafi edilirken plastik sektörünün 2020 yılında tarihinin en yüksek ihracatına ulaşacağı tahmin ediliyor. 

Koronavirüs salgınının Mart ayından bu yana talepte yarattığı gerilemenin etkisi ile plastik mamul üretimi 2019 yılının aynı dönemine kıyasla miktarda yüzde 2 gerileme ile 7,3 milyon ton ve değerde yüzde 2,8 düşüşle 25,7 milyar dolar olarak gerçekleşti. Yılsonunda üretimin miktarda yüzde 1 azalışla 9,2 milyon ton, değerde yüzde 6,6 gerilemeyle 30,5 milyar dolar olarak gerçekleşmesi bekleniyor. Bu senaryonun gerçekleşmesi halinde plastik mamul üretimi miktar bazında 2019’un, değer bazında ise 2015 yılının gerisine düşebileceği tahmin ediliyor. 

Türkiye plastik sektöründe Mart ayından itibaren ciddi oranda gerileyen kapasite kullanım oranları ise geçtiğimiz yılın aynı dönemindeki seviyelerine yaklaştı. Geçen yılın 9 aylık döneminde plastik sektörünün ortalama kapasite kullanım oranı yüzde 69,7 iken 2020 yılının 9 aylık döneminde ortalama yüzde 64,1 oldu.

Koç Holding Sürdürülebilirlik raporunu yayınladı

İnsanı odağına alan, dünyayı ve toplumu gözeten bir yaklaşımla çalışan Koç Holding, 12’nci Sürdürülebilirlik Raporu’nu yayınladı. “Geleceğe. Birlikte” yaklaşımı kapsamında birbirinden farklı sektörlerde faaliyet gösteren şirketlerini ortak bir sürdürülebilirlik anlayışı etrafında buluşturan Koç Holding, böylelikle sürdürülebilirlik alanındaki performansını en üst seviyeye çıkarmayı amaçlıyor. Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer M. Koç, raporda yer alan değerlendirmesinde dünyanın son 10 yılda artan sosyal eşitsizliklerin karmaşık sonuçları ve iklim krizi ile mücadele ettiğine dikkat çekerken, “Koronavirüs salgını ile birlikte mücadele edilmesi gereken daha büyük bir sağlık kriziyle karşı karşıya kaldık. Koç Topluluğu olarak Ülkemizin ekonomik gelişimine sağladığımız katkının ve milyonlarca insanın yaşamını iyileştirme konusundaki kritik rolümüzün farkındayız. Sağladığımız istihdam, sunduğumuz ürün ve hizmetler ve kurumsal vatandaşlık bilinciyle, tüm paydaşlarımız için değer yaratmaya devam edeceğiz” dedi. Koç Holding CEO’su Levent Çakıroğlu ise raporda yer alan görüşlerinde Topluluk olarak çevresel, sosyal ve yönetimsel kriterlerdeki performanslarını artırırken, paydaşlarıyla diyaloğu geliştirerek onların beklentilerini de stratejilerine dâhil etmeyi amaçladıklarını belirterek, “Sürdürülebilir büyüme yaklaşımımız olan ‘Geleceğe. Birlikte’ sayesinde bu konudaki çalışmalarımızı geliştirmeyi ve paydaşlarımızın beklentilerini en iyi şekilde karşılamayı önceliğimiz haline getiriyoruz” ifadelerini kullandı. Tüm çalışmalarında, faaliyet gösterdiği ülkeler ve dünya için kalıcı değer üretebilme hedefiyle hareket eden Koç Holding, 12’nci Sürdürülebilirlik Raporu’nu yayınladı. 2014’ten bu yana BIST Sürdürülebilirlik Endeksi’nde yer alan Koç Holding, raporu iş dünyasının sürdürülebilirlik gündemindeki değişen rolü ve Koç Topluluğu’nun küresel vizyonu ışığında kapsayıcı bir çerçeve olarak geliştirdiği “Geleceğe. Birlikte” yaklaşımı ile hazırladı. İş, insan, dünya ve toplumsal meseleleri birlikte ele almayı ve iş birlikleri aracılığıyla Koç Topluluğu’nun etki gücünü en üst seviyeye çıkarmayı hedefleyen “Geleceğe. Birlikte” yaklaşımı, Koç Topluluğu şirketlerinin sektörel farklılıklarını kapsarken, sürdürülebilirlik konusundaki iyi uygulamaları ve ilerlemeyi de teşvik ediyor.

Ömer M. Koç: Koç Topluluğu olarak kritik rolümüzün farkındayız 

Koç Holding’in 12’nci Sürdürülebilirlik Raporu’nda yer alan değerlendirmesinde tüm dünyada geçtiğimiz yıllarda artan sosyal eşitsizlikler ve iklim krizine dikkat çeken Yönetim Kurulu Başkanı Ömer M. Koç, koronavirüs salgının iş dünyasının mücadele ettiği sorunlara birlikte ve çok yönlü çözümler geliştirmenin önemini ortaya çıkardığını vurguladı. Ömer M. Koç, sözlerini şöyle sürdürdü: “Koç Topluluğu olarak Ülkemizin ekonomik gelişimine sağladığımız katkının ve milyonlarca insanın yaşamını iyileştirme konusundaki kritik rolümüzün farkındayız. Bu nedenle faaliyetlerimizi sürdürdüğümüz pek çok farklı ülkede ve sektörde sağladığımız istihdam, sunduğumuz ürün ve hizmetler ve kurumsal vatandaşlık bilinciyle, tüm paydaşlarımız için ortak değer yaratmaya devam edeceğiz.”

Yazarımız Prof. Dr. Orhan Kural hayatını kaybetti

Enerji Dünyası yazarlarından Prof. Dr. Orhan Kural, Kovid-19 nedeniyle 28 Kasım’dan beri Prof. Dr. Feriha Öz Acil Durum Hastanesi’ne tedavi görüyordu.

Çevre bilinci ve halk sağlığı alanındaki çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Orhan Kural, yeni tip koronavirüs (Kovid-19) nedeniyle 70 yaşında hayatını kaybetti.

Türkiye Gezginler Derneğinden yapılan açıklamaya göre, Prof. Dr. Orhan Kural, koronavirüs nedeniyle 28 Kasım’da Prof. Dr. Feriha Öz Acil Durum Hastanesi’ne kaldırıldı.

Hastanenin yoğun bakım ünitesinde 9 Aralık’tan beri tedavisi süren Kural, yaşamını yitirdi.

Kural’ın ailesi, Prof. Dr. Feriha Öz Acil Durum Hastanesi personeline yakın ilgileri ve özverili çalışmalarından dolayı teşekkür etti.

Çevre bilinci ve halk sağlığı alanındaki çalışmaları, kurucusu olduğu Türkiye Gezginler Kulübüyle de öncülüğünü yaptığı gezi kültürüne tutkusu ve maden mühendisliği alanındaki uluslararası akademik çalışmalarıyla tanınan Kural Orhan Kural, 1950’de İstanbul’da doğdu.

Kadıköy Maarif Koleji ve İTÜ Maden Fakültesi mezunu Kural, Mayıs 1973’te burslu okuduğu New York Columbia Üniversitesinden Maden Yüksek Mühendisi, Eylül 1978’de ise doktor unvanı aldı. İTÜ’de son 9 yılı bölüm başkanı olmak üzere 44 yıl hizmet verdi. Biri İngilizce olmak üzere, kömürle ilgili üç kitabın editörlüğünü yaptı.

Kural, farklı ülkeleri tanıttığı 17 gezi kitabı ve “Bu Kitap Başka” adlı anı kitabı hazırladı. Kural, matematik kitabını 2004’te yayınladı. Türkiye’nin değişik yerlerinde ve yurt dışında 42 kişisel fotoğraf sergisi açtı.

Ayrıca ilk ve orta dereceli okullar, üniversiteler, valilikler, belediyeler, sanayi kuruluşları, silahlı kuvvetler, polis meslek yüksekokulları, yurtlar, huzurevleri, hastaneler, halk eğitim merkezleri, müftülükler, siyasi parti merkezleri, değişik dernekler ve halka açık yerlerde 81 il ve ayrıca 60’a yakın ülkede çevre bilincine odaklanan 6 bine yakın konferans verdi.

Değişik kanallarda radyo ve televizyon programları hazırlayıp sunan Kural, 193 ülkeyi gezdi ve Nomadmania Sitesinde, dünyanın en gezgin insanları listesinde 48. sırada yer aldı.

Türkiye Gezginler Derneğinin kuruculuğunu üstlenen Kural, 2003’te Benin Fahri Konsolosluğu’na, 2013’te Vanuatu Fahri Konsolosluk Yardımcılığına atandı. Bine yakın ödül ve plaket sahibi olan Orhan Kural’a 2014’te Cotonou’da “Benin Cumhuriyeti Devlet Nişanı” takdim edildi.

“Yalıtım tüm şehirlerimizde binaların tamamında uygulanmalı”

Yalıtım sektörünün çatı kuruluşu İZODER, tüm şehirlerde depreme karşı güvenli, enerji verimli ve konforlu binalara sahip olmak için ısı, su, ses ve yangın yalıtımının binaların tamamında uygulanması gerektiğine dikkat çekti. 

Güvenli ve sağlıklı yapılara kavuşmak için tüm yalıtım branşlarının, yönetmelik ve standartlara uygun bir şekilde, tüm şehirlerde binalara uygulanması gerektiğini vurgulayan İZODER Başkanı Levent Gökçe, şunları söyledi: “Ülke olarak depremle yaşamayı öğrenmeli, güvenli ve kaliteli yapılaşma bilinciyle hareket etmeliyiz. Topraklarının yüzde 95’lik bölümü deprem kuşağında yer alan ülkemizde, can ve mal güvenliğini sağlayabilmek için alınması gereken önlemlerin başında uzun ömürlü ve depreme dayanıklı binalar inşa etmek geliyor. Ancak bugün ülke genelinde milyonlarca konutta halen su yalıtımı bulunmuyor. 

Türkiye’de inşaat sektöründe büyük bir eksikliği gidererek, binalara dayanıklılık, kalite ve konfor kazandıracak ‘Binalarda Su Yalıtımı Yönetmeliği’, 1 Haziran 2018’de yürürlüğe girdi. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından, İZODER’in de destek ve girişimleriyle mevzuattaki eksikleri gidermek üzere hazırlanan yeni yönetmelikle, su yalıtımının yeni binalarda uygulanması zorunlu hale getirildi. Türkiye inşaat sektörü ve kullanıcılar açısından çok önemli bir adım olan bu yönetmelik, su yalıtımı ile ilgili çok büyük bir eksikliği giderecek. Yeni yapılan binalarda bu yönetmelikte öngörülen esaslara uyulmadığının tespit edilmesi halinde, bu eksiklikler giderilinceye kadar binaya yapı kullanma izin belgesi verilmiyor.

İcralık enerji borçlarına yeni yıla kadar faiz affı

Elektrik tedarikçisi Sepaş Enerji, 2020 öncesinden kalan icralık borçlara faiz affı uygulamasını yıl sonuna kadar uzattı. Şirketten yapılan açıklamaya göre, 31 Ekim’e kadar geçerli olan kampanya, abonelerin talebiyle 31 Aralık tarihine kadar uzatıldı. Eylül ayında başlayan kampanya kapsamında, 2019 ve daha eski yıllardan kalan icraya sevk edilmiş fatura borçlarından gecikme faizi alınmıyor. Sepaş Enerji, salgın döneminde yaşanan ekonomik zorluklar dolayısıyla abonelerine fatura borçlarında 9 ay taksit imkanı ve son ödeme tarihini belirleme gibi seçenekler de sunmuştu.

DemirDöküm açık ara liderliğe devam ediyor

Demir Döküm, yetkili satıcıları ile her yıl sezon başlangıcında çeşitli formatlarda yaptığı buluşmayı, bu yıl pandemi koşulları nedeniyle, “Liderler Buluşması” konsepti ve tüm yetkili satıcılarının katılımı ile dijital ortamda gerçekleştirdi. “Mesafeler Açık Ara, Biz Bir Aradayız” konseptiyle düzenlenen toplantı, Demir Döküm’ün Türkiye genelinde 200’ü aşkın iş ortağının katılımı ile gerçekleşti. Liderler Buluşması’nda pandemi sürecinde alınan önlemler, satış, pazarlama ve finans alanında hayata geçirilen uygulamalar, yılın son çeyreğinde iş ortakları için hazırlanan projeler ve satışa sunulacak yeni ürünlerin yanı sıra hedefler de paylaşıldı.

Türkiye’nin yanı sıra 8 ülkede pazar lideri konumunda olan Demir Döküm, ısıtma ana sezonu öncesinde Türkiye genelindeki yetkili satıcılarıyla bir araya geldi. Koronavirüs pandemisi nedeniyle dijital ortamda düzenlenen toplantıda Demir Döküm CEO’su Alper Avdel, Demir Döküm CFO’su Hasan Eren, Demir Döküm Satış Direktörü Ufuk Atan ve Demir Döküm Pazarlama Direktörü Bilge Kıran konuşmacı olarak yer aldı.

“Pandemi sürecinde iş ortaklarımız ve müşterilerimizin yanında olduk”

Organizasyonun açılış konuşmasını gerçekleştiren Demir Döküm CEO’su Alper Avdel, Demir Döküm’ün pandemi sürecini en iyi şekilde yöneten şirketler arasında yer aldığını belirtti. İklimlendirme sektörünün pandemi nedeniyle iş büyüklüğü yüzde 60’a kadar düşen sektörlerden olumlu ayrıştığını söyleyen Avdel; “Ülkemizde koronavirüs vakasının görüldüğü ilk gün itibarıyla çalışanlarımız, iş ortaklarımız ve müşterilerimiz için hızlıca aldığımız önlemleri tek tek hayata geçirdik. Ofis çalışanlarımız 16 Mart’tan itibaren evden çalışmaya başladı. Bozüyük’te yer alan üretim tesislerimizde hayata geçirdiğimiz güvenli üretim uygulamaları ve düzenlemeleriyle Türk Standartları Enstitüsü (TSE) tarafından verilen COVID-19 Güvenli Üretim Belgesi’ni almaya hak kazandık. Servislerimiz üst düzey hijyen ve sağlık önlemleriyle kesintisiz hizmete devam etti. Satış ve pazarlama alanında geliştirdiğimiz özel uygulamalar ve destek önlemleriyle her daim iş ortaklarımızın, müşterilerimizin yanında olduk. İşlerimiz, Haziran ayı itibarıyla giriş yaptığımız normalleşme sürecinde önemli ölçüde arttı. 9 aylık dönemi başarıyla yönettik. Açık ara liderliğe devam ediyoruz. Şimdi sezonu etkili bir şekilde yönetip, 2020 yılını başarıyla tamamlayacağız” dedi.

“Yeniliklerimiz tüm iş kollarında devam edecek”

Demir Döküm’ün sosyal izolasyon ve normalleşme sürecinde yürüttüğü projeler, iş ortaklarına sağladığı finansal teşvik ve müşterileri için düzenlediği satın alma kolaylığı ile yılın 9 ayında sektörün üzerinde bir büyüme yakaladığını belirten Avdel şöyle konuştu; “Geleneksel iş kolumuz olan kombi, panel radyatör ve su ısıtıcılarında yeni nesil ürünlerimiz ile liderliğimizi koruyup pazar payımızı artırdık. Yeni iş kollarında da önemli bir büyüme kaydettik. Klima ve kaskad satışımız iki kat, ısı pompası satışlarımız 1,5 kat arttı. Daha da önemlisi müşterilerimizin memnuniyetini artırmaya devam ediyoruz Aynı şekilde iş ortaklarımızdaki memnuniyet oranımız da arttı. Hedefimiz, yılsonunda liderliğimizi açık ara sürdürmek. Demir Döküm olarak sektörde öncü işlere imza atmaya, ürün gamımızı son yıllarda olduğu gibi genişletmeye devam edeceğiz. Yeniliklerimizi üretimde, finansta, satışta, pazarlamada ve diğer tüm iş kollarımızda devam ettireceğiz.”

Allah’ım Allah’ım enerjimiz bitmesin

Pandemi sürecinde dünya insanlarının dertleriyle dertlendiğimiz bu günlerde bilgisayarın başına oturarak klavyenin tuşlarına dünyanın enerjisi, Avrupa’nın enerjisi ve geleceğimiz adına birkaç konu üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştım ki!

Yakın çevremde Covid-19 hastalığına yakalanan kişiler olması sebebiyle bir gün önce yaptırdığım testimin sonucunun pozitif olduğunu öğrendim.

Dünyanın enerjisinin bitmesinden endişe duyan ben birden kendi enerjimin tavandan tabana indiğini, yaşam enerjimin diplere dalış yaptığını ve elimin ayağımın dermanının kesildiğini hissetmeye başladım.

Bu sebep ve alametle bu sayıdaki dünyanın enerjisi başlıklı köşe yazımın seyri de ben eksenine dönüvermiştir.

Yaşadıklarımı, duygularımı ve düşüncelerimi okuduğunuzda Mustafa Kemal Atatürk’ün, ‘Beni Türk hekimlerine emanet ediniz’ sözünün geçmişte olduğu gibi zamanımızda da geçerli bir özlü söz olduğunu anlayacaksınız.

İnsan hakları….

İnsanın hakları…

Elimizden alınmaması gereken haklar…

İnsana insan olduğu için, dili, dini, ırkı, cinsiyeti, milleti, sosyal statüsü, mezhebi, siyasi görüşü, yaşam tarzı ve rengine bakılmaksızın tanındığı iddia edilen haklara ne oldu?

Hani herkes eşitti!

Ayrım yoktu!

Ne oldu?

Yaşayan her insanın hakları ve itibarı bakımından eşit ve özgür olduğu söylemi de insan hakları sözleşmesinde kayıtlı olmasına rağmen neden rafa kaldırıldı.

Kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi yaşamayan, kendisinin doğru bulmadığı tüm uygulamalar hakkında dünya üzerinde bulunan birçok ülkeye balans ayarı verme yetkisinin kendisinde bulunduğunu iddia eden Avrupa’nın insan hakları karnesi virüslü günlerde oldukça zayıf notlarla dolu olduğunu görmekteyiz, hissetmekteyiz, yaşamaktayız ve bu kötü karne nedeniyle de acı çekmekteyiz hem çok derin izler bırakabilecek ölüm korkusuna sebep olabilecek acılar…

Şimdi bende bu yazıyı yazmaya sevk eden yaşanmışlara ve hatta yaşadıklarıma değinmek istiyorum.

Sağlık konusunda aşırı titiz, kendisini ve hatta çevresini hastalıklardan korumayı görev edinmiş bir kişiliğim vardır.

Tıp dilinde Pnömoni, halk arasında Zatürre olarak bilinen iğneyi ve hatta grip aşısını düzenli olarak kullanan C, D, B vitaminlerini bünyesinden eksik etmeyen, sosyal mesafesine de aşırı önem gösteren ‘ben’ korona oldum.

Bu hastalığa yakalandığımı yaptırdığım covid testi ile öğrendim. İnsan bunu ilk duyduğunda vücudunun her yerine kar ve buz kütlelerinin temas ettiğini düşünerek soğukluk hissediyor.

Bu haberi veren doktoru yaşadığım şokun ardından tekrar arayarak, ‘bana hasta olduğumu söylediniz ben şimdi ne yapacağım’ dediğimde aldığı cevaplar nedeniyle ikinci şoku yaşamış oldum.

“Siz daha yeni hasta olmuşsunuz. Şu an iyisiniz. Birkaç gün içinde ağırlaşacaksınız”

Doktor bu sözleri söylediğinde kronik astım hastası olmam sebebiyle bir an ölecek gibi zannettim ve zaten doktor bana büyük ihtimal öleceksin gibi bir şeyler söyledi.

Doktor ile görüşmemin ardından Türkiye’de bulunan akraba ve dostlarım ile görüşmeyi paylaştım.

Türkiye’den aldığım cevap şu şekilde oldu:

“Verdikleri cevap büyük hadsizlik. Bizim burada bir hastalık ortaya çıkar ve test pozitif olursa hastanın ağırlaşması beklenilmeden hemen evine sağlık bakanlığı tarafından ilaç gönderilir ve devamlı suretle aile hekimi günlük periyodik olarak arar ve herhangi bir sıkıntı halinde de acil müdahalede bulunulur”

Şu ilaçları al ve kullanmaya başla tavsiyesi ve önerilerle panik ataktan kurtularak kendime geldim ve yaşama yeniden döndüm diyebilirim.

Endişeye kapılmamı sağlayan sözler eden bir doktorun hastasına yaklaşımı ile ilgili sözler bana olduğu kadar eminim sizlere de bir sürü ipucu vermiştir.

Avrupalı doktorun sözlerinden ne anladık…

“Grip ilaçları alacaksın ağırlaşırsan hastaneye gideceksin yani kısaca güçlü kuvvetliysen yaşarsın, güçlü kuvvetli değilsen bu yarışı kaybedersin”

Allah’ım Allah’ım…

Ne olur Allah’ım kendime ve kimseye bir şey olmasın…