21.2 C
İstanbul
Pazartesi, Haziran 9, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 103

Çevresel ayak izi azalıyor

Geride bıraktığımız yıl içinde Henkel sürdürülebilirlik stratejisini hayata geçirme konusunda ilerleme kaydetmeye devam etti. Şirketin sürdürülebilir ve döngüsel bir ekonominin geliştirilmesi için ambalajlama alanında sahip olduğu iddialı hedeflerin en önemli odak noktalarından birini plastik oluşturdu. Henkel İnsan Kaynakları Başkan Yardımcısı ve Sürdürülebilirlik Konseyi Başkanı Kathrin Menges, “Sürdürülebilirlik uzun zamandan beri Henkel için en önemli öncelik olmuştur. Bugün, kaynak tüketimini azaltırken değer yaratma yolunda ilerlememizi 28’inci kez rapor ediyoruz. Bugüne kadar, ortaklarımızın da kayda değer yardımlarıyla birçok proje, girişim ve aktiviteyi başarılı bir şekilde daha ileriye taşımayı başardık.” şeklinde görüşlerini paylaştı.

Sürdürülebilir değer yaratmak

Henkel, sürdürülebilir gelişime katkı sağlamak amacıyla çevresel ayak izini azaltırken, aynı zamanda müşteri ve tüketicileri, faaliyet gösterdiği toplumlar ve şirketin kendisi için 2030 yılına kadar daha fazla değer yaratmak istiyor. Bu bağlamda Henkel, Birleşmiş Milletler tarafından 2015’te kabul edilmiş olan 17 Sürdürülebilir Gelişme Hedefi’nin (SDGs) hayata geçirilmesini aktif olarak destekliyor.

Henkel geçen sene, 2020 için olan ara hedefleri açısından aşağıdaki sonuçları elde etti (Baz alınan yıl 2010):

→ Bir ton ürün başına karbondioksit salınımında yüzde 25 oranında düşüş sağlandı

→ Bir ton ürün başına ortaya çıkan atık yüzde 29 oranında azaldı

→ Bir ton ürün başına düşen su tüketimi yüzde 24 oranında azaldı

→ Bir ton ürün başına düşen net satışlar yüzde 6 oranında arttı

→ Çalışılan bir milyon saat başına düşen iş güvenliği yüzde 17 oranında arttı

Genel olarak bakıldığında şirket toplam verimliliğini, dünyadaki tüm bölgelerde gerçekleşen faaliyetlerin de yardımıyla, baz alınan yıl olan 2010’a göre yüzde 43 oranında arttırdı. Henkel kaynak verimliliğini 2020 yılına kadar yüzde 75 oranında arttırmayı hedeflemektedir.

İklim korunmasına aktif katkı

Paris İklim Sözleşmesi çerçevesinde Henkel küresel ısınmayı iki derecenin (Celsius) altında tutmak amacına aktif bir katkı sağlamak amacını taşıyor. Şirketin ilk amacı kendi üretim faaliyetlerinin yarattığı karbondioksit ayak izini 2030 yılına kadar yüzde 75 oranında azaltmak. Buna ek olarak Henkel, üretim sürecinde kullandığı elektriğin yüzde 100’ünü 2030 yılına kadar yenilenebilir kaynaklardan sağlamak için çalışıyor. Şirket aynı zamanda marka ve teknolojilerinin potansiyelini de güçlendirmek istiyor:  Henkel müşteri ve tüketicilerinin 2020 yılına kadar 50 milyon metrik ton miktarında karbondioksit tasarrufu yapmasına yardımcı olmak amacını taşıyor.

Sürdürülebilir ambalajlama ve döngüsel ekonomi için kararlılık

Henkel, ambalajlama alanında ilerleme sağlamak üzere geri dönüştürülmüş materyallerin kullanımının artırılmasının yanı sıra, kullanılan materyallerin azaltılması ve bu materyallerin yeniden kullanılmasına odaklanıyor. Yeni ambalajlama stratejisinin parçası olarak şirket, 2025 yılına kadar ambalajlarının yüzde 100’ünü geri dönüştürülebilir yapmayı amaçlıyor.

Yer altında trilyonlar var

Dünyada ticareti yapılan 90 çeşit madenden 77’sinin Türkiye’de bulunduğunu söyleyen Niziplioğlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Niziplioğlu, bunların bugünkü piyasa değerinin trilyonlarca dolar olduğunu söyledi…

Türkiye’de yer altında bulunan en yüksek maden rezervi dolomit. İçinde kalsiyum karbonat ve sodyum karbonat barındıran ve bu özellikleri yüzünden cam ve seramik endüstrisinin vazgeçilmezleri arasında yer alan dolomit, nadir ve çok değerli bir kireç taşı olarak biliniyor. Bu madeni sırasıyla mermer, linyit kömürü, kaya tuzu, bor, ponza, blister, bakır cevheri izliyor. Altın da Türkiye’de yüksek rezerve sahip madenler arasında.

Gelir gerekenin altında

Türkiye’nin toplam yer altı maden kaynaklarının bugünkü piyasa değerinin trilyonlarca dolar olduğunu belirten Niziplioğlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Niziplioğlu, “Maden zenginiyiz ama madenlerden gelirimiz maalesef çok düşük. Madenlerde yıllık gelirimizin 40-50 milyar dolara ulaşması gerekiyor. Yüzlerce sahanın ruhsatı var fakat rezerv tespiti ve işletmesi bulunmuyor” dedi.

Yüzde 100 katma değer

Milli ekonomiyi oluşturan en önemli sektörlerden birinin madencilik olduğunu özellikle vurgulayan Niziplioğlu, “Çıkarılan madenlerin yüzde 100’ü ülkeye katkı sağlar. Örneğin; otomotivde belli bir ithalata karşılık ihracat yapılıyor. Madenlerde ise neredeyse sıfır ithalatla ihracat yapma imkanı sağıyor. Ülke olarak acilen kalkınmamızın anahtarı madenlerin gün yüzüne çıkarılıp işlenmesinden geçiyor” diye konuştu.

Shell, Turcas ve İŞKUR işbirliği

Shell & Turcas’ın, Mart 2018’de Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı himayelerinde, İŞKUR iş birliği ile sektörde bir ilke imza atarak başlattığı ‘Shell’de Kadın Enerjisi’ projesi, birinci yılında hedefinin üzerinde istihdam yarattı ve 1 yılda 1044 kadına istihdam olanağı sağladı.

Başladığı tarihten bu yana yoğun ilgi gören proje kapsamında başvuru yapan kadın çalışanlarımız, eğitimlerini tamamladıktan sonra Türkiye genelinde faaliyet gösteren Shell istasyonlarında işbaşı yaptı. İŞKUR iş birliği ile yürütülen ‘Shell’de Kadın Enerjisi’ projesi ile Shell & Turcas, Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. yılı ve aynı zamanda Shell’in Türkiye’deki faaliyetlerinin 100. yılı olan 2023’e kadar Türkiye genelinde 5 bin kadına istihdam olanağı sunmayı hedefliyor. Akaryakıt sektöründe bir ilk olan ve Türkiye çapında büyüyerek devam eden kadın istihdamı projesinin birinci yılını başarıyla tamamladığını vurgulayan Shell & Turcas CEO’su Felix Faber; “İŞKUR işbirliğiyle yürüttüğümüz, bayilerimizin de gönülden sahiplendiği ‘Shell’de Kadın Enerjisi’ projesi kapsamında 5 yılda 5 bin kadına istihdam sağlama sözünü verdik. Şimdiden 1. yıl hedefimizin üzerinde istihdam olanağı yarattık. Tüm Türkiye’de güçlenerek büyüyen projemiz ile çalışma hayatında fırsat eşitliğinin toplumun tüm kesimlerinde benimsenmesini hedefliyoruz.” dedi ve kadın istihdamındaki artışın, aynı zamanda ülke ekonomisinin büyümesine de katkı sağladığını da vurguladı.

Kadın çalışanlarının olduğu istasyonlarda hizmet kalitesinin arttığını, müşteri memnuniyetinin de yükseldiğini vurgulayan Shell & Turcas CEO’su Felix Faber; “İstasyonlarımızda kadın çalışan sayısının artması ile birlikte verimliliğimiz ve hizmet kalitemiz arttı. Bu da istasyonlarımızı ziyaret eden misafirlerimizin memnuniyetine son derece olumlu şekilde yansıdı. ‘Shell’de Kadın Enerjisi” projesimiz, 2018 yılının Ekim ayında Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından kadın istihdamı kategorisinde ‘Örnek Şirket’ ödülüne layık görüldü.” diye konuştu.

Önce eğitim, sonra iş

‘Shell’de Kadın Enerjisi’ projesi kapsamında başvurular, Shell istasyonları, İŞKUR Hizmet Merkezleri ve Kariyer.net üzerinden yapılabiliyor. Adayların işe alım süreçleri İŞKUR iş ve meslek danışmanları aracılığıyla gerçekleştiriliyor. Başvurunun ardından işe kabul edilen adaylar, deneyimli Shell eğitim ekiplerinden eğitim alıyor. Sınıf ve işbaşı eğitimlerini tamamlayan adaylar görevlerine başlıyor. Proje kapsamında kadınlara istasyon yöneticisi, ön saha satış elemanı, market satış elemanı, vardiya amiri, temizlik görevlisi, muhasebe elemanı ve idari işler uzmanı gibi farklı pozisyonlarda çalışma olanağı sunuluyor.

Enerjiye ilgili yanlışlar

Türkiye, Mersin’de Rusya Devlet Atom Enerjisi Kurumu ROSATOM tarafından yapımı devam eden Akkuyu Nükleer Güç Santrali ile, nükleer santrale sahip dünya ülkeleri arasında yer almaya hazırlanıyor. Bilim insanları, Türkiye’de olduğu gibi tüm dünyada giderek artan enerji ihtiyacına temiz, güvenli ve kesintisiz çözüm getiren nükleer santrallere ilişkin doğru bilgilenmenin önemine dikkat çekiyor. Hacettepe Üniversitesi Nükleer Enerji Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Şule Ergün nükleer santrallerle ilgili yanlış bilinenlere açıklık getirdi. Nükleer enerji ve nükleer santrallere ilişkin yaygın yanlışların düzeltilmesi gerektiğini belirten Ergün “Nükleer sektörü son derece dinamik, kendini yenileyen, olumsuz örneklerden ders çıkaran, titiz bir sektör. Bugün dünyada nükleer santrallerin güvenlik çalışmaları uzay teknolojilerine, NASA’nın güvenlik analizlerine kaynak oluşturuyor. Düzgün işletildiğinde, düzgün anlaşıldığında, düzgün edinildiğinde güvenli bir teknolojiden bahsediyoruz. Teknolojinin gelişmişliğine, bu gelişmiş teknolojinin Türkiye’de uygulanacağına ve nükleer teknolojiyi ülkemize getirenlere güvenmemiz gerekiyor” diye konuştu. Doç. Dr. Şule Ergün’ün yanlış kabullerle ilgili açıklamaları şöyle:

Nükleer santrallerden çevreye radyasyon sızar mı?

Modern nükleer güç santrallerinin normal işleyiş sırasında dış radyasyon seviyesine bir etkisi yoktur. Tüm nükleer santrallerde radyasyon sızmasının engellenmesi için uluslararası kabul gören tedbirler alınır. Bu tedbirlerin amacı radyasyonu insanlara ve çevreye zarar vermeyecek limitlerde tutmaktır. Santraller, işletme sırasında meydana gelebilecek bazı aksilik durumlarında bile radyasyonun, büyük koruma kabının içinde kalacağı şekilde tasarlanır ve işletilirler. Hatta bu gibi durumlarda koruma kabının içinde belli yerlerde bile radyasyon ve radyoaktif maddeler olmaz. Özellikle Fukuşima Daiçi’den çıkarılan dersler sonrası artık santrallerde koruma kabı sayısı arttırılmış durumdadır. Akkuyu Nükleer Güç Santrali’ne kurulacak VVER-1200 tipi reaktörlerde, dışarı radyasyon sızmasını engelleyecek bir iç kabuk; bir de reaktörü doğal ve insan kaynaklı dış etkilere karşı koruyacak dış kabuk bulunacak. Yani bir değil, iki koruma kabı olacak.

Nükleer santraller tarımı olumsuz etkiler mi?

Nükleer santrallerde normal işletme sırasında dışarı radyasyon sızıntısı söz konusu olmadığından tarım ve hayvancılık faaliyetleri olumsuz etkilenmez. Nükleer santrallerin çevresinde tarımsal faaliyetler sürebilir; toprak, besin zinciri ya da canlılar herhangi bir zarar görmez.

Deniz yaşamı etkilenir mi?

Nükleer santralde soğutucu su tamamen kapalı bir sistemin içindedir. Sonra bu su, başka bir kapalı sistemdeki suyu buharlaştırır ve elektrik, bu buhar sayesinde üretilir. Ardından buhar yine deniz suyu ile soğutulur. Deniz suyunun, kapalı sistemlerin içinde bulunan radyasyonla teması olmaz. Santrale büyük pompalarla soğutma suyu çekme durumunda canlıların zarar görmemesi için tedbirler alınıyor.

Yerli işgücü işsiz kalır mı?

Santralin özellikle inşaatı ve sökülmesi sırasında gerçekleşecek istihdam gerçekten çok büyük. Özellikle reaktörler arka arkaya inşa edileceği için inşaat aşamasında 10 bin kişilik bir istihdamdan bahsediyoruz. Elbette Rusya’dan 10 bin kişiyi getirip inşaatta çalıştırmak gibi bir durum olmayacak. Türkiye’den işe alınabilecek kişilerin maaşları, sigortaları vb. gibi maliyet analizleri yapılıyor. İnşaat sırasında sanayinin katkısı söz konusu olacak. Nükleer santrale iş yapan firmalarda nitelikli istihdamda artış bekleniyor. Projenin hazırlık aşamasında da tamamını Ruslardan oluşan bir ekiple yapmak mümkün değil. İşletme söz konusu olduğunda yaklaşık 4000 kişilik bir istihdam gerçekleştirilecek. Bu kişilerin nükleer santral tecrübesi edinmesi için çalışmalar sürüyor. Üst yönetici ve üst teknik kişilerin nükleer santrallerde 10-15 yıl tecrübeli kişiler olması gerektiğinden belki ilk yıllarda yüzde yüz yerli insan kaynağı olmayacak ama zamanla kendi mühendislerimiz de tecrübe kazandıkça işletmede yerlileşme artacak. Şimdi bile nükleer santral projesinde lisans veren, izin veren, inceleme yapan Türk insanları, mühendisleri, akademisyenleri, hukukçuları, işletmecileri gibi, farklı tecrübelerde ve eğitim seviyelerindeki Türk insan gücü ve emeğinin katkısı olduğunu belirtmek gerek.

Üretimden fazla tüketiyoruz

Dünyanın üretebildiğinin 1,6 katını tüketiyoruz. Bu da uygulanan kullan-at modeline dayanan ‘Doğrusal Ekonominin’ yerine, sıfır atık ve geri dönüşümü temel alan döngüsel ekonomiyi önemli kılıyor. Bu modelin, ham madde ve enerji konularında birçok avantajı beraberinde getirdiğini belirten IFAT Eurasia Proje Müdürü Namık Sarıgöl, “ Elde edilen ikinci ham madde ile ekonomiye önemli bir katkı sağlarken, dış ticaret açığımızı düşürebiliriz. Atık yönetimi projelendirmeleri ile istihdam artışına önemli bir katkı sağlayabiliriz. 2017 yılında atık sektöründe 60 bin kişiye istihdam sağlanarak 3,5 Milyar TL katkıda bulunuldu. Atık yönetimi ve geri dönüşüm sektörleri için son teknoloji ürün ve hizmetlerin sergileneceği ‘IFAT Eurasia Çevre Teknolojileri’ fuarı 28 -30 Mart tarihinde İstanbul’da düzenlenecek. Organizasyon, atık yönetimi ve geri dönüşüm konusunda ülkemizde yeni açılımlar sağlayacak” dedi.

Dünya nüfusu ve yaşam standartlarının artmasıyla tüketim de yükseliyor. Sürdürülebilir büyüme için kaynakların akılcı kullanılması gerekiyor. Bu durum ekonomik modeller konusunda da değişimler yaşamayı zorunlu kılıyor. Yeni nesil ekonomi olarak da adlandırılan ‘Döngüsel Ekonomi’ geri dönüşüm ve atık yönetimi uygulamalarını ön planda tutarak, doğal kaynakların daha az tüketimini ve ekonomik kazancı hedefliyor.

Ezan sesine hasret olanlar

Bu ülkenin geleceğinin daha aydınlık olması adına her vatandaşın emek vermesinin gerekli olduğunun bilincindeyiz.

Bu anlayışla son bir yıldır öncelikle Türkiye’ye sınırı olan ülkelere birtakım görüşmeler için görevli olarak gittiğimde ülkemize sevdamızı en üst seviyede tuttuk. Bazı ülke güvenliğimizi tehdit eden durumları haber yaparken bazı durumları ise ilgili mercilere iletme yolunu tercih ettik.

Geçtiğimiz günlerde Avrupa’ya bir dizi etkinliklere katılmak için gittiğimizde bulunduğumuz 10 günlük süre içerisinde İsviçre’de, Almanya’da ve Fransa’da gurbetçilerimizle görüştük.

Ziyaretlerimiz ve görüşmelerimizin ana temasını dünyanın en düzenli şehri Zürih oluştururken, Fransa’ya bir giriş yapıp çıktık. Almanya’ya ise girdiğimiz gibi çıkmamız bir oldu.

Zürih’te fazla kalmamızın nedeni ise tarafsız olduğunu söyleyen İsviçre devletinin hiçbir birliğe üye olmamasına rağmen dünyayı karıştıranların tarafında yer alarak gurbetçilerimize karşı yaptığı etik olmayan gizli algı operasyonlarını fark etmemiz olmuştur.

16 Nisan 2017 yılında gerçekleştirilen referandum öncesi gazete manşetinden İsviçre’de yaşayan vatandaşlarımıza Türkçe seslenerek tehdit eden İsviçre’nin ulusal yayın yapan bulvar gazetesi Blick’in anavatanında duyduklarımız ve gördüklerimiz bizleri gerçekten derinden yaraladı.

Gazete manşetiyle gurbetçilerimizi tehdit eden, ülkemizi ve huzurumuzu hedef alan gazetenin yaptıkları değişik şekillerde bazı kurumlar aracılığıyla yapılmaya devam ediyor.

Gurbetçi ailelerinden ülkesini seven her birey tek tek fişlenerek, kişi odaklı bir operasyon yürütülüyor.

Fakat ülkemizde terör faaliyetleri yapan FETÖ, PKK ve benzeri örgüt ile onların sempatizanlarına devlet ve özel kurumlarda bazı imtiyazlar ve kanun dışı kolaylıklar sağlanmış.

En basiti bir Türkiye sevdalısı 40 yıldır İsviçre’de yaşayan bir ailenin çocuğu ile alakalı okulda bir görüşme yapılacağı zaman iltica veya değişik yollarla ülkeye 1 yıl önce gelen terör sempatizanı kişi o aile ile okul arasında devlet tarafından ücretli arabulucu olarak tayin ediliyor.

Yani Almanca dilini konuşmayı tam bilmeyen bir kişi bir Türk öğrencinin durumuyla alakalı bir görüşmede ana dili gibi Almanca konuşan bir veliye yardımcı olmak için tayin ediliyor.

Geçtiğimiz Çanakkale zaferi yıl dönümünde İsviçre’de kutlama yapan öğrencileri ‘çocuklara savaş tatbikatı yaptırıldı’ diye manşetlere taşıyan ve Türk ailelerini tek tek fişleyen anlayışı değişik oyunlarla Türkiye sevdalısı ailelere zarar vermek için farklı metotları devreye sokmuşlar ve sokuyorlar.

İsviçre’de vatanını seven Türk işadamının ticarette yolu kesilirken, devlet kuruluşlarında çalışanların da yükselmesine engel olunuyor.

Vatanımıza ihanet içerisinde olanların ise ticarette başarı yakalaması ve çalıştıkları kurumlarda yükselmeleri için değişik teşvikler gizli kapaklı uygulanıyor. Ayrıca bizim hain olarak fişlediğimiz kim var ise ticaret yapmasa veya bir kurumda çalışmasa bile ya işsizlik maaşı adı altında veya başka bir şekilde maddi olarak güçlü olması sağlanıyor.

Bize düşen görev çan sesiyle erkenden kalkarak ülkeleri için çalışanların ülkemize ve gurbetçilerimize yaptığı çirkinliklere müsaade etmememizdir. Büyükelçiliğimizde görevli olan tüm çalışanların bu anlayışla seferberlik halinde çalışmasıdır.

Tüm engellemelere, tehditlere ve algı operasyonlarına karşı gurbetçilerimiz siyaset üstü düşünerek Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a güvenmeye ve ona olan sevgilerini artırmaya devam ettiklerini gördüğümü de ayrıca belirtmek isterim.

Katıldığımız fuar, seminer, geziler ile alakalı yaptığımız ziyaretleri kaleme alacaktım, lakin bu çirkinlikleri öğrendikten sonra orada gördüğüm akılcı uygulamaları buradan paylaşmak yerine bu yazıyı kaleme almaya karar verdim.

Ezan sesiyle erkenden kalkmalı ve bu çirkinliklere dur demeliyiz.

CHP’nin teröre desteği

CHP’nin halâ terörist yanlısı partinin arkasında durmasını aklım hafızam almıyor. Sadece CHP’de değil birçok vatandaşın bu tutuklamalara karşı eylem düzenlemelerini ve savunmalarını anlayamıyorum.

Bu ülke, Fetö ve Pkk denen iki alçak terör örgütü ile uğraşıyorken ve bunlar yüzünden binlerce insanımız katledilmişken neyin kafasını yaşıyorlar algılayamıyorum.

Sormak istiyorum. Barış ve kardeşlik adı altında kurduğunuz bu parti(örgüt) hangi kürt ırk ının menfaati için bir proje sundu da olmadı? (Hangi Kürt kökenli Türk vatandaşı bu ülkede okuyamadı? Memur mu olamadı? Polis mi olamadı? Asker mi olamadı? (kaldı ki tüm istekler dikkate alındı). Okudu da akademisyen mi olamadı? Başbakan mı olamadı? Cumhurbaşkanı mı olamadı?. Yoksa bu ülkede sadece ırk’ı yüzünden gayrimenkul mü edinemedi? İş mi kuramadı? araba mı alamadı? ne istedide sadece ırk’ı yüzünden engellendi? geçmişte yaşananları temcit pilavı gibi ortaya koyanlar bu ülkede Hamidiye alaylarının neler yaptığına bir baksınlar. Bunlarınki  hakları savunmak değil, bu hakları kullanarak rant elde etmek. Bu alayların kimlerden (hangi ırk tan olduğunu da ezbere çeksin ler ama)..  Sadece isyan çıkarmakta usta olan bir kesim, tüm Kürt ırk’ını kendi çatısının altına toplamaya çalışıyor ama başarılı olamayacaklar.

Bu süreçte ve bu şartlarda hala, “Seçilmiş insan seçimle gider” sloganını konuşabilenlere kocaman bir hoşşşt demek istiyorum. Terörist teröristtir.! Seçilmiş bir makamı kötüye kullanıyor olması onu affettirmez! 6 Milyon Kürt vatandaşımızı oy verip hdp’yi meclise soktu diye kimse pkk lı da ilan edemez, kimse onları yok ta sayamaz. Onlar da inandılar. Onlar da bıktı terörden. Hakların silahla, kanla alınamayacağını ve T.C. Devletinin onlara mecliste hak aramaları için kapı açtığını da gördü. HDP defalarca uyarılmadımı? Pkk ile aranıza mesafe koyun denmedimi? Bu ülke 3 dakikalık mahkemelerle teröristi pişmanlık affından yararlandırmadımı? Hatta hdp’li vekil(!) polise tokat bile atma hakkını kendinde bulacak kadar özgür olmadımı bu ülkede?

HDP, Kürt siyasal hakları, eşitlik, kardeşlik kavramları ile yola çıkıp, bir halk mücadelesi veriyor görünüyordu. Meclise girmeleri için tüm imkanlar verildi. Haklarını demokratik yollarla arasınlar diye. HDP ne yaptı? Pkk ile işbirliği yaparak çözüm sürecini baltaladı. Herşeye, herkese itiraz edenler neden pkk’nın hiç bir isteğini geri çeviremedi?

Televizyonu her açtığımızda en az 3- 5 şehit haberi görüyoruz. Gencecik evlatlarımız.! HDPKK’nın alçak emelleri yüzünden hayatını, geleceğini kaybeden binlerce evlat.! Ağıtlar yakan, ciğerleri sökülmüş analar.! Minnacık yaşında babasız kalan çocuklar!. Aşk ile sevdiğinin yolunu bekleyen binlerce yürek yangını.

Şehit haberlerini görüp vicdanı sızlamayan ve hala hdp ye destek vermek için çare arayanlar! Allah belanızı versin.! O gencecik şehitlerimize acımayanların Allah belasını versin! Teröriste terörist diyemeyenlerin Allah cezasını versin. Teröriste hak verip bu ülkenin ekmeğini yiyen herkese herşey haram olsun. Evinizden bir can eksilmeden anlarsınız umarım terörün nasıl bir bela olduğunu.! Bu tutuklanmalar gerekliydi ve hak yerini buldu.!! Hakkını kan dökerek aramaya çalışanın sonu budur.!! buna itiraz edenin de umarım sonu onlar gibi olur.!!

Artık kimse Kürt halkını kendi çirkin oyunlarına alet etmesin.! Umarım onlarda, bu devletin öz evlatları olduklarını ve tüm haklarını anayasa ile elde edebileceklerini anlamışlardır.

Küresel ısınmaya karşıyız

Rusya Devlet Atom Enerjisi Kurumu ROSATOM tarafından yapılan Akkuyu Nükleer Santrali’nin en büyük katkılarından birisi de iklim değişikliğiyle mücadelesi olacaktır.

4 ünitede toplam 4800 MW elektrik gücüne sahip Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nin devreye girmesi ile ülkemizin toplam elektrik ihtiyacının yaklaşık yüzde 10’unu karşılayabilecek. Elektrik üretmekten daha değerli olan ise iklim değişikliğine yapacağı pozitif katkı olacaktır. Türkiye’nin bir yıl içinde ürettiği toplam sera gazının yüzde 4’üne denk gelen yaklaşık 20 milyon ton karbondioksit (CO2) eşdeğeri sera gazı bu sayede doğaya salınmayacak.

Enerji üretiminde tamamen nükleer teknoloji kullanmak toplam sera gazı salınımını üçte birine düşürür. Deniz suyu arıtmada, bölgesel ısıtmada, hidrojen üretiminde, petrol çıkarmada, diğer petrokimyasal uygulamalarında, büyük tankerlerde, konteyner gemilerinde ve uzay uygulamalarında nükleer bilimden yararlanmak sera gazı salınımını daha da azaltır. Böylesi bir girişim, mavi gezegenin sorunlarını tamamen ortadan kaldırmasa da kendi hatalarımızı düzeltme adına atılmış önemli bir adım olur. Geldiğimiz şu noktada dünyamızı kurtarmak adına atılmış olması gereken ‘yumuşak ve maliyetsiz’ adımlara verilen mühlet sona erdi. ‘Sert ve maliyetli’ adımların atılma zorunluluğu ortaya çıktı.

Türkiye’de yapılan araştırmalardan insanların iklim değişikliği ve küresel ısınma konularında endişeli olduğunu bilmekteyiz.Tüm dünyada ve Türkiye’de küresel ısınmanın etkileri konusunda bilinç düzeyi giderek artıyor. Türkiye dahil pek çok ülkenin sera gazı salınımını önleyecek adımlar atması gerekiyor. Enerji üretimi ve kullanımı, iklimi direkt etkileyen unsur. Bugün itibariyle baktığımızda enerji üretimi ve kullanımı, toplam sera gazı salınımının yaklaşık yüzde 70’ine denk geliyor. Bu oran bile Türkiye’nin nükleer santrallerden enerji üretimi için hareket geçerek ne kadar önemli bir adım attığını ortaya koymakta. Türkiye’nin ilk nükleer güç santrali olacak Akkuyu’nun temeli geçen yıl atıldı. Bizim de ülke olarak ‘dünya nükleer kulübü’ içerisinde yer almamız, bu teknolojiyi farklı alanlarda da kullanmamız, gelişmişlik düzeyimiz açısından önemli. Geleceğimizi kurtarmaya yönelik gerçekten bir niyetimiz var ise, nükleer teknolojiyi kullanmak artık bir seçenek olmaktan çıktı. Bu, Türkiye için de, diğer ülkeler için de böyle. Nitekim tüm dünyada çeşitli önemli kuruluşlar ve farklı sektörlerden önemli isimler tarafından küresel ısınmaya karşı nükleer enerji daha fazla gündeme getiriliyor.

Sanayi devrimi sonrası küresel ısınmanın birçok açıdan kendini gösterdiğini bilinmektedir. Tek bir nefeste aldığımız zehirleyici gaz miktarı, Sanayi Devrimi öncesine kıyasla kabaca iki katı kadar. Bir diğer önemli gösterge, küresel sıcaklık artışı. Sanayi Devrimi ile birlikte sera gazlarındaki artıştan kaynaklı küresel sıcaklık artışı, 1 derece oldu. Sıcaklık artışı, buzulların erimesine ve kutup bölgelerinde yılda 275 milyar ton buz kütlesi kaybına yol açtı. Küresel deniz suyu seviyesini yılda 3,2 mm yükseltti ve küresel çapta deniz suyu sıcaklığını 0,4 derece artırdı.

Küresel ısınma bilim insanlarının beklentilerinden daha hızlı ilerlemektedir. Gerekli adımlar atılmazsa, bütün çalışmalar hep aynı sona işaret etmektedir: “Küresel yok oluş”

Bütün sorunların ana kaynağı olan biz, neden olduğumuz böylesine küresel bir sorunun çözümünde nasıl rol oynayacağız? Gerçekçi olursak, bugünden yarına dünya nüfusunu 10’da 1’ine düşürmek, insanları ihtiyaç duyuldukları enerjiden yoksun bırakmak veya mevcut yaşam kalitemizden vazgeçip taş devri dönemine dönüş yapmamız mümkün değil. Peki ya ne yapmak gerekir? Bu noktada verilecek en net cevap, düşük sera gazı salınımlı, ileri teknoloji enerji üretim yollarına yönelmek olacaktır. En uygun teknolojiye karar vermenin en basit yöntemi, 1 Kwsaat enerji üretmek için farklı yakıt türleri yakıldığında, üretilen karbondioksit gazı miktarına bakmaktır. Bu bakımdan, kömür, linyit ve benzerleri 340 g, petrol ve türevleri 280 g, doğalgaz 200 g, biyo-yakıtlar ve atıklar 270 g ve nükleer, hidroelektrik, güneş, rüzgar, jeotermal ve diğer yenilenebilir enerji türleri 0 g karbondioksit gazı üretir. Biraz daha detaya inersek, yani beşikten mezara kadar olan tam yaşam döngüsündeki doğrudan ve dolaylı salınımları da dikkate alırsak, rüzgar ve nükleer 12 g, hidroelektrik 24 g, jeotermal 38 g, güneş 48 g, biyo-yakıt 230 g, doğalgaz 490 g ve kömür 820 g karbondioksit gazı üretir.

Çözümün net olduğunu biliyoruz. Geleceğimizi kurtarmaya yönelik gerçekten bir niyetimiz var ise, nükleer teknolojiyi kullanmak bir seçenek olmaktan çıktı, bir zorunluluğa dönüştü. Her ne kadar nükleer santraller ile ilgili nükleer atıkların ne olacağı, nükleer santral kazaları, radyasyona maruz kalma endişesi, kirli bilgiden veya bilgi eksikliğinden dolayı toplumlarda oluşan korku psikolojisi gibi ciddi kaygılar olsa da nükleer teknolojideki çığır açan teknik gelişmelerle bu kaygıların tamamen giderilmesi an meselesidir.

Dünya için artık zaman kalmadığını söylemek zorundayız. Nükleer gücün önümüzdeki yıllarda ne kadar büyüyeceği, ekonomik, politik ve sosyolojik tercihlere bağlı olacak. Ancak, bu konuda sorumluluk en çok karar alıcılara düşmekte. Bu bağlamda, dünya ülkelerinin büyük çoğunluğu, en azından 1997’deki Kyoto Protokolü’nü ve 2015’deki Paris Anlaşması’nı imzalayarak gelecek için umut verdiler. En kısa zamanda sera gazı salınımlarını azaltacaklarına ve ellerindeki karbon tabanlı yakıt teknolojilerinden ‘sıfır karbon’ teknolojilerine geçeceklerine dair söz verdiler. Verilen sözler ne kadar tutuldu? Maalesef bu zamana kadar hiçbir ülke üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirmedi.

ol(may)an Kürt meselesi

Kürtler geçmişte İran, Irak ve Suriye, tarafından birbirlerine ve özellikle Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanılmıştı.

Bölgenin ve coğrafyanın geldiği son noktada değişen şartlarda bu durum geçmişte olduğu gibi bugün de devam etmektedir. Ve yine bu oyuna geçmişte perde gerisinden karışan Batılı güçler bugün açıktan karışmış durumdadır.

Ortadoğu da son yıllarda meydana gelen olaylardan anlaşılacağı üzere, yeni bir paylaşım süreci yaşanmaktadır. Ve İran,Irak,Suriye ve Türkiye’de dağınık bir şekilde yaşayan Kürt nüfusunu oluşturan insanların birbirileri ile birbirlerini bağlayan bağlar olduğu gibi, Kuzey Irak’ta Barzani yönetiminin aldığı kararlar ve uygulamaları da göstermektedir ki, birbirlerinden ayrılan farklılıkları ve gerek konjoktürel gerekse bölgesel çıkarları da vardır.

Hal böyle iken, hali hazırda karma karışık görülen ve bu ortamda de facto bir durum çıkarma peşine düşen Kürt halkı özellikle şunu bilmelidir ki, ikinci dünya savaşı sonunda fiili ve toprak işgalli sömürgeciliğin sona ermesi sürecinde olduğu gibi halihazırda Ortadoğu da yaşanan karmaşa sonucunda dahi, her etnik gruba bağımsız bir devlet verilmesi gibi bir durum uluslar arası sistem açısından mümkün değildir. SSCB nin dağılmasından sonra

Kafkasya ve Balkanlarda yaşanan gelişmeler, Uluslar arası sistemin etnik kökenli bağımsızlık hareketlerine olan bakışını değiştirmiştir.

Bölgede yaşanan dönemsel kaostan böyle bir de facto sonuç çıkarma hevesinde olduğu görülen bölücü terör örgütü PKK ve Suriye kolu PYD, bu duruma göz yumması kesinlikle mümkün olmayan Türkiye yanında bu uluslar arası gerçekliğin de farkına varmalıdır.

Dünyadaki Kürt nüfusunun yarısından fazlasının yaşadığı bununla birlikte Kürtlerin halkın geri kalanı ile en fazla iç içe yaşadığı, kaynaştığı ülke Türkiye’dir.

Bu hali ile özellikle son aylarda yaşanan hendek kazma, öz yönetim gibi saçmalıklar ile Diyarbakır’da tarihi Kurşunlu Camii nin yakılması kürt halkı nazarında bile destek görmemiş kınanmış ve hatta lanetlenmiştir. Kürt ve Türk her insan, bölücü terör örgütünün kutsal tanımaz, hedef gözetmez,her türlü ahlak ve değerden yoksun yapısını bir kez daha anlamıştır.

Tüm bunlarla birlikte, tarihsel,kültürel,ekonomik pek çok nedenlerle , geç uluslaşmanın ve geleneksel otokratik Türk devletinin ve bürokrasisinin yanlışları ve zaafları ve inkarcı tavırları ile Kürtler, kızgın ve kırgındırlar.

Konunun güvenlik boyutu elbette önemlidir. Ve bizatihi insan hayatına ilişkindir.Kürt sorunu,asker,polis ve adalet bürokrasimizin uygulamalarını sorgulamamızın önünde bir engel de olmamalıdır. Bu nedenle, güvenlik güçlerinin gerekeni hukuk devleti ilkesi çerçevesinde yapması gerekmektedir. Ve bizim de terörle mücadelede hukuk dışına çıkılmasına göz yummamamız gerekmektedir.

Ancak belirttiğimiz gibi sorunun iç boyutu olduğu gibi uluslar arası boyutu da vardır.İç boyutundan kaynaklanan sorunları çözmez isek, dış boyutuna hakim olamayız,sorunun  başka ülkeler tarafından bize karşı bir koz olarak kullanılmasına engel olamayız.

İç boyutu çok karışıktır. Tarihi eski, nedenleri farklıdır. Ne yalnız ekonomik, ne yalnız kültürel, ne de siyasidir. Dolayısıyla çözümü de uzun zaman alacak ve çok yönlü tedbirler gerektirecektir.

Bu durum ise, Türkiye Cumhuriyet’nin bir bütün olarak her yönü ile, adil, kalkınma ve gelişmesi ile mümkündür. Ülkemizin bütün sorunlarının temelinde hukuk,demokrasi,kalkınma,adalet vs bakımlardan az gelişmişliğinden kaynaklanmaktadır.Kürt sorunu ise, bu genel problemin özel bir yansımasıdır.

Bu nedenle ne sadece askeri tedbirlerle,ne kültürel tavizlerle ne de sadece güleryüzlü devlet ile çözülebilecek gibi değildir. Çözüm ancak bütün bunların hepsinin (hukuk devleti içerisinde terörle mücadele,kültürel hakların tanınması,devletin adil olması) bilinçli ve planlı bir şekilde uygulanması ile uzun vadede sağlanabilinecektir.

O halde çıkarılacak ders, ne Kürtlerin ortadan kaldırılması ya da yok sayılması olmalıdır, ne de Kürtlere bağımsız bir devlet kurma imkanı verilebileceğidir. Herkes bu durumu ne kadar kısa zamanda ne kadar az acı çekerek öğrenirlerse, o kadar iyi olacaktır. Kürtlerin çıkarı, içinde yaşadıkları Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik,sosyal,hukuk,kalkınma,demokrasi anlamında ilerlemesi ve gelişmesindedir. Kürtlerin mücadelesi, Adil, demokratik hukuk devletine dayalı yeni bir anayasa içinde kendilerine daha medeni hakların verilmesine dair sivil ve siyasi bir mücadele olmalıdır. Kuşku yok ki, bu durum, Türk Milletini oluşturan tüm bileşenlerin ortak menfaatidir.

Geri kazanımda başarıyı yakalamalıyız

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan hanımefendinin himayelerinde yürütülen “Sıfır Atık Projesi”nin ülkemize ve insanlığa ne kadar çok faydası olduğunun hepimiz bilincindeyiz.

Cumhurbaşkanlığı ofislerinde ve yemekhanesinde etkin şekilde uygulanan proje vesilesiyle yapılan tasarrufun ülke ekonomisine olan katkısı da bu projenin yaygınlaşmasının da ne denli önemli olduğunu bizlere göstermektedir.

Emine Erdoğan hanımefendinin bu projeyi yaygınlaştırmak için verdiği emekler ve çalışma hızına verilmesi gereken katkıyı bazı özel ve resmi kurumlarımızın sadece sözde verdiklerini üzülerek gözlemliyorum.

Bu konuda bir rapor hazırlıyoruz ve kendisine bizzat vermek düşüncesindeyiz.

Emine Erdoğan hanımefendi ne diyor, bazı kurumlar ne yapıyor buna kısaca değinmek istiyorum.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan, “Kurumlar olarak geri kazanıma odaklanmamız lazım. Kullan, at kültürünü bir yere bırakıp değişimi başlatmamız gerekiyor. Bizden sonra gelecek olan nesillere, kaynakları tükenmiş, yaşam şartları zorlaşmış bir dünya bırakamayız. Misafiri olduğumuz yeryüzünü bize emanet edildiği şekliyle bizden sonrakilere bırakmak hepimizin temel sorumluluğudur. Ne yazık ki modern insan, kendini doğanın hakimi zannediyor. Oysa bizler doğanın sadece bir parçasıyız. Doğa biz olmadan hayatiyetini sürdürebilir fakat biz tabiat olmadan yaşayamayız” ifadelerini kullanıyor.

Sürdürülebilir bir yaşamın, toprağın, suyun, iklimin, ormanın ve biyolojik çeşitliliğin korunmasına bağlı olduğunu bu nedenle her birinin doğru yönetilmesinin hayati önem taşıdığını belirten Emine Erdoğan, “Atıkların kaynağında ayrıştırılması ve geri dönüşüme girmesiyle daha yaşanabilir bir çevre, daha güçlü bir ekonomi hedefliyoruz” diyerek bir seferberlik halinde bu projenin uygulanmasının gerekli olduğunu vurguluyor.

Emine Erdoğan hanım 2017 yılında bu şekilde bir kampanyanın startını veriyor.

Peki bizler ne yapıyoruz, bu seferberliğe nasıl uyum sağlıyoruz ve geleceğimiz adına başlatılan projeye nasıl katkı sağlıyoruz?

İki yıl önce başlayan proje nedeniyle Emlak Konut AŞ tarafından bir özel firmaya ihalesi verilen özel bir sitede 1 milyon lira üzerinde bir bedelle geri kazanım sistemi kuruluyor ve bu bedel devletin kurumunun kasasından çıkış yapılıyor. Daire sahipleri de bu maliyetler esas alınarak dairelerini ilave bir bedel karşılığı satın alıyorlar. 2 yıl önce teslim edilen dairelerde yaşam şu anda %90 doluluk oranıyla devam ediyor.

Sistem her katta bulunan elektronik açılan kapaklardan atığın çeşidine göre daire sakinlerinin atması üzerine tasarlanmış fakat teslimden bu güne kadar bu mekanizmasının çalıştığına hiçbir daire sakini şahit olmamış.

Sistemin çalışmaması üzerine kurumlar ve yüklenici firma ile yapılan yazılı görüşmeler neticesinde ise hiç kimse sorunun çözümü adına bir adım atmamış.

Ayrıca atık yağ ile alakalı öyle güzel düşünülmüş ki! mutfakta elde edilen atık yağlar bir tuş yardımıyla lavaboya dökülerek yağın ayrıştırılarak belirlenen odada tek elde toplanması için sistemde kurulmuş.

Fakat yapısal hatalar nedeniyle bu sistem de dairlerde hiç kullanılamamış. Bu hataların telafisi içinde hiçbir olumlu çalışma ne Emlak Konut, nede taşeron firma tarafından gerçekleştirilmemiş.

Şu an bu bahsi geçen sitenin yönetim kurulu başkanı olarak görev yapmaktayım. Geçtiğimiz hafta bu sistemlerin zemin katta bulunan odasına ilk defa girerek incelemelerde bulunduk. Bahis ettiğim sistemler sökülmüş ve çürümeye terk edilmiş.

Bunun üzerine Emlak Konut A.Ş. ve Emlak Yönetim A.Ş.’de görevli müdürlerimiz ile olumlu olacağını düşündüğümüz görüşmeleri başlattık. İnşallah akılcı adımlarla geleceğimiz adına önem arz eden bu sistemleri aktif hale getireceğiz ve ardından bu tabloyu bir başarı olarak Emine Erdoğan hanımefendiye sunacağız.

Şayet bu çalışmalarda başarılı olamaz isek o zaman bir dosya ile nedenleri ve nasılları sayın hanımefendiye sunarak geleceğimize katkı olmak yerine zarar vermeyi tercih edenleri tek tek anlatacağız.

Geri kazanım konusunda bir başarı yakalayacaksak bunu ancak hepimiz bu seferberliğe katılırsak başarırız.

Enerjimiz daim, gelecek kazanımlarımızın sürekli olması temennisiyle…

Elektrikli araç pazarı büyüyor

Çin, McKinsey Elektrikli Araç Endeksinin öncülüğünü sağlam bir şekilde sürdürmektedir. Ve dünyada bu araçlara yönelik büyüyen kamu ve özel sektör ilgisi de ortadadır.

Elektrikli Araç Endeksi nedir?

McKinsey’in tescilli Elektrikli Araç Endeksi (EVI),dünyadaki 15 ülkenin e-mobilite (e-hareketlilik) performansını değerlendirmektedir. EVI’nin kuruluşundan bu yana, birkaç yıl önce, otomotiv, mobilite ve enerji sektörlerinin etkisinde kalan kuruluşların, elektrikli araç (EV) dinamiğinin granüler bir seviyede nasıl geliştiğini ve nerede olduklarını anlamalarına yardımcı olmak için kritik bir araç olarak gelecek için trend belirlemeye hizmet etmiştir.

Endeks elektrik hareketliliğinin ilerleyişinde iki önemli boyutu araştırmaktadır. Bir tarafta pazarlar ve talep, bir tarafta sanayi ve arz.

Piyasa tarafında, genel pazardaki elektrikli araçların payını analiz eder. Ayrıca, sübvansiyonlar, mevcut altyapı ve mevcut elektrikli araçların çeşitliliği gibi teşviklere de bakmaktadır.

Sektör tarafı, otomotiv sektörünün her ülkede ne kadar başarılı olduğunu elektrik hareketliliğini desteklediğini belirlemektedir. Bu, araçların küresel üretiminde elektrikli araçların mevcut ve gelecekteki payı gibi bir dizi faktörün analiz edilmesini ve e-motorlar ve piller gibi anahtar bileşenlerin kullanılmasını içerir.

Her ülke kilit performans göstergelerinde değerlendirilir ve sıfırdan beşe bir puan toplar. Bunlar, nihai EVI matrisinin ve ülke sıralamasının temeli olan genel ağırlıklı bir puana transfer edilir.

Saf elektrikli araçlar (BEV) şu anda küresel EV pazarının yüzde 66’sını oluşturmaktadır. BEV satışları, plug-in hibrid araçlardan (PHEV) daha hızlı büyüyor.

Çin satışlarda liderliğini sağlamlaştırıyor

Çin pazarı, 2017 yılında bir önceki yıla göre %72 oranında genişleyerek Çin’in EV satışlarındaki lider konumunu sağlamlaştırdı. Ülke şimdi Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nden daha büyük bir EV pazarına (başta BEV’ler) sahip.

Yaklaşık yüzde 94’lik bir satış payı ile, yerli OEM’ler (Orijinal Ürün Üreticisi) şu anda Çin EV pazarına hakim durumda.

Bir yandan, 150 kilometrede (100’den fazla) herhangi bir teşvik ve enerji yoğunluğu gereksinimi için kilogram başına 105 watt-saat (90’dan yukarı) olmak üzere minimum aralığı arttırdı. Öte yandan, uzun menzilli BEV’ler için sübvansiyonlar (400 kilometre veya daha fazla) yüzde 14 artarak 50.000 renminbi (7,900 dolar) oldu. Plug-in hibrid araçlar için parasal destek yaklaşık yüzde 8, 22.000 renminbi (3,500 $) düştü.

Mutlak anlamda, Çin’in EV satış performansı oldukça dikkat çekicidir. Ancak, kabul oranı ulusal düzeyde sadece yüzde 2’yi temsil ediyor. Sınırlı sayıda büyük şehir (Pekin, Hangzhou, Şanghay, Shenzhen ve Tianjin gibi) EV satışlarının çoğunu oluşturuyor.

Ancak, bugünün EV-pil ekonomisi göz önüne alındığında, EVI skorlarındaki liderlik bir bedeli ortaya koyuyor: Çin ve Norveç, vergi mükelleflerinin masraflarında, tüketici ve tedarik tarafındaki sübvansiyonlarla ilgili olarak dünyanın en yüksek değer seviyelerinde.

EVI performansının zaman içindeki bir karşılaştırması, Çin’in Birleşik Devletler ve Almanya’yı birleşik EVI puanlarında hızla aştığını ortaya koymaktadır. Avrupa’nın EV pazarı, küçük bir satış bazında da olsa, 2016’dan 2017’ye yaklaşık %40 oranında büyüdü.

Almanya ve Norveç Avrupa Birliği’nde büyümeye öncülük etti

Dizel teknoloji için devam eden karşıt rüzgarlar ve EV’lere artan müşteri ilgisi gibi çeşitli faktörler bu büyümeye katkıda bulunmuştur. EV pazarının iki katından fazla arttığı Almanya şu anda Avrupa’nın Norveç’in ardından ikinci iyi EV pazarıdır. Norveç’in EV satış penetrasyon oranı 2017’de yüzde 32’ye ulaştı ve Aralık ayında her satılan ikinci otomobil bir EV oldu. Norveç, kitle pazarında elektrikli araçların kucağında büyük ölçüde tek başına durmaktadır, bu yüzden pazarların gelecekteki beş ila on yıl boyunca yaşayabileceği gelecekteki EV satış oranlarının gerçek dünya resmini vermektedir.

Yüksek talep gören segmentlerde daha cazip, daha iyi performans gösteren EV’lerin kullanıma sunulması hem Avrupa’da hem de Amerika’da satışların artırılması için önemli bir diğer etken. Bununla birlikte, yüzde 27 seviyesinde büyüme ile ABD Çin ve Avrupa Birliği’nin gerisinde kalmıştır, çünkü yakıt fiyatlarının düşük olması, EV’lerin işletme-maliyet avantajını azaltmaktadır.

Hükümet EV’nin benimsenmesini teşvik etmek için yeni bir vergi politikası uygulamaya koysa da net bir stratejik yol haritası hala eksiktir. Talep esas olarak ticari sahiplerden ve kamu sektöründen geliyor ve ülkenin neredeyse hiç şarj altyapısı yok. Hindistan’ın elektrik üretimindeki karbondioksit seviyeleri dünyanın en yüksekleri arasında olduğundan, EV’leri gerçek sıfır emisyon durumuna ulaştırmak için daha fazla yenilenebilir enerji kaynaklarına ihtiyaç duymaktadır.

Günlerden Kuveyt

Kuveyt Devletinin 68. Milli Günü ve 28. Kurtuluş yıldönümü için değerli dostum Kuveyt Büyükelçisi GhassanYousefAbdulbari Al Zawawi’nin davetlisi olarak Ankara Sheraton oteldeki resepsiyona katıldım.

İlk önce yaklaşık bin kişiyi aynı anda ağırlayan ve sıcak, samimi ortamı sağlayan büyükelçimize sonsuz teşekkürler ediyorum.

Neden mi kısmına gelirsek, dost ülkenin dost büyükelçisi yerli yabancı tüm devlet erkanını bir araya toplayarak herkesin kaynaşmasını ve bir iş platformunu organize etti ve sanki bu özel günlerine bunu da kattı.

Bizden Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanımız Ruhsar Pekcan, Milli eğitim Bakanımız Ziya Selçuk, Genelkurmay temsilcilerimiz, Şehzade Abdülhamid Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu, Urfa Valimiz Abdullah Erinç ile Belediye Başkanımız Nihat Çiftçi başta olmak üzere birçok devlet memuru ve iş adamlarımız katıldı.

Bizler hem dost Kuveyt devletimizin bu özel gününde olmaktan ve bu mutluluğu dostlarımızla paylaşmaktan ayrı ve özel bir mutluluk duyduk.

Protokol ve konuşmalar bittikten sonra büyükelçimiz konuklar ile tek tek görüştü. Tüm davetlilere iş birliği mesajları vererek her zaman karşılıklı destek vermeye ve almaya hazır olduklarını da ayrıca şahsımıza belirtti.

Kuveyt geçen sene 18 senelik yapılanma planınıimzalamıştı. Bu planının devreye girmesiyle geride kalan bir senenin ardından 17 sene her yerde inşaat var her yerde projeler bir bir devreye alınıyor.

Beş senedir şahsen Kuveyt ile bölge ülkelerde bulunmaktayım. Bu sebeple hepinize tavsiye ederim ki!

Kuveyt’te ticaret yapmaktan çekinmeyin.Kanunlar uluslararası standartlarda çalışmaktadır ve imkanlar büyüktür.

Heryerde iş imkanları bulunmaktadır. Bizler gönüllü elçi olarak elimizden geldiği kadar bölge ile alakalı gelişmeleri sizlere aktarmak için çaba harcıyoruz.

Sizlerde bizleri dinlediğiniz için teşekkürler ederim.

Ayrıca Şanlıurfa ziyaretimizde Valimiz Abdullah Erin bey ile yapmış olduğumuz istişarelerde Kuveyt Büyükelçimizi davet ettiklerini ve ortak bir proje yürüttüklerini söylediler.

Bende kendilerine önümüzdeki hafta Ankara’da buluşacağımızı ve fabrika ziyareti yapacağını ilettim. Eğer uygun olursa kendisine aktaracağımı ve Urfa’ya beraber geleceğimizi söyledim. Bunun üzerine büyükelçimiz savunma sanayi ile ilgili yaptıklarımızı görmek için bizi ziyarete geldiler istişarelerde bulunarak, yol haritamızı belirledik. Sağ olsunlar Urfa teklifimizi kabul etti ve beraber her iki ülke için çok önemli olan ziyaretimizi gerçekleştirdik.

Vali bey ve tüm devlet erkanı çok güzel bir ağırlama yaptılar ve görüştüğümüz projeler hayata geçmeye başladı. Gerçekleşen görüşme istişare toplantılarına valimizde katılarak bizlere güç verdiler. Davetimize icabet ederek bizleri onurlandırdılar. Son sözüm o ki Büyükelçimiz ile iki devletin iş birliği ve yararı için umarım uzun yıllar beraber oluruz.

Sevgili okurlarımız sağlıcakla kalınız…

Şaşırtmaya devam edeceğiz

Bilgisayarın başında geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiğimiz 10 günlük Avrupa’nın çeşitli ülkelerine giderek gurbetçilerimizin FETÖ gibi terör örgütleri ile alakalı yaşadıkları sıkıntıları kaleme almaya çalıştığım sırada telefonum çalıyor.

Gazeteci bir dostum telefonu açtığım gibi Ferhat abi şu an evde dost meclisinde oturuyoruz ve işin içinden çıkamıyoruz diyerek konuştu.

Bende kendisine; ‘hayırdır neyin içinden çıkamıyorsunuz’ diyerek konuştum.

Sorduğum soruya gelen cevap;

“Şimdi sen ve arkadaşların büyük bir sitenin hak edildiği gibi yönetilmemesi nedeniyle aylardır bir mücadele içerisine girdiniz. Ardından yönetimi Emlak Konut A.Ş’den yapılan genel kurul seçiminde devir aldınız. Şimdi göreve geldiğiniz gibi ilk aldığınız karar yönetim kurulu üyeleri olarak tarafınıza ödenecek huzur hakkı adındaki aylık ödeneği yönetime 1 yıllık süre zarfında geri almaksızın hibe etmek olmuş. Şimdi bizim anlamadığımız orada bir mesai harcıyorsunuz. Hatta kendi işlerinizi aksattığınıza ve ailenizi bile ihmal ettiğinizi aile dostu olmamız vesilesiyle görüyoruz. Benim kayınpederim eskiden sizin kadar büyük bir site olmasa da bir yaşam alanının yöneticisi olarak görev yaptı. Kendisi böyle bir olaya şahit olmadığını bu farkındalığın sebebi ve alametini öğrenmek istiyor. Şimdi müsaaden olursa hoparlörü açarak senden bu soruya cevap alabilir miyiz?”

Sevgili okurlarım şimdi sizlere meslektaşımın sorusuna nasıl cevap verdiğimi aktarmak istiyorum.

Daha önceki yazılarımda çevre bakanlığından satın alınan evlerde yaşanan sorunları ve siteyi yöneten Emlak Yönetim A.Ş ile sakinler arasında verilen aidatların karşılığının alınmadığı konusundaki serzenişlerimi kaleme almıştım.

Bu nedenlerle site yönetiminin acilen değişmesi ve hantallıktan kurtulması adına genel kurul çağrısı yaparak seçimlerin gerçekleşmesini sağladık. Süreç ilerledi ve biz yönetimi emlak konut A.Ş’nin kontrolünden alarak Emlak Yönetim A.Ş’nin tabiri caizse patronu olduk.

Evet ilk yaptığımız yönetim kurulu toplantısında Türkiye genelinde site yöneticilerinin huzur hakkı adıyla aldıkları parayı alarak site yönetimine hibe olarak geri verilmesine karar verdik. Bu kararı bizler bundan 1 sene önce site sakinleri ile ortak akıl ile kararlaştırdık. Bu teklifi yaptığım zaman hiçbir yönetim kurulu üyesi veya temsilci arkadaşımız karşı çıkmadı ve memnun oldular. Sitenin istediği huzura kavuşmadan, sakinler verdiği aidatların hakkını almaya başlamadan bu parayı almamız durumunda bize haram zehir zıkkım olacağını düşündük.

Neden haram olacağını da kısaca bahis etmek arzusundayım.

Öyle bir çirkin çark kurulmuş ki! bu çarkı kırmak bu sistemi param parça etmek bir zaruriyettir.

Bu kokuşmuşluğu bu para hırsını, bu vurdumduymazlığı, bu adam kayırmayı deşifre etmek cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın çalışma hızına yetişmek onun gibi başını ve canını ortaya koymaktır.

Bu işleyişe dur demek, bu çirkinliklere karşı duruş sergilemek Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in sözlerinin ne kadar doğru olduğunu ispatlamaktır.

Üstadın “büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifiri karanlıkta ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin bir gençlik…” sözleri üzerine bütün “dikey”leri “yatay” hale getirecek bir kıvılcım çıkarmak niyetinde olduğumuzu belirtmek istiyoruz ve ayrıca bize kim olduğumuzu soruyorlar, araştırıyorlar ve sorguluyorlar.

Biz kim olduğumuzu biliyoruz.

Bizler birer hiçiz hiç…

Biz hiçiz, aradığımız ise her şey…

Biz her şeyiz ve aradığımız ise hak ettiğimiz çok şey…

Haklı olunan mevzumuzda, kamu yararı adına çıktığımız bu yolda, bu saatten sonra ‘ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!’ bizler “Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!” şuurunda olarak rüzgarların bizi yıkamayacağını, bu ülkede milletin ve devletin zararına olacak hiçbir projede yer almayacağımızı da herkesin bilmesini isterim.

Sulh yoluyla sorunların aşılması adına sitemizde geçmişte yöneticilik yapanların, çalışanların, idarecilerin, daireleri satanların, her ne şekilde olursa olsun yönetim ile sözleşme imzalayanların, site sakinlerinin paralarının toplandığı kasadan haksız yere para harcayan, aldığı paranın karşılığını vermeyen, sözleşmelerini eksiksiz ve değişik yollarla yanıltıcı olarak devam ettiren tüm yanlışları doğrulara çevirmek için sulh yoluyla görüşmeler yapmaya başladık. Bu süreçte Emlak Yönetim A.Ş işletmeler Müdürü bizlere tüm sorunların çözülmesi adına yardımcı olacağını söylemesi de bizlere ümit vermiştir. Bu süreçte Emlak Konut A.Ş’nin de aynı düşünce de olduğunu belirttiler.

İnşallah sulh yoluyla tespit ettiğimiz ve tutanakla bunları resmileştirdiğimiz sorunları tek tek aşacağız.

Şayet aşamazsak Yönetim Kurulu Başkanı olarak kendim başta olmak üzere bizleri, önceki yönetimi ve usulsüz iş yapan tüm firmalar hakkında suç duyurusunda bulunacağız.

Ayrıca bu süreçte yaşanan süreçleri de cumhurbaşkanlığımıza bildiriyoruz.

Yükümüz ağır ve alnımız ak bir şekilde bizler ak sütün içindeki ak kılı fark ederek, farkındalık yaratmaya devam edeceğiz.

Daha çok şaşıracaksınız…

Küçük Efendi ve Sürgün

Değerli dostlarım, sevgili okurlarım, Küçük Efendi yazı dizimin üçüncü bölümüyle sizlerleyim. Yazımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz;

3 Mart 1924 yılıdır. Ankara Hükümeti ve başında bulunan Mustafa Kemal Paşa tarafından Osmanlı Hanedan ailesi hakkında sürgün kararı çıkar. Geçmekte olan kış kadar çetin, hüzün dolu ve hafızalardan hiç silinmeyecek bir tarihtir bu.

O gün akşam vakti, saat sekiz sularında M.Selim Efendi’nin bulunduğu köşke üç polis gelerek tebligat yaparlar.

M.Selim Efendi polisleri sakinlikle karşılar, tebligat kağıdını ellerinden alırken “Evladım bavullarımızı toplamaya vaktimiz var mı?” diye sorar.

Amir “Tabi ki efendim sizlere 72 saat, sultanlara bir hafta verildi lakin gideceğiniz günü ve saati bize bildirmeniz gerek, sizlere refakat ederek ayrıldığınızdan emin olmamız gerek. Ve ayrıca o gün devletimiz sizlere birer zarf verecek” der.

M.Selim Efendi ne zarfı olduğunu sorsa da amir; “Efendim ne zarfı olduğunu ben de bilmiyorum, bana verilen görev tebligatı size ulaştırıp, gideceğiniz gün size refakat etmektir” diyerek ayrılır.

O sırada Şehzade Abdülkerim Efendi kuzeni Orhan Efendi’ye gittiği için sürgün kararından haberdar değildir. Saat 9 gibi köşke döner. İçeri girdiğinde validesini ve M.Selim Efendi’yi gözleri yaşlı görür ve hemen sorar “Kim ölmüş, neden hüzünlüsünüz?”

M.Selim Efendi durumu anlatır fakat Şehzade Abdülkerim Efendi hiddetle karşı çıkar ve şu sözleri söyler ”Bizi nasıl kovarlar, dedelerim bu toprakların muhafazası için canlarını ortaya koymuşlar, bunu nasıl yaparlar şehzade babam?”

M.Selim Efendi ise şehzadeye durumu izah eder ve “Artık saltanat kaldırıldı, sen ve ben, bizler artık şehzade değiliz bu vatanda. Bu meclisin kararıdır, artık bizi istemiyorlar” diyerek sakinleştirmeye çalışır.

Bu, Şehzade Abdülkerim Efendi’nin hayatında yaşadığı ikinci büyük acıdır. İlki Dedesi Sultan Abdülhamid Han’ın 1918’de vefatı, diğeri ise bu sürgün kararıdır.

Köşkte eşyalar toplanmaya başlamıştır lakin Şehzade Abdülkerim eşyalarına dokunmaz ve köşkte kalacağım diye ısrarını sürdürür.

M.Selim Efendi bu ısrarın beyhude olduğunu şehzade oğluna ”Yapma şehzadem, burda kalman mümkün değil, ellerinde liste var, bebekler dahil Osmanlı Hanedan fertleri olarak 155 kişiyiz, hepimizi tek tek kontrol ediyorlar ve biliyorlar, burda kalamazsın” diyerek anlatmaya çalışır lakin Abdülkerim Efendi gerekirse kaçarım diyerek gitmemekte ısrarcıdır.

M.Selim Efendi yine sakin sakin “Bak şehzadem halife Abdülmecid Han dahi önceleri bu durumu kabullenmedi fakat sonra ikna oldu, şu an elden gelen hiç birşey yoktur, artık bu iş burada bitti” der.

Şehzade Abdülkerim ”Bu iş burada bitmez, ben sürgünde bile mücadele etmeye devam edeceğim” diyerek çaresiz bavulunu hazırlar.

Ertesi gün kuzeni Orhan Efendi yanlarına gelir ve kendileriyle birlikte gitmek istediğini, Şehzade Abdülkerim’le beraber olmak istediğini söyler.

Öğlene doğru polisler gelir ve “Şehzadem hazır iseniz yola çıkalım” der.

Polislerden biri gözyaşlarını tutamamakta, hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır. Bu durum Orhan Efendi’nin dikkatini çeker ve amcasına “Amcacığım şu polisi sakinleştirebilirmisiniz, biz de ağlamaya başladık onu görünce” der.

M.Selim Efendi polise sakin olmasını söyler ve “Oğlum rica ederim sakin olunuz, bizim de içimiz kan ağlıyor ama birşey yapamıyoruz, lütfen zorlaştırmayınız” der.

M.Selim Efendi iki eşi, kızı Nemika Sultan, oğlu Abdülkerim Efendi ve yeğeni Orhan Efendiyi alıp Haydarpaşa Gar’ına gelirler. Sonraki rota Halep’tir.

Diğer hanedan üyelerinin bazıları vapurla Mısır’a, Gazze’ye, Beyrut’a, bazıları Çatalca’dan kalkan trenle Balkan ülkelerine ve Avrupa’ya giderler. Herbiri başka topraklara adeta savrulur.

Tarih 8 Mart 1924. Osmanlı topraklarında 623 yıl hüküm sürmüş şanlı hanedan ailesinin tek bir ferdi dahi bırakılmamış, sürgün edilmiştir.

Aile fertlerine verilen zarflarda 2 bin İngiliz sterlini ve bir yıllık süreli pasaport vardır. Pasaporta göre bir yıl dolduğunda vatansız kalacaklardı. Hiç bir ülkeye tabi değillerdi.

M.Selim Efendi ailesiyle beraber Halep’e gelir, burda ufak bir konak bulur yerleşirler.

Bu arada Anadolu’da M.Selim Sultanımız diye hutbeler okunur fakat bundan M.Selim Efendinin de haberi yoktur.

Bu olayı duyan Ankara Hükümeti ise çok kızarak Fransızların işgali altında bulunan Halep’e bir telgraf çekerler.

Telgrafta “Sultan Abdülhamid’in büyük oğlu M.Selim Efendi’nin Halep’te kalması bizim için sakıncalıdır, başka yere naklini talep ederiz” denmektedir.

Fransız makamları, bu henüz yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti ile arayı bozmak istemediğinden M.Selim Efendi’yi yanındaklerle birlikte Beyrut’a gönderirler.

Beyrut’a gelen başka hanedan üyeleri ve şehzadeler de vardır lakin Selim Efendi yalnızlığı sevdiği için Beyrut’un dışında kalan Cünye kasabasına yerleşir.

Cünye hristiyan ağırlıklı ve biraz da ermeni nufüsun oluşturduğu bir kasabadır. Cünye’ye varır varmaz hemen ev aramaya başlar ve tam tepede bir konak görür. Gider sahibini bulur. Sahibi bir Ermenidir.

Dostlarım 2004 senesinde bu konağın sahibinin oğlu ile tanışmıştım. İlyas Bey M.Selim Efendi’nin bu konağı babasından nasıl kiraladığını bize şöyle anlatmıştı;

Evin sahibi M.Selim Efendi’yi görünce sevinç içinde ellerine sarılıp “Efendim ne demek kira, koskoca Sultan’ın oğlu benim evime talip olmuş, buyrun oturun ben hiç bir bedel istemiyorum” der.

M.Selim Efendi kabul etmez, sonunda makul bir bedel üzere kiralar.

Ev sahibi “Efendim biz Osmanlı teb’asıyız, sizin dedeleriniz sayesinde güven içinde yaşadık, İbadetimize karışmadılar Allah onlardan razı olsun“ diyerek gözyaşlarıyla bu sevincini ifade eder.

Bu olayı bizlere aktaran İlyas Bey’in bir de kendine dair anlattığı şu hatırayı da burada yazmadan geçemeyeceğim dostlarım.

M.Selim Efendi ara sıra ev sahibinin oğluna yani İlyas Bey’e cebinde kalan son Osmanlı liralarını harçlık verirmiş. Bu İlyas Bey’in çok hoşuna gidermiş. Bizlere M.Selim Efendi’nin ne kadar asil biri olduğunu öve öve bitirememişti.

Evet biz Abdülkerim Efendi’ye yani Küçük Efendi’ye geri dönelim.

O yıllarda artık 28 yaşlarında genç bir delikanlı olan şehzade evlenmek ister. Beyrut’ta hanedan ailesinden sultanlar, akrabalar da bulunmaktadır. Şehzade bir kaç sultana evlilik teklifinde bulunursa da bu işi duyan babası M.Selim Efendi çok kızar ve izin vermez.

Bu durum aile arasında hemen duyulur ve sultanlar Şehzadenin üç sultana da evlilik teklif etmiş olduğunu öğreniler ve aralarında Abdülkerim Efendiyi istemezler.

Bir gün M.Selim Efendi oğlunu yanına çeker nasihat eder ve der ki “Bak oğlum bu kasabanın kızlarından uzak durasın, bunlar bize kız vermezler, kendileri katı maruni hristiyandır asla müslümana kız vermezler”

Şehzade Abdülkerim sanki aksini yap demişler gibi kasabada gördüğü güzel bir kıza tutulur. Adı İlezebet olan kızın ailesi tanınmış maruni hristiyan bir ailedir.

Kızın yollarını gözlemeye başlar. Nihayet bir gün karşısına çıkan İlezebet fransızca olarak “Bey sen ne istersin” diye sorunca Abdülkerim Efendi niyetini açıklar. Kıza aşık olduğunu, evlenmek istediğini söyler.

Kız biraz şaşkın “Yakışıklısın, asilsin, sizi tanırız lakin ailem vermez” deyince Abdülkerim Efendi beylik tabancasını çıkarır ve masaya koyar.

Kıza “Seç” der. “Namlu sana gelirse benimle kaçacaksın, namlu bana gelirse seni kaçıracağım.”

Her iki durum da aslında aynı kapıya çıkmaktadır ve kız bunu kabul eder.

Bavulunu hazırlar ve aynı günün gecesi birlikte Şam’a kaçarlar.

Bunu duyan M.Selim Efendi çok kızar ve artık benim öyle bir evladım yok diyerek şehzadeyi evlatlıktan red eder.

Kızın ailesi de üzgün olmakla beraber M.Selim Efendiyle konuşup ortalığın sakinleşmesi için gayret gösterirler.

Şehzade Abdülkerim Efendi Şam’da Ilezebet ile nikah kıyarlar ve İlezebet müslüman olur ismini Nimet olarak değiştirirler.

Bu ismini çok seven Nimet babaannemiz artık hep bu isimle çağırılmak istediğini sıklıkla dile getirirmiş.

1929’da bu evliliği yapan Şehzade artık Şam’a yerleşmiştir fakat onun kafasında başka planlar vardır.

Sık sık Beyrut’a giderek ordaki şehzade kuzenleri, Sultan Abdülaziz’in, Sultan Reşad’ın torunlarıyla ve tabi ki Şehzade Orhan Efendiyle bir araya gelir, görüşür.

Şehzadeler yaşça kendisinden büyük olmasına rağmen Abdülkerim Efendi’ye neler yapacaklarını sorarlar, ondan icraat beklerler.

Abdülkerim efendi onlara “Şehzadelerim, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı bir hamle yapmak bize yakışmaz. Devlet kuruldu, Cumhuriyet var biz bu durumu kabullenelim” der.

Bu sözleri Abdülkerim Efendi’nin söylemesine şehzadeler şaşırır. Lakin Şehzade onlara “Bekleyin, daha sözüm bitmedi, benden haber bekleyin, yakında yeni bir devlet kurulacak ve başına ben geçeceğim” der.

Şehzadeler bu sözlere bir hayal diyerek gülerler.

Şehzade Abdülkerim Efendi o dönem Mohsin Çapan diye bir Osmanlı hariciyeci ile görüşmektedir. Mohsin Çapan dünyayı iyi tanımış, bir çok lider ile bir araya gelmiş, bilhassa Japon İmparatoru ile yakın münasebetleri olan bir şahıstır.

Evet dostlarım bundan sonraki kısmı yazımın 4. Bölümüne bırakarak bu bölümü burada sonlandırmak istiyorum.

Allah’a emanet olunuz!

Petrol çağı

ABD ve birinci derecedeki stratejik dostlarının en büyük amaçlarının, kısacası “enerji” diye adlandırılabilecek gücün peşinde olduğu, buna mukabil Çin, Rusya ve İran gibi ülkelerin de, petrol, gaz ve su gibi değerleri kaptırmamanın mücadelesini verdikleri görülüyor.

Bu arada, petrol ve gaz gibi nadide kaynaklara sahip Körfez ülkeleri, ABD’nin kâh dost kâh düşman görüntüsü altında “gönülsüz” olsa da, ürettiklerini çıkarıyor, sonra da kazandıkları dolarlarla silah alma zorunluluğunda kalıyor.

Türkiye gibi ülkeler ise kiminle dost kiminle düşman olunup olunmayacağının telaşı içinde ne yapacağını şaşırıyor.

Özellikle Orta Doğu’da doların; petrol, gaz ve su ile savaşı sürüp gidiyor.

Yeri gelmişken; suyun ne denli değerli olduğu veya olacağını belirtmekte yarar bulunuyor. Gerçekten de, İsrail’in hatta Türkiye’nin suya ihtiyacı, yakın yıllarda kendini göstereceğinin sinyalleri şimdiden alınıyor.

Dünyaya muhtaç olduğu enerjinin büyük bir bölümünü sağlayan, Orta Doğu ve Avrasya bölgelerinin daima tehlikenin odağı halinde olması, hepimizi hem düşündürüyor hem de endişelendiriyor. Nitekim, sözde “Arap Baharı” ve ötesinin asıl nedenlerinin başında petrol geliyor.

Asırlardır insanoğlunun dikkatini sarsan ve çoğu zaman endişeyle üzerine çeken Orta Doğu’ya bakıldığında; çeşitli görüntüler, süreçler, beklentiler ve tehlikeler gözlerden kaçmıyor.

Zaten özellikle öteden beri, çoğu enerji kaynaklarının ve yollarının Orta Doğu’da olması bu bölgeyi daha da “stratejik” hale getiriyor.

Öte yandan, Orta Doğu’yu çoğu zaman buhrana sokan bu stratejik değerin en büyük unsurlarından birinin de Türkiye olduğu görünüyor.

***

Bilindiği gibi Türkiye, uzun yıllardan beri enerjinin güvenli bir şekilde ulaşımını sağlıyor.

Yani Türkiye, bir bakıma “köprü” görevini üstlenmiş bulunuyor.

Dikkat edilecek olursa Türkiye’nin stratejik konumu, özellikle ABD İsrail ve Rusya ile dostlarını iştahlandırıyor. Bu durum, Türkiye’ye “göz koymanın” planlarını yıllardır yaptırtıyor.

Bir bakıma, küresel güç ve sermayenin, Orta Doğu’dan beklentisi ve istemi, enerji kaynakları ve enerji yollarının güveni ile özetleniyor.

Her şeyden önce, özellikle petrolde büyük paylaşım sorununun çıkmaması için, “güven” önlemleri hayati bir değer taşıyor.

Gezegenimizde, en büyük acının, en büyük kan dökmenin ve en büyük kazanç elde etmenin “petrol” yüzünden kaynaklandığı yıllardır kabul ediliyor. Petrolün “güç” olduğu varsayımı daha Birinci Dünya Savaşı sırasında çatışma meydanlarında kanıtlandığı biliniyor.

Bütün, süper güçler özellikle ABD, petrol ve diğer enerji maddelerine daima sahip olabilmek için, çeşitli planlar, tuzaklar, çatışmalar hatta savaşlar çıkarmayı gündemlerinden düşürmüyor.

Denilebilir ki, alınması veya elde edilmesi gerekli petrol, gaz ve su için lazım olacak dolarları bir bakıma silah fabrikaları üretiyor. Böylece, silah satımı veya temini için cepheler açılıyor kanlar akıtılıyor.

Tabii ki, bu denklem içinde dinlerden öte, ruhani inanışlar önde yer alıyor. İlginçtir aynı soydan-soptan gelen, aynı dini paylaşan insanlar aynı veya ayrı ayrı ülkelerde birbirlerinden ayrı ve zaman zaman “düşman” olarak yaşıyor.

Param parça olan Arap ırkının, birleşmesine “aynı dinden” olmak bile yardımcı olamıyor.

Enerji kaynağı sahibi olmak ve onu pazarına ulaştırmak daima ya sorun oluyor ya da olmaya namzet bulunuyor.

Gerçekten de yaşadığımız tam bir “petrol çağıdır”. Kim ne derse desin, Orta Doğu’da uygulamaya aralıklarla konulan tehlikeli senaryolar, siyasi ve askeri planlar, yeni ve daha büyük petrol savaşlarını çağrıştırıyor.

Ne var ki, sadece coğrafi değil, siyasi olarak da gizemini koruyan, pek çok meçhullerin, karmakarışık ilişkilerin, sorunların, dostlukların, ihanetlerin, çatışmaların hüküm sürdüğü Orta Doğu; her şeye rağmen cazibesini sürdürüyor.

Murat Ersoy müjdeyi verdi

İran’ın başkenti Tahran’da düzenlenen uluslararası konferansa katılan Atlasglobal Yönetim Kurulu Başkanı Ali Murat Ersoy, ‘Gökyüzü İpek Yolu Projesi ile Türkiye yabancı yatırımlarla birlikte yeniden odak noktası haline gelecek.’ diye konuştu.

Haber: İnternet Haber Servisi – Gökyüzü İpek Yolu Projesi’nin ilk duyurusu, İran’ın başkenti Tahran’da düzenlenen uluslararası konferansta yapıldı.

Konferansa katılan Atlasglobal Yönetim Kurulu Başkanı Ali Murat Ersoy, proje ile Avrupa ve Orta Doğu merkez hava üssünün İstanbul olacağını belirtti.

Ersoy, “Yabancı yatırımlar için Türkiye tekrar odak noktası ve en çok talep gören yatırım yapılacak ülke haline gelecek.” dedi.

İran’ın başkenti Tahran’da yer alan Şehit Beheşti Üniversitesi’nde düzenlenen bir organizasyon ile SNITC (South and North International Trading Cooperation) işbirliği ile The Sky Silk Road (Gökyüzü İpek Yolu) Projesi ele alındı.

Başta Türkiye, İngiltere, İsviçre, İran ve Rusya olmak üzere farklı ülkelerden katılımcıların da bulunduğu uluslararası konferansta, Türkiye bacağı adına Atlasglobal Yönetim Kurulu Başkanı Ali Murat Ersoy sunum yaptı.

“Doğu dünyasının kalkınmasını sağlayabiliriz”

Doğu dünyasında ekonomik açıdan kalkınma yaşaması için başta bilgi teknolojisine yatırım yapılması gerektiğine vurgulayan Atlasglobal Yönetim Kurulu Başkanı Ali Murat Ersoy, “Gökyüzü İpek Yolu Projesi sayesinde doğu dünyasının kalkınmasını sağlayabiliriz.” dedi.

Projenin 2013 yılında Çin’de başladığını, platform sayesinde farklı ülkelerin bir biri ile ilişkilerinin arttığını belirten Ersoy “Batı dünyasının, doğulu tüketicilerinin davranışlarını kontrol etmesine izin vermememiz gerekiyor.” ifadesini kullandı.

İstanbul’un en önemli geçitlerin arasında ilk sırada yer aldığını hatırlatan Ersoy, “İstanbul, iki kıtanın birbirine bağlanma noktasıdır. İstanbul, doğu ve batı dünyasının bir birine bağlandığı nokta olarak aynı zaman da bu iki dünya arasındaki bağlantı verilebilen en kısa yoldur. Doğu ve batı arasında ele alabileceğimiz diğer bir ara geçit ise İran’dır. İran komşu ülkesi Türkiye’nin vasıtasıyla ikinci ara geçit noktası olarak hizmet verme imkanına sahiptir.” şeklinde konuştu.

“En büyük tehlike monopolleşmiş arama motorları”

Doğu dünyasının gelişimi için bilgi teknolojisinin önemini vurgulayan Ersoy, “Bu doğrultuda en büyük tehlike ne olabilir sorusunun cevabı, monopolleşmiş arama motorlarıdır. Örnek verecek olursak Google arama motoru. Google dünya piyasasında yüzde 60’lık bir paya sahip olmakla beraber 100’ü aşkın dilde hizmet vermekte. Google’ın piyasa değeri 750 milyar doların üzerindedir. Bunun karşısında, doğu dünyasındaki rakip arama motorları olarak Çinli Baidu ve Rusya’nın Yandex arama motorları yer alıyor. Baidu’nun piyasadaki payı yüzde 6’ının altında ve Yandex’in ise yüzde 4’ten az. Dolayısıyla dijitalleşmenin büyük bir güç kaynağı olduğunu ve her şeyi kontrol etmemize yol açacağını unutmamalıyız. Dijitalleşmeliyiz. Dijitalleşmezsek, piyasayı kaybedeceğiz, oyundan geri kalacağız. Yine piyasadaki talepleri kontrol ettiklerinde, bir sonraki aşamada ülkenizdeki demokrasiyi kontrol etmelerine, artık sizin hayatınız değilmişçesine hayatınızı kontrol ettiklerine de tanıklık edeceğiz.” diye konuştu.

“Dünyanın en önemli yatırım projelerinden bir tanesi”

Ersoy, konferansın ve projenin önemine değinerek, “Silk Road, Çin’in öncülük ettiği, 2013’te dünyaya duyurusunu yaptığı dünyanın en önemli yatırım projelerinden bir tanesi. Projenin büyüklüğü yaklaşık dünya milli gelirinin yüzde 40’ına dokunuyor, dünyadaki nüfusun da yüzde 50’sine değen bir proje. Yaklaşık 65 ülke bu projenin kapsamına giriyor. Bu ülkeler bu projeden herhangi bir şekilde etkilenecek, bir şekilde ekonomik işbirliği yapacak, direk veya dolaylı etkileneceklerdir.” dedi.

“Proje, doğu ile batının birleşmesi ile ilgili”

Projenin Türkiye’ye etkilerine değinen Ersoy, şunları kaydetti:

“Sky Silkroad Projesi’nin ilk defa bugün dünyaya duyurusu yapıldı. Kapsamları kısaca üzerinden geçildi, ağırlıklı hangi ülkeleri kapsayacağı bugün dünya kamuoyuna ilan edilmiş oldu. Projenin Türkiye için önemi, yapılan açıklamalarla ortaya konmuş oldu. Proje, doğu ile batının birleşmesi ile ilgili. Uzak Doğu insanlarının devlet desteği ile batıya seyahat ettirilmesi. Bunun paralelinde ciddi bir turizm trafiğinin, ulaşım hareketliliğinin kargo hareketliliğinin ve enerji transfer hareketliliğinin olacağını gösteriyor.”

“Döviz girişimizde çok ciddi bir artışlar olacak”

“Projenin bir sonraki bacağında Türkiye’ye ciddi yatırımların gelmeye başladığını göreceğiz” diyerek konuşmasını sürdüren Ersoy, “Türkiye’deki ekonomik büyümenin kesintisiz olarak devam ettiğini göreceğiz. Bugüne kadar Türkiye’de yaşanılan sorunlarda cari açığımız ya yurtdışında yapılan özelleştirmelerle elde edilen döviz gelirleriyle kapatılmaya çalışılıyordu ya da uzun vadeli borçlandırma ile kapatılmaya çalışılıyordu. Bu proje hayata geçtiği zaman Türkiye’nin döviz gelirlerinde lehimize ciddi bir dengede dönüş olacak. Döviz girişimizde çok ciddi artışlar olacak. Bu yönde de döviz açıklarımız kapanmaya ve cari hesabımız artı vermeye başlayacak. En önemlisi Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgesel siyasi gelişmelerden ve çevresindeki olumsuzluklardan dolayı şu an yavaş seyreden yabancı yatırımlar için Türkiye tekrar odak noktası ve en çok talep gören yatırım yapılacak ülke haline gelecek. Yurtdışındaki birçok yatırımcı öncelikli olarak bu gelecek trafikten pay sahibi olabilmek için Türkiye’de yatırım yapma yarışına girecek. Bunu çok kısa bir süre içinde hissedeceğiz. En fazla 2 sene içinde Türk ekonomisine olumlu etkileri yansıyacak. Bugüne kadar korktuğumuz dövizdeki hareketlenmeler bundan sonradaki dönemde olmayacağını ve bu istikrarın artarak devam ettiğini hep birlikte izleyeceğiz. Bu projenin büyümesi ile kapsama alanının genişlemesiyle, Türkiye’deki payının artması ile bu olumlu gelişmeleri hep beraber yaşayacağız.” şeklinde konuştu.

“Bu ileriye dönük, kesintisi bir büyümenin işareti”

Ersoy, projenin turizm sektörüne olumlu bir etkide bulunacağını sözlerine ekleyerek açıklamasını şu şekilde tamamladı:

“Uzak Doğu turisti uzun süreli kaldığı için alışveriş ağırlıklı bir harcama türüne sahip. Bu nedenle de kişi başına turist harcamasında Avrupa pazarına göre en az yüzde 70-80 daha fazla harcama yapan bir Pazar. Bunu ilk aşamada şu şekilde yaşayacağız. Türkiye’deki doluluk oranlarında yüzde 35’e yakın bir artış göreceğiz, gelir ortalamasında da kişi başı geceleme gelirlerimizde de yüzde 50’nin üzerinde bir artık olarak ekonomimize yansıyacak. Daha da önemlisi kişi başına turistten elde ettiğimiz gelirde de en az yüzde 50 oranında artış olacağını tahmin ediyoruz. Bunların hepsi bir araya geldiği zaman ve turizmden de 52 farklı sektörün etkilendiğini düşünürsek Türkiye ekonomisinin genelinde büyük bir büyüme, hızlı bir gelişmeye rastlayacağız. Bu da tüm sektörlere yansıyacağı için sadece turizmciler değil ekonominin paydaşı olan bütün yatırımcılar, bütün çalışanlar olumlu yönde etkilenecek. Ama en önemlisi her zaman söylediğim gibi bu ileriye dönük, kesintisiz bir büyümenin işareti ve garantisi haline gelecek. Türkiye üzerinden bu yolcu trafiğinin dağıtımın yapılıyor olması, ülkemizin aynı zamanda bu projenin finans merkezi olacağını da gösteriyor. Büyük bir para akışı Türkiye üzerinden yürümeye başlayacak. Bu da ekonomimizi çok olumlu etkileyecek. Özellikle sunumda benim de başka konuşmacıların dikkatini çektiği bir konu vardı. Para birimlerine karşı bu sistemin korunması. Projede 65 ülke paydaş olacak. En azından bu 65 ülke içerisindeki ekonomik akışın kesintiye girmemesi, herhangi bir krizle karşılaşılmaması için farklı ortak bir para biriminin oluşturulması ve bu para biriminin kullanılmaya başlanması önem arz etmektedir. Bu hayata geçirilebilirse herhangi bir olağandışı krize karşı bu 65 ülkenin ekonomisi korunmuş olacak ve bu ülkeler en az seviyede yapay krizlerden etkilenecek bir finansal yapıya sahip olacaklar. Bu da projenin finansal geleceği açısından bir sigortalanma olacak diyebiliriz. Eğer proje eksiksiz olarak hayata geçirilebilir ise Türkiye’ye çok olumlu yansımaları olacak. Bizim için mutlu yanı bugün Türkiye, bu işin Orta Doğu ve Avrupa merkezi olarak ilan edildi. Ülke olarak bu projeye ne kadar konsantre olursak, bu projeyi ne kadar sahiplenirsek bundan da o kadar yüksek pay alacağız demektir. Payımızı ne kadar büyütebilirsek elde edeceğimiz kazanımlar, vatandaşlarımıza ek iş, ek gelir artışı olarak yansıyacaktır.”

Yurdumuzda jeotermal

Tekrarlanabilen, sürdürülebilen ve aynı zamanda bir yerli enerji kaynağı olan jeotermal enerji kullanımında ülkemiz kısa zamanda epey mesafe alarak dünyada dördüncü konuma kadar yükseldi. Ama buna rağmen Türkiye jeotermal enerji kaynaklarının sadece çok az bir bölümünü değerlendiriyor. Türkiye’de 40 derecenin üstünde 173 adet jeotermal enerji sahası bulunduğu kayıtlara geçmiş. İlk çağlardan beri şifa olarak kullanılan doğal sıcak su kaynakları 1890 yılında ilk defaKuzey Amerika’daki Idaho’da jeotermal amaçlı olarak değerlendirilmiştir. Daha sonra 1905 yılında İtalya’nın Larderello Bölgesinde jeotermal buhardan elektrik üretimine başlanmıştır.

Jeotermal saha aslında coğrafik bir “kavramdır.” Bu sahada meteorolojik yağmurun oluşturduğu beslenme alanı içine giren soğuk suların ısınarak yeryüzüne çıkış yaptıkları alanlar “jeotermal sistem” olarak adlandırılır. Isınan suların yer içinde barındıkları geçirimli kayaç ise “jeotermal rezervuar” olarak tanımlanır. Sıcaklık alt sınırı 40 yerine 20 derece santigrat kabul edildiğinde ülkemiz 600 jeotermal kaynak ile Avrupa’da birinci sırada yer alır. İki bin MW olarak hesaplanan toplam jeotermal potansiyelimiz elektrik üretimi, şehir ısıtma, soğutma, sera veya yüzme havuzu ısıtma, termal tesis, çeşitli yiyeceklerin kurutulması, kaplıca kullanımı, kimyevi maddeler üretimi ve  sanayide kullanım gibi uygulamalarla  tam olarak değerlendirilirse, yurt içi  katma değeri 15 milyar Amerikan doları bulabilir. Türkiye’de 2018 yılında Jeotermal Enerji ile ısıtılan konut sayısının yaklaşık 120 bine yükselmesi, diğer taraftan Avrupa Birliğinde ise yakın gelecekte4 milyon evin jeotermal enerji ile ısıtılması planlanmaktadır.

Türkiye halen jeotermal enerji kaynakları daha çok konut ısıtmakta ve kaplıca amaçlı kullanılmaktadır. Depo edilmiş “yerküre ısısı” olarak da tarif edebileceğimiz jeotermal enerji için Türkiye uygun ve yeterli potansiyel ile insan gücüne sahiptir. Jeotermal enerji bazı gelişmekte olan ülkelerde enerji ihtiyacının ortalama  % 10’unu karşılanmaktadır. Başta İzlanda ve Yeni Zelanda olmak üzere, dünyada birçok ülkede jeotermal enerji ile şehir, evve sera ısıtması gerçekleşmektedir.

Jeotermal enerjinin en önemli avantajları sıcak suyun kaynağına geri beslenebilmesi, santralin inşa süresinin kısa olması, çok ileri teknoloji gerektirmemesi ve jeotermalin birçok kaynağa nazaran ekosisteme “az zararlı” temiz bir enerji dalı olmasıdır. Diğer bir deyişle, “yeşil” bir enerji kaynağı kabul edilen jeotermal enerjinin üretim maliyetinin düşük oluşu nedeni ile de tüm dünyada kullanımı hızla artmaktadır.

Jeotermal enerjinin öncelikle özel idareler ve belediyelerce, örneğin, şu anda ülkemizde Kırşehir, Gönen, Balçova, Kızılcahamam, Gediz, Havza, Bolvadin, Haymana, Salihli, Gazlıgöl ve Simav gibi yerleşim merkezlerinde değerlendirilerek halkın hizmetine kazandırmasının önemli nedenleri şöyle sıralanabilir.

• Jeotermal enerjiden elde edilen birim gücün maliyeti, hidroelektrik dışında termik ve diğer santrallere oranla çok daha düşüktür.

• Termik santrallere oranla ekolojiye daha az zarar vermekte. Suyun geri basımı uygulaması ile jeotermal uygulamalarının olumsuz yönleri en az seviyeye indirilmektedir. Aksi takdirde tarlalara ulaşan kullanılan jeotermal su içindeki ağır metaller bölgesel tarıma ciddi zararlar vermektedir.

• Geliştirilen “BinaryCycle” ve “Multi FlashingSystem” gibi yeni teknolojileri sayesinde daha düşük sıcaklıktaki akışkanlardan da elektrik enerjisi elde etmek mümkün olmakta ve santral çevrim verimi artırılarak birim maliyeti daha da aşağıya çekilebilmektedir.

• Doğrudan kullanıldığında veya elektrik üretimi ile entegre olarak geliştirilen sistemlerle jeotermal akışkandan daha fazla termal güç elde etmek mümkün olmaktadır. Santralde belli bir sıcaklıkta atılan su,  düşük sıcaklık gerektiren alanlarda da kullanılabilmektedir. Örneğin “yüzme havuzları” gibi. İzlanda da çok örnekleri var.

• Ülkelerin kendi enerji kaynaklarını kullanarak enerjide dışa bağımlılığı azaltmaya yönelmeleri de jeotermal kaynakların kullanımını öne çıkarmaktadır.

• “Yenilenebilir” özelliği ve yerinde kullanımını mümkün kılan karaktere sahip olması jeotermal kaynaklara olan ilgiyi her yıl daha da artırmaktadır.

İspanyol firmalar nükleer için Türkiye’de

Türkiye’deki nükleer yatırımları yabancı firmaların ilgisini çekmeye devam ediyor. Ülkemizdeki projeler için iş birliği fırsatları oluşturmak isteyen İspanyol firmalar, ilk kez katılacakları 6. Uluslararası Nükleer Santraller Zirvesi ve Fuarı’nda ticari görüşmeler yapacak

Nükleer sanayide önemli iş bağlantılarının yapıldığı 6. Uluslararası Nükleer Santraller Zirvesi ve Fuarı’na, bu yıl İspanyol firmaları çıkarma yapmaya hazırlanıyor. İspanya’da nükleer alanındaki iki önemli kümelenmenin temsilcileri ve uluslararası projelerde görev almış altı firma, ilk kez Zirve için Türkiye’ye geliyor.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın desteğiyle Nükleer Mühendisler Derneği (NMD) ve Ankara Sanayi Odası (ASO) tarafından 5-6 Mart 2019 tarihlerinde, İstanbul’da düzenlenecek 6. Uluslararası Nükleer Santraller Zirvesi ve Fuarı, İspanyol firmalarını ağırlayacak.

İspanyollar yatırım fırsatlarını kollayacak

Türkiye, Ortadoğu ve Afrika’nın en kapsamlı nükleer etkinliği olan Zirve’ye katılacak İspanyol firmalar, 2060’a kadar Türkiye, Ortadoğu ve Afrika’da hayata geçirilmesi planlanan 30 nükleer santral projesi için iş birliği yapmayı hedefliyor.

İspanya’da nükleer alanında önemli bir kümelenme olan ve 35 üyesi bulunan Foro Nükleer ve İspanya’nın kuzeyindeki Cantabria bölgesindeki 15 nükleer endüstri paydaşını temsil eden Cantabria Nükleer Endüstri Kümelenmesi temsilcileri Zirve’ye katılacak. Zirve için İstanbul’a gelecek diğer İspanyol firmalar ise; Empresarios Agrupados, ENUSA, IDOM, Newtesol, TAIM WESER ve Tecnatom.

Nükleer alanında farklı uzmanlıkları olan firmalar geliyor

Foro Nükleer (İspanyol Nükleer Sanayi Forumu), İspanya’daki nükleer sektöründeki şirketlerin, hem ulusal hem de uluslararası düzeydeki sanayiye destek, teknik destek, iletişim, eğitim ve öğretim süreçlerindeki koordinasyonunu sağlıyor. Foro Nükleer, özellikle nükleer projelere yönetim alanında uluslararası bir boyut katmak ve ikili ticari ilişkiler kurmak üzere Uluslararası Nükleer Santraller Zirvesi ve Fuarı’na katılıyor.

Üniversite, ekipman ve bileşen üreticileri, teknoloji merkezleri ve servis sağlayıcıları arasındaki ticari iş birliğini hedefleyen Cantabria Nükleer Endüstri Kümelenmesi de Türkiye’de yeni iş birliği opsiyonlarını değerlendirecek.