Kıbrıs meselesi, uluslararası hukukun siyasi çıkarlarla nasıl esnetilebildiğini gösteren en dikkat çekici örneklerden biridir. 1959 yılında imzalanan Londra ve Zürih Andlaşmaları çerçevesinde 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkler ve Rumlar arasında siyasi eşitlik temelinde kurulan bir ortaklık devleti olarak şekillendirilmişti. İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın garantör ülke olarak yer aldıkları bu yapı, 1963’te Rum tarafının anayasayı tek taraflı değiştirme girişimiyle çöktü. Bu gelişmelerin ardından 1964 yılında Birleşmiş Milletler, fiilen o gün hükümetin tarafı olarak sadece Rumlardan oluşan yapıyı Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanımış ve bu yapı üzerinden adaya barış gücü göndermiştir. Böylece uluslararası toplum, Kıbrıs Türk halkını dışlayan bir sürece hukuki zemin hazırlamıştır.
Kurucu Ortaklığın İhlali ve BM’nin 186 Sayılı Kararı
1963’te yaşanan anayasal kriz sonrası Kıbrıs Türkleri, ortak yönetimden dışlandı. 1964’te BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı 186 sayılı karar ile adaya barış gücü gönderilirken, sadece Rumların kontrolündeki yapı “Kıbrıs Hükümeti” olarak muhatap alınmıştır. Bu karar, Kıbrıs Anayasası’na ve Zürih-Londra Antlaşmaları’na aykırı şekilde kurucu ortaklık yapısını yok saymış ve tek taraflı temsiliyeti meşrulaştırmıştır. Böylece Kıbrıs Türk halkının uluslararası temsil ve eşitlik hakları fiilen askıya alınmıştır.
Bu durum, uluslararası hukukta ciddi sorunlar doğurmaktadır. BM’nin, kurucu ortaklardan birinin dışlandığı bir yapıyı tek temsilci kabul etmesi, meşru hükümet ilkesini ihlal ederken, garantör devletlerin sessizliği de uluslararası yükümlülüklerin ihmal edilmesi anlamına gelmektedir. Özellikle garantörlerden İngiltere, sürece müdahil olma sorumluluğuna rağmen, “şimdilik karışmayalım, sonra bakarız” yaklaşımıyla statükoyu korumayı tercih etmiş, fiili durumun uluslararası alanda meşrulaşmasına zemin hazırlamıştır. Türkiye, garantörlük sorumluluğunu yerine getirmek amacıyla askeri müdahaleyi gündemine almışken, ABD Başkanı Lyndon B. Johnson’ın 1964 tarihli mektubuyla ciddi biçimde baskı altına alınmış, böylece müdahale hakkını kullanamadan stratejik olarak geri çekilmek zorunda kalmıştır. Yunanistan tam tersine sessiz kalmamış ve Enosis hedefi doğrultusunda Kıbrıs’taki Rum güçlerine askeri destek ve personel sağlayarak fiilen sürece müdahil olmuştur. Ancak doğrudan Türk-Yunan çatışmasını göze alamadığı için, müdahalesini örtülü biçimde sürdürmeyi tercih etmiştir. Tüm bu gelişmeler, 1964’ten itibaren Kıbrıs Türk halkının uluslararası alanda temsil edilme hakkının sistematik biçimde gasp edilmesine neden olmuş ve adadaki siyasi eşitliği temelden zedelemiştir.
AB’nin KKTC Politikası: Tanımama ile İşbirliği Arasında
2004 yılında Kıbrıslı Türklerin Annan Planı’na “evet”, Rumların ise “hayır” demesine rağmen Avrupa Birliği, sadece Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni tüm adanın temsilcisi olarak tam üye kabul etti. KKTC ise dışlanmaya devam edildi. Ancak AB, Lefkoşa’nın kuzeyinde bir ofis aracılığıyla Kıbrıs Türk halkıyla “doğrudan ilişki” kurma yoluna gitti. Bu ofis, KKTC’yi tanımadan, “Kıbrıs Türk toplumu” ile teknik işbirliği yürütmektedir.
Bu yaklaşım ise açık bir çelişkiyi barındırmaktadır: Bir yandan Kıbrıs Türk halkının ekonomik gelişimini destekleme söylemi sürdürülmekte, diğer yandan siyasal eşitlik ve tanınma talepleri görmezden gelinmektedir. Bu politika, uluslararası hukukun eşitlik ve temsil ilkeleriyle bağdaşmayan bir çifte standarttır.
Kalıcı Çözüm İçin Gerçekçi Yol: İki Devletli Yapı
Uluslararası toplumun geçmişteki yanlış tercihlerinin ve süregelen çifte standartlı politikalarının bir sonucu olarak bugün adada iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı egemen yapı fiilen yaşamaktadır. Bu gerçeklik, artık yalnızca bir siyasal tercih değil, de facto hukuki bir durumdur. Bu nedenle, kalıcı bir çözüm için yapılması gereken, 1960 modeline dönmeye çalışmak ya da Rum egemenliğini Türk tarafına empoze etmek değil, Kıbrıs Türk halkının egemen eşitliğini ve eşit uluslararası statüsünü tanımak ve iki devletli çözüm temelinde yeni bir anlaşma zeminini kurmaktır.
İki devletli çözüm; adadaki fiili durumu kabul eden, her iki tarafın kendi siyasi iradesini tanıyan, barışı ve istikrarı kalıcı kılabilecek en gerçekçi ve sürdürülebilir yoldur.
Yazar Hakkında
Doç. Dr. Hakan Arıdemir, Kütahya Dumlupınar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir. Uluslararası Hukuk, Bölgesel Deniz Jeopolitiği Meseleleri ve Uluslararası Deniz Hukuku alanında çalışmalarını sürdürmektedir. Afro-Avrasya Araştırmaları Enstitüsü’nün kurucu başkanı olan Doç. Dr. Arıdemir, ulusal ve uluslararası düzeyde birçok akademik projeye, çalıştaya ve yayın faaliyetlerine öncülük etmektedir. Türkiye’nin Afro-Avrasya vizyonu ve Türk dünyası stratejileri üzerine derinlemesine analizler üretmektedir.
YanıtlaYönlendirTepki ekle |