Son dakika haberi olarak gelen, Zarrab Davası Kararıyla ilgili birkaç cümle söylemek istiyorum.
Bu konuda düşüncelerimi geniş şekilde bir sonraki yazımda paylaşacağım. Ama, dava Türkiye hasımlarının istediği şekilde sonuçlanmadı.
İddianamede Hakan Atilla’ya yönelik altı maddelik suçlama olsa da; davanın özü ve amacı, “Kara para aklama” ana teması üzerinden ülkemizi terörün finansmanına katkı sağlamak boyutlu zora sokmaktı. Beş maddeyle Hakan Atilla suçlu bulundu ama, “kara para aklama” maddesinden suçsuz bulunması oyunu büyük oranda boşa çıkarttı.
Adeta elimizi kesmek amaçlı açılan dava sakalımızın kesilmesiyle karara bağlandı.
Böyle bir davada bu söylediğim ince detay ve derinliği görmeden, ah vah etmeyelim.
Şimdi asıl konumuz İran’daki olaylara bakalım..
“Camdan evin varsa, başkalarının evine taş atma” der, Rus atasözünde…
Bu sözü İran özelinde söyledim.
İran’da ortaya çıkan duruma dair kaygılı ve çok endişeliyim.
Yanıbaşımızda yer alan İran’da yaşananlara bigane kalmak tabi ki mümkün değildir.
Ve olaylara dair dış müdahale ve tahrikler tasvip edilemez ve edemeyiz. İran veya başka bir komşu ülkemizde iç karışıklık ve istikrarsızlığı istemeyiz ve kesinlikle “oh oldu” şeklinde bir yaklaşımla düşünmeyiz.
İran’ın Meşhed kentinde başlayan gösteriler, Tahran da, dahil olmak üzere nerdeyse ülkenin % 65’ine ulaştı.
Hele de, Belucistan bölgesi de dahil olursa, dramatik gelişmeler, değişimler ve sonuçlar ortaya çıkabilir.
Gösteriler için pek çok sebep söylenebilir.
İran’ın içinde bulunduğu ekonomik sorunlar, yeni jenerasyonun farklı talepleri, ülkenin etnik yapısı, BEA ve Suudi Arabistan üzerinden ABD-İsrail parmağı gibi…
Ben, olayın farklı sebeplerine ilişkin doğru tespitlere katıldığımı söyleyerek; İran’ın içeride kırılganlığına rağmen bölgesel “Farsi yayılmacılık” boyutuna dikkat çekmek istiyorum.
Bu yüzden, manidar Rus atasözüyle başladım.
İran, etnik yapı bakımından bölgenin en hassas ve çok etnisiteli ülkelerinden biridir. Yüzde kırka yakın kısmı Azeri olan ülke; Türkmen, Kürt, Beluci, Arap, Türk ve Farsi ve diğer halklardan oluşur. Bu nüfus yapısı içinde Farslar eşit miktarda ve hatta azınlıktadır denebilir.
Bu etnisitenin yanında, Şii-Sünni olgusu da, İran’ın en önemli hassasiyeti ve yumuşak karnıdır.
1979 Devrimi sonrası içeride Şii’lik üzerine kurulu bir doktrin oluşturuldu. Halkın, farklı mezhep ve etnik yapısına rağmen Musaddık’tan sonra gelen Şah’lık rejiminin halkı canından bezdirmesi nedeniyle, ilk başlarda kabul gördü.
Bu sayede Ayetullah Humeyni büyük bir hüsnü kabulle ülkeye geldi ve mevcut devlet yapısı oluşturuldu.
Fakat yapı, taa o tarihlerde bile oldukça narin, naif ve kırılgan idi. Adeta “camdan evler” mecazındaki gibi bir yapı idi.
Bu tedirgin edici ve oldukça kırılgan iç yapıya rağmen İran’ın bölgesel yaklaşımı ne oldu.?
Coğrafya’da dostlarını artırıcı, İslam ülkeleriyle bir müştereklik oluşturma yolundan ziyade; müdahaleci ve başka ülkelerin iç içlerine karışıcı/karıştırıcı bir strateji izledi.
Bu, “Şımarık ve bencil yayılmacılık” politika son yıllarda “Farsi Emperyalleşme” isteğine dönüştü.
Yemen’e bakıyorsun, karıştıran başat aktörlerden birisi İran.
Lübnan’a geliyoruz, karşımıza yine iran çıkıyor ve bu ülkenin huzursuzluğunun en büyük pay sahibi.
Irak ise, adeta İran tarafından yönetilen ve yönetilmezlik girdabında sürüklenen, isimden ibaret bir ülke. Hatta bu ülkenin istikrarsızlık ve kaos ortamında, ABD kadar İran’ın da payı var.
Suriye’ye gelince; İran adeta iç savaşın başat aktörü gibi. Kasım Süleymani komutasında Haşdi Şabi milisleri acımasızlıkta sınır tanımadı. Suriye’deki kan, gözyaşı ve karışıklıkta pay sahibi üç ana figür ülkeden birisi de İran.!
Arabistan’la ilgili sürekli bir düşmanlık ve husumet hali devam ediyor.
Katar’ı, nerdeyse ben idare ederim diyecek hoyratlıkta.
Türkiye ile ilişkilerine gelince; güven vermeyen, sinsi ve içten pazarlıklı bir sırtlansı sırıtmacılık hakim. Hiçbir zaman, göründüğü gibi olan bir dostluk perspektifi olmadı İran’ın. Ülkemiz içinde kargaşa ve karışıklık İran’ı maalesef hep sevindirdi.
Yaşadığımız olaylarda ve özellikle 15 Temmuz Darbe Girişimikonusunda üzülen, yanımızda olan ve destek gösteren bir profil sergilemedi. Görüntüsel bir üzülme söyleminden daha ileri bir fiili refleksde olmadı. Tarihsel husumet ve kinini hiç bitirmedi ve günümüzde ülkemizin yaşadığı her sıkıntı ve krizde, güvenilmez ve sinsi dostane (!) bir tavır içinde oldu.
Yukarıda dile getirdiğim içsel hassasiyet, kırılgan nüfus yapısı, dinin araçsallaştırıldığı ve iktidarı pekiştirmek için kullanıldığı bir rejim varken; kalkıp bir de bölgesel yayılmacılık amaçlı “Farsi Emperyalleşme” politikası izleyerek, pek çok ülkeyi istikrarsızlaştırırsan, birileri de gelir seni istikrarsızlaştırır.
Bir rivayete göre İran, Suriye ile ilgili son beş yılda 100-120 milyar dolar harcama yaptı.
Halkın yoksulluk içindeyken, başka bir ülkeye sadece siyasi ve askeri değil; ekonomik olarak da, bu boyutta müdahil olursan, bunun içerde ağır bedelleri olur ve oluyor.
“Farsi Emperyalleşme” amacı, İran’ı bölgesel düzlemde yalnızlaştırdı.
Dikkat ederseniz bölge ülkeleri, yaşanılan iç kargaşaya karşı tepki bile vermez durumda.
Gözyaşı döktürürsen, gün gelir gözyaşını silecek kimse bulamazsın.
Avlanmaya gidersin ama gün gelir kendi evinde av olursun.
Ki, şuanda yaşanan da aynıyla böyledir.
Bölge ülkelerinden İran yönetimine ciddi destek yok.
ABD yeni yaptırımlara hazırlanıyor; İran ekonomisini, daha da beterleştirerek yönetimi iyice köşeye sıkıştırabilsin.
Bu gösteriler sadece dış tahrik ve ellerin sonucu değildir.
Gösteriler aynı zamanda; İran halkında oluşan memnuniyetsizliğin, adaletsizliğin ve yönetime olan güvensizliğin dışavurumudur.
Hal böyle olunca; var olan patlamaya hazır potansiyel, dışardan atılan işaret fişekleriyle ateşlendi.
Bununla İran’a “had bildiriliyor”.
Bu gösteriler İran’ı “silkeleme ve dize getirme” operasyonudur.
İran’ı hizaya sokma, içe kapatma ve bölge üzerinden elini çektirme adımlarıdır.
Ütopik gelebilir belki; bu gösteriler gördüğümüz, okuduğumuz ve duyduğumuz gibi sadece Trump, Siyonizm ve NeoCon tahriğiyle ortaya çıkmadı.
Belki de, planlanan “yeni yüzyılda” İran’la çalışmayı düşünen ve kurulacak “Küresel Hakimiyet” konseptinde İran’a da yer verecek bir “Akıl” tarafından organize ediliyor.
Çünkü İran’ın “şımarık ve küstah” şekilde ortaya çıkan “Farsi Yayılmacılığı”nın dizginlenmesi ve ayar verilmesi gerekiyordu.
Ama gösterilerle ilgili görüntü ve örüntünün arkasında Pentagon-NeoCon-Siyonist’lerin varolduğu algısı, bu “aklın” işine geliyor.
Bu gösterilerle, kısa vadede bir rejim değişikliği beklemiyorum.
Gösterilerin İran’a, Sosyal, ekonomik, siyasi ve askeri ciddi bir bedeli olacaktır.
Yıpranacaktır, yorulacaktır, enerjisi tükenecektir.
Ama, gösterilerin görünmez eli olan “aklı önceleyen” mahfillerin, İran’ın yıkılmasını veya 1979’daki gibi bir rejim değişikliği yaşamasını istemediğini düşünüyorum.
Çünkü, küresel hakimiyeti tek elde toplamak isteyen Pentagon-Siyonist-NeoCon cephenin de, hakimiyet yöntemi olarak “aklı” önceleyen Merkeziyetçi tarafın da, İran’da bir rejim değişikliği istemediği bir gerçektir.
İran Rejiminin varlığı, her iki cephe için gerekli ve bölgesel müdahalelerine meşruiyet kazandırmak için, el altında hazır, sürekli kullanılabilir bir argümandır.
Tarafların, bölgesel emperyalist saldırıları için, istedikleri an gerekçe olacak İran’a şimdilik ihtiyaç duyduklarını ve yakın gelecekte de duyacaklarını düşünüyorum.
İşin sonunda; birkaç dişi sökülmüş, ehilleşmiş, saldırganlığı törpülenmiş, bölgesel yayılmacılık, mezhebi bağnazlık ve en önemlisi “Farsi Emperyallik” amacından uzaklaşmış bir İran göreceğiz.
İran’daki bu iç kriz Türkiye’nin bölgesel önemini artıracaktır.
Dişi sökülmüş ve yorgunlaşmış bir İran sonrası, Türkiye’nin bölgesel başat aktörlüğü ve öncü rolü daha da kuvvetlenecektir.
Türkiye özellikle, 2017’nin ikinci yarısından itibaren yürüttüğü ince ve akıllı diplomasi ve müştereklik içeren ittifak anlayışlı diplomasisini sürdürmelidir.
Pentagon-Siyonist-NeoCon ABD’sinin karşısında olan ve “Yönetsel Aklı” yöntemselleştiren cepheyle, “kazan-kazan” nitelikli ittifakını sürdürdükçe, İran’ın bölgesel etkinliği azalacak, Suriye başta olmak üzere; kaos ve karışıklıkların sonlandırılması konusunda söz sahibi rolüyle yükselen ülke Türkiye olacaktır.
Devlet Aklı’nın hakim olduğu Türk diplomasisi, bizi her geçen gün daha da güçlendirecek ve küresel ölçekli başat ve öncü ülke konumuna götürecektir.
Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah’a emanet olun sevgili okurlarım…