25.1 C
İstanbul
Salı, Ağustos 12, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 99

Madenciliğin veri iletişimi kesilmeyecek

Madencilik sektörü zorlu ortam şartları nedeniyle yüksek güvenlik ihtiyacının bulunduğu çalışma alanlarından biridir. Güvenliğin en önemli nokta olduğu sektörde veri iletişiminin kesintisiz ve güvenli olması oldukça önemlidir.

Yeraltı maden işletmelerinde ortam durum izlemesi gibi veriler ve fanların kontrolü için veri iletişim sistemleri kullanılıyor. Riskli çalışma ortamı şartlarından dolayı olası kazaların önlenebilmesi için kullanılacak ekipman seçimleri oldukça önemli.

Genel durum izleme ve kontrolün dışında son dönemde kullanılmaya başlayan dijital kasklar da maden ocaklarındaki çalışma ve güvenlik standartlarını yükseltiyor. Kask üzerinden kişiyle ve ortamla ilgili bilgileri alabilen sistemler güvenlik açısından büyük faydalar sağlıyor. Güvenlik için kullanılan bu ekipmanların kesintisiz ve doğru şekilde çalışabilmesi ve mevcut verileri aktarabilmesi için en çok tercih edilen sistemlerin başında radyo haberleşme sistemi olan RF Data Modem teknolojisi geliyor.

Madenlerde mevcutta bulunan VHF frekansları sayesinde kolay bir modem kurulumu şeklinde kurulabilen radyo haberleşme diğer adıyla RF Data Modem teknolojisi kritik verinin kesintisiz bir biçimde aktarılmasını sağlıyor.

Türkiye distribütörlüğünü BİLKO’nun üstlendiği, madencilik sektöründe gerçekleştirdiği projelerle radyo haberleşme sistem hizmetleri veren SATEL, yüksek kalitede ürünleri ve mühendislik hizmetleriyle veri iletişim çözümleri sunuyor.

Yerli üretim ile dışa bağımlılığımız azalıyor

0

Türkiye’nin en büyük doğrudan dış yatırımcısı SOCAR’ın “Azerbaycan’ın enerjisi, Türkiye’nin gücü” sloganıyla, başlattığı reklam kampanyasının yeni filminde, SOCAR’ın Türkiye’deki yatırımlarının yerli üretime olumlu etkisine dikkat çekilerek SOCAR Türkiye’nin ülke ekonomisine yaptığı katkılar anlatılıyor.

SOCAR Türkiye’nin geçen yıl başlattığı reklam kampanyasının devamı olan “Dışarıdan Almıyoruz” filmi ulusal kanallar ve dijital mecralarda yayınlanmaya başladı. İki kardeş ülkenin birlikteliğinden aldığı güçle dev yatırımlarını art arda faaliyete geçiren SOCAR’ın, çalışanlarıyla arasındaki güçlü bağı anlatan film serisinin ardından “Azerbaycan’ın enerjisi, Türkiye’nin gücü” sloganıyla yayınlanan bu yeni filminde şirketin Türkiye’nin dışa bağımlılığını azaltma misyonuna vurgu yapılıyor.

Ünlü oyuncu Okan Yalabık’ın seslendirdiği reklam filminde, daha iyi bir gelecek için yola çıkan SOCAR’ın Türkiye’nin ulaşım, elektrik, tarım gibi temel sektörlerine yaptığı katkı ve bunun sonucunda ülke ekonomisinin dışarıda hayranlık uyandıran atılımı işleniyor. Yeni reklam filmi ile ilgili değerlendirmede bulunan SOCAR Türkiye Dış İlişkiler Başkanı Murat Le Compte, Türkiye ile Azerbaycan’ın ekonomik bağını daha da güçlendirmek için hız kesmeden çalıştıklarını söyledi. Le Compte, “Yeni reklam filmimizde, Türkiye için üretmenin önemine vurgu yaptık. Cari açığı ve dışa bağımlılığı azaltacak yerli üretim, büyüme yolunda büyük önem teşkil ediyor. SOCAR olarak bu stratejiye yaptığımız katkının altını çizmek ve çalışmalarımızı tüm Türkiye’ye aktarmak için bu imaj filmimizi hazırladık. Kısa bir süre içinde sadece dijital mecralarda yayınlanacak üç tamamlayıcı filmimiz daha olacak” dedi.

SOCAR Türkiye’nin faaliyetleriyle yerli üretime katkısının işlendiği, dışarıdan artık daha az hammadde alınacağının altını çizen dev prodüksiyon 5 günde tamamlanırken çekimler İstanbul ve İzmir’de gerçekleştirildi.

Beklentilerin ötesindeki etkinlik; “SWISS DAYS 2019”

Swiss Business Hub Turkey (İstanbul’daki İsviçre’nin İhracat ve Yatırım Ofisi) ve Chamber of Commerce in Turkey (Türkiye’de İsviçre Ticaret Odası Derneği) İsviçre 2019 Günlerini (Swiss Days 2019) İstanbul’daki İsviçre Başkonsolosluğu desteği ile İstanbul’da ilk kez 20-22 Eylül tarihleri arasında Yapı Kredi bomontiada da düzenleyecek.

İsviçre’yi ve İsviçre şirket ve markalarını tanıtmak amacıyla Swiss Days 2019, İsviçre sanatını, kültürünü, gastronomisini, teknolojisini, eğitimini ve daha fazlasını ilk kez İstanbul’da gerçekleştireceği benzersiz bir platform ile sunmaya hazırlanıyor.

Bu birkaç günlük etkinlik İsviçre şirketlerine ve kurumlarına, “İsviçreli’liğin” ve onunla birlikte gelen değerli derneklerin olumlu ışığında kendilerini göstermeleri için fırsat tanıyacak.

İsviçre Alplerinin muhteşem doğası ile beslenen kültür, sanat ve lezzetlerinin olduğu, beklentilerin ötesinde olacak mini festivalin yanı sıra İsviçre’nin geleceğini şekillendiren dünyaca ünlü ekonomist, iş ve siyaset dünyasından da saygın isimler Ekonomik Forum’unda yerini alacak. Ekonomik Forum devamında düzenlenecek Kariyer Günleri ile genç ziyaretçilerimiz seçkin İsviçre şirketleri ile buluşup kariyer planlamalarına katkı sağlama fırsatı bulacaklar.

İstanbul’un en özel ve çok kültürlü mekânı Yapı Kredi bomontiada’da farklı atölye çalışmaları, konferanslar, seminerler, konserler, eğlenceli aktiviteler ve katılımcı standları ile düzenlenecek üç günlük mini İsviçre Expo, sergilenebilir ve satılabilir ürünlerin yanı sıra potansiyel yerel iş ortakları ile şehrin yeni ilgi odağı olacak.

Swiss Days 2019 düzenleyici ve ortakları arasında, Swiss Business Hub Turkey, Türkiye’de İsviçre Ticaret Odası Derneği, Switzerland Global Enterprise, İsviçre Başkonsolosluğu, Yapı Kredi bomontiada, dDf, Swiss Tourism ve Präsenz Schweiz gibi saygın iş ve kültürel şirket ve dernekler bulunuyor.

Türk Hava Yolları (THY)’nin tek Türk şirketi olarak ana sponsoru olduğu “Swiss Days 2019”a diğer katkı sağlayan şirketler arasında Nestle Türkiye ve Swiss International Scientific School in Dubai de bulunuyor.

‘YES’ ile yeni bir dönem başlıyor

Akaryakıt sektörünün geleneksel lideri Petrol Ofisi, gerçekleştirdiği önemli bir yenilikle daha sektörüne öncülük etmeye devam ediyor. Petrol Ofisi, alanında Türkiye’de ilk ve tek olan Yakıt Emniyet Sistemi (YES) ile PO/Gaz’da kalite ve tam dolumda yüzde 100 garanti sunuyor.


İTÜ, TÜV Austria ve Intertek Caleb Brett iş birliği ile hayata geçirilen YES ile olası şikâyetler, bağımsız kuruluşlarca yürütülen süreçle 72 saat içinde net bir şekilde sonuçlandırılıyor. Müşteriler her aşamada SMS ile özel olarak bilgilendiriliyor.

Ürün ve hizmet kalitesine güvenen Petrol Ofisi, YES’ten çıkacak raporları itirazsız kabul ederek, müşterilerinin araçlarında yaşanabilecek LPG kaynaklı arızalar karşısında onarım bedelinin tamamını karşılama taahhüdü sunuyor.


Türkiye’deki otogaz başarısına dikkat çeken Petrol Ofisi CEO’su Selim Şiper, “Eskiden sadece benzin ve dizelin bulunduğu geleneksel istasyonlar; otogaz LPG’nin ve hatta elektriğin de ikmal edildiği yakıt istasyonlarına dönüştü” dedi.


Türkiye akaryakıt sektörüne önemli bir yenilik getiren Petrol Ofisi’nin Yakıt Emniyet Sistemi (YES), Hilton İstanbul Bomonti Hotel & Conference Center’da düzenlenen basın toplantısı ile ilk kez tanıtıldı. Petrol Ofisi’nden CEO Selim Şiper, LPG Müdürü Murat Çelik ve CMO Beril Alakoç’un katıldığı YES lansmanında, İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Filiz Karaosmanoğlu, TÜV Austria Ülke Müdürü Yankı Ünal ve Intertek Caleb Brett Genel Müdürü Ömer Mertoğlu da yer aldılar.


YES’te bağımsız, konularında uzman, saygın kurumlar yer alıyor


Petrol Ofisi’nin akaryakıt sektöründe PO/Gaz ile ilk kez hayata geçirdiği Yakıt Emniyet Sistemi, otogaz tüketicilerine yakıtta kalite ve tam dolum garantisi sunuyor. Petrol Ofisi, YES için, alanlarında uzman ve akredite kuruluşlarla iş birliğine giderek, tamamen bağımsız bir sistem oluşturdu. YES’te, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve Intertek Caleb Brett otogaz kalitesinde, TÜV Austria ise tam dolum konusunda devreye giriyor.


Sistem otomatik bir şekilde ve tamamen bağımsız olarak çalışıyor


Sistem, Petrol Ofisi istasyonlarından alınan otogaz ile ilgili olası bir şikâyetin Petrol Ofisi Müşteri Hizmetleri Merkezi’ne iletilmesi ile başlıyor. Daha sonra sistem otomatik bir şekilde ilerliyor. Ürün kalitesi veya tam dolum konularında ölçümler, testler başta olmak üzere tüm incelemeler İTÜ, Intertek Caleb Brett veya TÜV Austria tarafından tamamen bağımsız olarak gerçekleştiriliyor. Tüm aşamalarında müşterilerin SMS yoluyla bilgilendirildiği sistemde, 72 saat içerisinde sonuca ulaşılıyor.


Selim Şiper: “Otogazın başarısı, uzun yıllara dayanan doğru stratejilerin eseri”


Petrol Ofisi’nin YES ile yeni ve önemli bir ilke imza attığı otogazın, Türkiye’deki dünya çapına ulaşan başarısına dikkat çeken Petrol Ofisi CEO’su Selim Şiper, “Türkiye’deki otogaz başarısı ve yaygınlığı nedeniyle eskiden sadece benzin ve dizelin bulunduğu geleneksel akaryakıt istasyonları; otogaz LPG’nin ve hatta elektriğin de ikmal edildiği yakıt istasyonlarına dönüşmüştür” dedi. Akaryakıt şirketlerinin neredeyse hepsinin, aynı zamanda LPG işi de yaptıklarını kaydeden Selim Şiper, “Bugün ülkemizde tüketilen toplam LPG’nin yüzde 79’undan fazlası, otomotiv yakıtı olarak kullanılmaktadır. Türkiye, dünyanın otogaz tüketiminde ikinci, LPG’li araç ve ikmal istasyonu sayıları ile de birinci pazarıdır. Türkiye’de otogazın bu başarısı, uzun yıllara dayanan doğru bir stratejinin eseridir” dedi.


“Yaygınlık, ekonomiklik kamu ve kamuoyu ile iletişim başarıyı getirdi”


Petrol Ofisi CEO’su Şiper, Türkiye’de otogaz pazarına başarıyı getiren faktörleri şöyle sıraladı: 
“Bugün ülkemizdeki 10 bin 689 otogaz istasyonu ile tüketicinin ikmal şüphesi bulunmamaktadır. Otogaz istasyonları, pompaları, saygın ve hatta ayrıcalıklı olarak yerini almış, bazı ülkelerdeki gibi yanlış bir şekilde, ‘ikinci sınıf ürün’ algısı hiç oluşmamıştır. Otogaz LPG temsilcileri, Türkiye’de kamuoyu ile kalıcı ve her platformda iletişim içinde olmuşlar, önyargıları bertaraf etmek için yoğun çaba sarf etmişlerdir. Ayrıca büyük ve ehil bir dönüşüm sektörü de oluşmuştur.”


Beril Alakoç: “Müşteri odaklı yaklaşımımız ve liderlik sorumluluğumuz en büyük önceliklerimiz”


Petrol Ofisi’nin her alanda müşteri odaklı bir yaklaşım sergilediğine vurgu yapan Petrol Ofisi CMO’su Beril Alakoç, “Müşteri memnuniyeti, Petrol Ofisi’nde en büyük önceliklerimiz arasında yer alıyor. Bu yaklaşımımız, hemen hemen tüm çalışmalarımızda yönlendirici oluyor, bakış açımızı belirliyor. Bugüne kadar birçok alanda olduğu gibi bu noktada da, müşteri odaklı yaklaşımımızla, liderliğin getirdiği sorumlulukla ve öncülük misyonumuzla harekete geçtik. Yine bir ilki gerçekleştirerek; sektörde bugüne kadar müşterilerin belki de yoğun olarak yaşamadıkları, ancak şikâyetin çözümü sırasında adeta açmaza düştükleri önemli bir sorunu ortadan kaldırdık, %100 garantili LPG projemizi hayata geçirdik” dedi. Beril Alakoç, Petrol Ofisi’nin müşterilerine sunduğu ayrıcalıklara, benzersiz bir yenisini daha eklediklerine dikkat çekti.


Murat Çelik: “Yüzde 100 müşteri memnuniyeti’ hedefi ile ‘otogazda yüzde 100 garanti’ sunuyoruz”


Yakıt Emniyet Sistemi – YES’i, her biri alanlarında, ulusal ve uluslararası saygınlığa sahip akredite, bağımsız ve uzman kuruluşlar olan; İTÜ, Intertek Caleb Brett ve TÜV Austria iş birliğiyle hayata geçirdiklerini belirten Petrol Ofisi LPG Müdürü Murat Çelik, “Petrol Ofisi olarak ürün ve hizmet kalitesinde kendimize güveniyoruz. Bu doğrultuda PO/Gaz dâhil müşterilerimizin ürün kalitesi ya da tam dolumu konularında Petrol Ofisi Müşteri Hizmetleri Merkezi’ne iletilen şikâyetler de, ortalamaların çok altında. Buna karşın PO/Gaz müşterilerimiz için, şeffaf, sağlıklı ve bağımsız bir sistemi; Yakıt Emniyet Sistemi’ni oluşturduk. ‘Yüzde 100 müşteri memnuniyeti’ hedefi ile ‘otogazda yüzde 100 garanti’ sunuyoruz” dedi.


Petrol Ofisi’nin YES’e etkisi yok, raporu dahi müşteri ile eşzamanlı görebiliyor”


Petrol Ofisi’nin, müşteri ile ilk iletişim ve sürecin başlatılması dışında sisteme herhangi bir etkisinin bulunmadığını da söyleyen Murat Çelik, “ Aslında ‘sistemin bir ucundan, araştırma başlangıcı için gerekli detayları sunuyoruz, süreç tamamlandığında ise diğer uçtan çıkan raporu alıyoruz’ şeklinde de tanımlayabiliriz. Bağımsız kuruluşlar tarafından yürütülen YES’in tüm aşamalarında olduğu gibi sonuç raporu da öncelikle müşterimizle paylaşılıyor. Sonuç raporunu biz de ilk kez, müşteriye yapılan iletimle eş zamanlı olarak görebiliyoruz. Sistem bu kadar bağımsız, şeffaf ve otomatik olarak çalışıyor. Öncelikle biz Petrol Ofisi olarak ürün kalitemiz, sistem ve sunduğumuz hizmete çok güveniyoruz. Bu nedenle YES’ten çıkacak rapor sonucunda PO/Gaz’ın herhangi bir hatası olması durumunda da, itirazsız bir şekilde müşterinin tüm zararını yüzde 100 karşılamayı kabul ve taahhüt ediyoruz” açıklamasında bulundu.


İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Filiz Karaosmanoğlu, YES sürecine ilişkin onay sürecini anlatırken, TÜV Austria Ülke Müdürü Yankı Ünal ve Intertek Caleb Brett Genel Müdürü Ömer Mertoğlu ise yaptıkları açıklamalarda, objektifliklerine vurgu yaparken, hizmet verdikleri ülkelerde benzer bir uygulama bulunmadığını da belirttiler.

Küresel kaos tehlikesi

• Rus araştırma denizaltısında çıkan yangında en az 14 kişi hayatını kaybetti.

• Başkan Putin Savunma Bakanı Şoygu ile olağan üstü bir toplantı yaptı.

• Trump G-20 zirvesinde zehirlendi ama sağlık durumu gayet iyi.

• ABD Başkan yardımcısı Pence programını iptal ederek Beyaz Saray’a döndü.

• AB’de ise Brüksel’de bir hareketlilik olduğu bilgisi edinildi. AB’de acil güvenlik toplantısı yapılabileceği öne sürüldü.

• Çin Komünist Partisi merkez Komitesi acil toplantıya çağrıldı.

• Kuzey Kore Liderinin Uçağına S-400 kilitlendiği ve uçağın radardan kaybolduğu söyleniyor.

• Beyaz Saray ve Kremlin bu iddialarla ilgili asılsız açıklaması yapma gereği duydu.

İddialar, iddialar….

Sosyal medya bu söylentilerle çalkalanıyor.

Eğer iletişim-bilişim sadece sosyal medyadan ibaret olsa idi “yeni nesil bir dünya savaşı” çoktan çıkmıştı.

Çok şükür ki, oldukça hızlı ve başkaca iletişim ve medyatik alternatifler hala mevcut.

Ateş olmayan yerden duman çıkmaz derler ama yine de sadece iddiadan ibaret söylemler, bunlar.

Söylenti de olsa; Küresel ölçekte ilginç gelişmeler olduğu da bir gerçek.

Dünya Hakimiyet Savaşında fırtına öncesi sessizlik evresinin aşıldığı görülüyor.

Yukarıdaki iddiaların söylenti olarak dile getirilmesine rağmen artık herkesin her şeyi yapabileceği kullanabileceği ve bir adım öne geçmek için hiçbir şeyden imtina etmeyeceği bir gerçeklikle karşı karşıyayız.

Tamam, G-20 zirvesi kötü geçti.

Zirvede küresel güç sahipleri yeni yüzyıl planlaması ve hakimiyet mücadelesinde uzlaşmaya varamadı.

Tamam, medyaya reveranslar, gülümsemeler ve espritüel sözler edilse de kapalı kapılar ardında ciddi kavgalar, bastırmalar ve yükselişler yaşandığı duyumlar arasında.

Tamam, tüm dünya istim üstünde ve her an her şey olabilir safhada.

Tamam, kimse ve hiçbir ülke güvende değil. Ama yine de “akil ve akıllı” kişi ve odaklar dünyanın kontrol edilemez bir kargaşa, kaos ve kavgaya sürüklenmesini istemiyor.

Bu bağlamda bazı muktedirler, para ve akıl sahipleri araya girip; arka kapı diplomasiler yaparak, başat liderlerle görüşüp tansiyonu düşürmeye çalışıyorlar.

Hatta, ciddi risk barındıran ortamın bir nebze olsun dinginleştiğini de söyleyebiliriz.

Çünkü herkes ve özellikle Küresel Hakimiyeti hedefleyen ikili güç sahipleri de kaygılılar ve mücadelede asgari müştereklerde bir uzlaşının mutlak şart olduğunun farkındalar.

Her şeye rağmen kötümser olmamalıyız.

Evet, önümüzdeki günler global ölçekte çok şeye gebedir.

Yarın-bir gün veya yakın gelecekte dünyanın hemen her yerinde; ummadık anda, umulmadık boyutta ve hatta dramatik denecek özellikte olayların cereyan edilmesi kaçınılmaz görünüyor.

Açıkçası, yukarıda iddia olarak dile getirilen olayların farklı boyutlarda gerçekleşmesi kimseyi şaşırtmasın.

Mesela şu anda Neocon’ların İran’a bir saldırı için Trump’a baskı yaptığı söyleniyor. Bununla Rusya başta olmak üzere öncelikle bölge ülkeleri ve tüm dünyaya bir mesaj vermeyi amaçladıkları gelen duyumlar arasında…

Her şeye hazırlıklı olunması gereken bir sürece girdik.

Tüm dünyanın, ülkelerin, yöneticilerin ziyadesiyle müteyakız, soğukkanlı ve dikkatli olmasını gerektiren bir evredeyiz.

Satranç oyunu tüm acımasızlığıyla, gri bir ortamda, toz duman bir havada sürüyor.

Kimin kim ve kiminle olduğunun bile bilinmediği bir alacakaranlık kuşağındayız.

Tüm dünyayı kapsayan hakimiyet savaşının kızıştığı bu günlerde yaşanacak hiçbir şey, artık beni şaşırtmayacaktır.

LPG, kaynaklar arasında öne çıkıyor

İpragaz CEO’su Eyüp Aratay, “Dünyada temiz enerji olarak kabul edilen LPG’nin yaklaşık 1000 farklı kullanım alanı var. Ekolojik avantajlarının yanı sıra taşınabilir, depolanabilir, kolay erişilebilir, verimli ve ekonomik olması ile de LPG, diğer enerji kaynakları arasında öne çıkıyor. LPG tüm bu nitelikleri ile sürdürülebilirlik politikaları doğrultusunda enerjide çok önemli bir alternatif oluşturuyor” dedi.

Türkiye LPG sektörünün dünya ölçeğinde ve örnek bir pazar oluşturduğuna dikkat çeken Eyüp Aratay, “Türkiye’de oto gazın domine ettiği LPG pazarının yapısı da farklı. Dünya LPG tüketimine baktığımızda, Türkiye’de yeterince değerlendirmediğimiz ya da hiç kullanmadığımız alanlar da bulunuyor. Türkiye’de LPG’nin hem bu alanlarda hem de otogaz da önemli bir potansiyeli bulunuyor” diyerek, LPG’nin Türkiye’nin enerji ihtiyacı, tedarik çeşitliliği, güvenliği açısından önemli ve çevreci bir alternatif oluşturduğunu da vurgu yaptı. Türkiye’de ilk kez düzenlenen WLPGA Regional Summit Turkey 2019 ile uluslararası LPG endüstrisinin kalbi 3 gün süreyle İstanbul’da attı. Dünya LPG Birliği (WLPGA) tarafından Türkiye LPG Derneği’nin evsahipliğinde düzenlenen WLPGA Regional Summit Turkey 2019 (Dünya LPG Birliği Bölgesel Zirvesi),43 ülkeden yaklaşık 400delegeyi ağırladı. 50’nin üzerinde uluslararası ve bölgesel konuşmacı ile sektörün tüm önemli başlıklarının masaya yatırıldığı Zirve, LPG endüstrisinin temsilcilerini bir araya getirdi.LPG’nin bu uluslararası buluşmasına, 50’si yabancı olmak üzere toplam 70 firma da katıldı.

İpragaz, ana sponsorluğu ve katılımı ile LPG’nin bu önemli zirvesini destekledi

Türkiye’de LPG sektörünün oluşumuna öncülük eden enerji sektörünün köklü kuruluşu İpragaz da, WLPGA Regional Summit Turkey 2019’un ana sponsorları ve katılımcıları arasında yer aldı. Zirvede yer alan İpragaz standında, tüpgaz, dökme gaz, otogaz ürünleri ve güçlü markaları, bu uluslararası önemli platformda tanıtıldı. Dünya LPG Birliği Bölgesel Zirvesi’nin ulusal ve uluslararası açıdan çok önemli bir platform oluşturduğunu belirten İpragaz CEO’su Eyüp Aratay, sektörün yüzlerce yabancı temsilcisinin Türkiye’ye zirve dolayısıyla ziyaretinin de önemine vurgu yaptı. LPG’nin böylesine önemli bir uluslararası buluşmasına ana sponsor olarak destek vermek ve yer almaktan dolayı duydukları memnuniyeti dile getiren İpragaz CEO’su Eyüp Aratay, şunları söyledi:

“Bir zamanlar atık olan LPG, bugün dev bir sektöre dönüştü”

“İpragaz, 1961 yılında kurduğu Türkiye’nin ilk tüp dolum tesisi ile o güne kadar değerlendirilemediği için rafineri bacasından salınan bir atık konumundaki LPG’nin, bugün dünya ölçeğinde bir sektörü dönüşmesine öncülük etmiştir. Tüplü gaz ile faaliyetlerini sürdüren İpragaz, bugün ise LPG’nin yanı sıra LNG, elektrik ve akaryakıt olmak üzere tem temel segmentte faaliyet gösteren Türkiye’nin yegane enerji şirketi konumunda. İpragaz, LPG’de ise tüplü, dökme ve otogaz olarak güçlü faaliyetlerde bulunuyor. Gücümüz, alt yapımız ve benzersiz bilgi birikimiz ile inovatif ürünler geliştiriyoruz, pazarları geliştiriyoruz. Özellikle grup şirketlerimizden EVAS, bu alanda öne çıkıyor. Dünyanın en büyük 5 LPG tüpü üreticisi arasında yer alıyor ve üretiminin %90’dan fazlasını 5 kıtada 75 ülkeye ihraç ediyor, 10 ülkede ise pazar lideri konumunda.EVAS, Küresel standartlarda toplam 478 farklı tüp üretimiile başta evsel tüketim olmak üzere Dünyada LPG kullanımını destekliyor”.

Temiz enerji olarak LPG kullanımı teşvik ediliyor

Dünya LPG Birliği’nin ‘LPG: Düşük Karbonlu Dünya İçin Sürdürülebilir Enerji’ raporunda;LPG’nin, benzin, dizel ve elektriğe oranla sera gazı emisyonun çok daha düşük olduğu belirtilmektedir. Muadillerine oranla düşük karbon ve partikül salınımına sahip olan LPG’nin kullanımı, doğa ve çevre dostu, temiz bir enerji olarak gelişmiş ülkelerde teşvik edilmektedir.

LPG, depolanabilir, taşınabilir, verimli, kolay erişilebilir ve ekonomik olması gibi özelliklerinin yanı sıra 1000’e yakın farklı kullanım alanıyla sunduğu işlevselliği ile de farklı bir konuma sahip. Tüm bu nitelikleri ile LPG, küresel sürdürülebilirlik politikaları kapsamında enerji alanında değerlendirilmesi gereken çok önemli bir alternatif oluşturuyor.”

Dünyada yıllık 300 milyon tonun üzerinde LPG tüketiliyor

Enerjide ‘Kömür’ ve ‘Petrol’ çağlarının ardından içinde bulunduğumuz döneme ‘Gaz Çağı’ adını veren kaynaklardan biri olan LPG’nin, dünya ve Türkiye’deki kullanımına da değinen Eyüp Aratay, şöyle devam etti: Küresel olarak tüketilen enerjinin yaklaşık yüzde 3’ünü oluşturan LPG, üstün nitelikleri ile kullanımını her geçen gün arttırıyor. Konuttan otomotive, kimyadan tarıma, endüstriden turizme, kozmetikten eğlenceye kadar birçok sektörde1000’e yakın kullanım alanı bulunan LPG’nin bugün Dünya’da yılda 300 milyon tonun üzerinde tüketimi bulunuyor. Küresel pazarda LPG kullanımının alanlarına göre 2017 yılındaki dağılım ise %44 ev, %28 kimya, %10 sanayi, %9 taşıma, %8 rafineri ve %1 tarım sektörlerinden oluşuyor.

Türkiye’de ise 2018 yılında 4.146.448tonluk LPG tüketiminin, %79,18’i otogaz, %18,09’u tüplü ve %2,73’ü ise dökme segmentinde gerçekleşti. Türkiye, ev, tarım, endüstri ve taşımacılık kullanımı baz alındığında Dünyanın en büyük 11’inci LPG pazarı. Avrupa’nın ise en büyük 2’nci pazarı konumundayız. Otogaz segmentinde ise 3.283.170 tonluk hacmimizle, Dünyanın en büyük ikinci pazarıyız. 4.7 milyonu aşkın LPG’li araç sayımızla ve 10 bini aşkın otogaz ikmali yapılan istasyon sayımızla, bu alanlarda da Dünyada birinci sıradayız.

Ev kullanımında ilk 3 ülke, dünya tüketiminin yaklaşık yarısını oluşturuyor

Küresel LPG pazarını büyük bir oranla ev (domestik) kullanımı domine ediyor. 2017 yılı verilerine baktığımızda; LPG’nin ev kullanımında ülke bazında ilk 3 sırada bulunan Çin, Hindistan ve ABD, 132 milyon tona yaklaşan dünyadaki tüm domestik kullanımının neredeyse yarısını oluşturuyor. LPG’nin ev kullanımında yıllık kişi başı tüketimi 60 kilonun üzerinde olan ülkeler varken, Türkiye’de ise bu rakam 10 kilo civarında.

Türkiye’nin kararlı duruşu

Geldiğimiz noktada gösterilen iradeyi kutluyorum. Bu noktaya gelinebileceğini ben de muhal görmüştüm. Fakat kararlı bir irade ve duruşla süreç fiilen başlamış oldu.

“Ama, fakat” demeksizin gösterilen tavrı ve yürütülen diplomasiyi tebrik ediyorum.

Gel gelelim bundan sonrasına…

Yekpare bir Amerika yok.

Ve ABD bizim gibi bir ülke değil.

Kurumsal yapılar oldukça dinamik ve bir diğerini zorlayıp, bazen istemediği tercihlere zorlayabiliyor ve hatta yaptırabiliyor da…

ABD’de başkan, her şey ve tek söz sahibi demek değildir.

Bunu pek çok konu ve sorunlarla ilgili gördük, gözledik. S-400 konusunda bile ABD kurumları ve başkanın tavrı konusunda taban tabana zıt bakış açısına hepimiz şahit olduk.

Amiyane ifade ile; ABD kin beslerken de intikam alırken de aceleci değildir. Araştırır, değerlendirir, dosyalar ve doğru zamanı bekler.

Bu, sadece Türkiye’ye dönük olarak değil, kendisi dışında her devlet için geliştirdiği bir reflekstir.

S-400’lerin gelişi konusunda kararlı duruş sergileyen Türkiye’nin sonrası süreçte olacaklarla ilgili de projeksiyon yaptığını, karşı refleks geliştirdiği ve olası her türlü yaptırım ve bedel ödetme durumlarına dair hazırlık yapmış olmasını umut ediyorum.

Çünkü yabancılar ve özellikle Amerikalılar bizim kadar duygusal ve diplomatik romantizm dürtüsüyle hareket etmez.

Bir olay karşısında birkaç alternatif tepki senaryosunu masada tutar.

Her ne kadar “yeni nesil” uluslararası siyaset bilimcilerimiz ve diplomatik perspektif sahiplerimiz ABD’nin eski Amerika olmadığı ve özellikle Trump için “Ne idüğü belirsiz, kovboy tarzı akılsız diplomat” gibi betimlemelerde bulunsa da; kazın ayağının öyle olmadığını ve ABD’nin küçümsenmesinin ağır bedelleri olabileceğini yaşayarak görmemek en büyük dileğimdir. AB’ ülkelerinde ve özellikle ABD’de kurumsal yapı ve özellikle Kongre-senato bazen başkanların da elini kolunu bağlayan bir süreç oluşturabilmektedir.

Ki bunu Trump’ın Türkiye’ye dair pek çok açıklamasıyla da gördük, yaşadık. Lakin bu noktada Trump’ın, ülkemize dair tasarrufların yanlışlığına işaret etmesi esasa dair ABD tavrında bir değişiklik getirmemiştir ve büyük olasılıkla önümüzdeki kesitte de getirmeyecektir.

Bu yüzden de S-400 konusunda gösterdiğimiz kararlı ve “bağımsız” tavra verilecek karşılığın F-35 işbirliğinin iptali ve uçakların ülkemize verilmemesiyle sınırlı kalmayabileceğini mutlak anlamda ihtimal dahilinde tutmak devlet olmanın akıllı ve akılcı gereğidir. Bundan sonra ülkemiz ve yetkililerimizle ilgili dünyanın herhangi bir noktasında olan bir olayın tesadüfi olmayacağını düşünmeye mecburuz.

Hele de ekonomik açıdan oldukça kırılgan bir süreçten geçerken; “S-400 geldi ama bakın dolarda yükselme olmadı” basitliğiyle olayı özetlemek oldukça sığ ve durumu hafife almak olacaktır.

Bizde bazıları bu basitlikte düşünecek yüzeysellikte olsa da onlar pek çok açık veya örtülü yaptırım enstrümanını masada tutarak; kimisini alenen bazısını ise dolaylı sonuçlarıyla pratiğe geçirebilirler.

Üstelik ABD içinde ve küresel bazda hakimiyet kurmak için ikili bir güç savaşı varken.

Üstelik ülke olarak tavrımız henüz netlik algısı vermezken…

Ve üstelik Türk Siyasal hayatı süregelen sonuçların ötesine geçen farklı neticeler verebiliyorken…

Şuna inanıyorum ve umut ediyorum ki; ülkesel ve küresel ölçekte ortaya çıkan ve çıkması muhtemel durumlarla ilgili Erdoğan müteyakız ve hazırlıklıdır. Küresel güçler kendi uhdesindeki argümanlarla Türkiye’yi kendi yanlarına çekmek için her türlü alternatifi kullanıyor olsa da; Erdoğan’ın tüm bunların farkında olduğunu ve olası karşıt uygulamalara gerekli defans-ofans refleksini hazırladığı inancındayım.

Çünkü S-400 alımı gibi hayati bir konuda, konumunu koruyup, vazgeçiş refleksine girmemiş olmak ve Erdoğan’ın tabiriyle “tükürdüğünü yalamamak” böylesi bir bilinç, öngörü ve hazırlık gerektirir.

Ve eminim; Cumhurbaşkanı’mız da gerekli istişareleri yapmış, ötesini berisini hesaplamış ve tüm bunları düşünerek, akıllı ve akılcı bir diplomatik yaklaşımla bu kararlılığı göstermiştir.

Ama her ne olursa olsun bundan sonra her şeye karşı hazırlıklı olmalı ve ona göre gardımızı hazırlamalıyız.

Önümüzdeki günler iç siyaset ve dış ilişkilerde çok şeye gebedir. Bunu çok söylediğimi düşünebilirsiniz.

Ama bu defa o gün çok yakındır; içerde ve dışarısıyla ilgili radikal gelişmeleri hepimiz izleyip göreceğiz.

Not-1: Yoğun yurtdışı seyahatlerim nedeniyle yazamamıştım. “Nerde kalmıştık” diyerek yine sizinleyim.

Not-2: Hakan Atilla sınır dışı edilmek şartıyla bugün tahliye edildi. Ama Halkbank dosyası hala bir koz olarak ABD’nin elinde duruyor. Önceden belirlenen bu rutin tahliye eylemiyle Halkbank dosyası üzerinden gelmesi olası tehlike ortadan kalkmış değil. Asla rehavet gösterilmemelidir.

3. yılında 15 Temmuz’u anarken

Sevgili Bir Portre okurları, yeni bir sayıda daha sizlerle beraber olmanın haklı gururunu yaşıyorum.

“Sayın Cumhurbaşkanım, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca hakkımda şüpheli sıfatıyla yürütülen …../….. sayılı ve takriben 3.5 yıldır devam ettirilen ve her ne hikmetse yaklaşık 8-9 ay önce terör savcısına devredilen bir soruşturma bulunmaktadır.

Bir suçum olduğu düşünülüyor ise iddianame hazırlansın ve mahkemede yargılamam başlatılsın.

Bir suçum olmadığı düşünülüyorsa da bir an önce hakkımda soruşturma ve kovuşturmaya yer olmadığına karar verilsin.

Allah aşkına 3,5 yıl bir soruşturma sürer mi Sayın Cumhurbaşkanım…”

Bir vatandaşın ve de yakinen tanıdığım bir Türk Vatandaşının CİMER ve HSK’ya gönderdiği dilekçe…

Bir başkasıyla ilgili FETÖ’cü olduğu iddiasıyla şikayette bulunulmuş.

Bu vatandaş çalıştığı kurumdan ihraç edilmiş.

Savcılık konu üzerinde incelemesini tamamlamış ve “FETÖ ile irtibat, intisap ve iltisakına rastlanmamış olup; kovuşturmaya yer yoktur” denmiş.

Ve üstelik 15 Temmuz sonrası FETÖ’cü hakim ve savcılar ihraç edildikten sonra, sicilleri makbul kabul edilen hakim ve savcılar tarafından yürütülmüş, bu muhakemeler.

Onlar, yüzler ve binlerle ifade edilecek sayılara ulaşmış bu tarz yanlışlar, ihmaller ve mağduriyetler.

17-25 Aralık sürecinden itibaren kesintisiz ve tavizsiz FETÖ mücadelesine destek vermiş biriyim.

Hatta “FETÖ’ye rehavet devlete ihanettir” diye yazılar yazdım.

Sürekli uyardım, ikaz ettim.

Bir yazar ve vatandaş olarak elimden geldiğince ve hatta elimden gelenin ötesinde mücadeleye destek olmaya çalıştım.

Bu uğurda üstü kapalı ve açıktan tehditler aldım.

Aba altından sopa göstermelere muhatap oldum.

Ama umurumda bile olmadı.

Benim idrak ve inancımda, devletin menfaati ve istikbali herkesin ve her şeyin önündedir.

Bunun yanında, bugünkü FETÖ denen örgüt “Paralel Yapı” olarak isimlendirirken de “Korku İmparatorluğu Yaratmamak” başlığıyla bu örgüt ve tehlikeyle mücadele ederken “adalet” olgusunun önemine vurgu yaparak McCartizm yapılmamasına ve vatandaşların hukuk inancının sarsılmamasına dikkat çektim.

Devleti terör örgütlerinden ayıran en temel parametrenin; devletin kurallar ve adaletle hareket etmesi, terör örgütlerinin ise kural tanımazlıkta sınırsızlaşması olduğunu defalarca dile getirdim.

Devlet kin, garez ve nefretle hareket etmez. Devlet için suç ve cezanın çerçevesi belirlenmiştir. Ceza kanunları, tam da bunun için vardır.

Devlet ve kanunlar hiç kimsenin, hiçbir yöneticinin kişisel güdü ve düşüncesine hizmet edemez.

Ve berat-i zimmet esastır. “Suçu sabit olup hüküm kesinleşene dek herkes masumdur” prensibi evrensel bir hukuk kuralıdır.

“Geciken adalet, adalet değildir” sözü ise hepimizin dilindedir ama fakat en fazla ihmal edilen düstur da yine budur.

Maalesef öyle bir hale geldik ki; devletle millet arasında, özellikle FETÖ mücadelesi ve davaları üzerinden ciddi kopuşlar yaşanıyor.

Vatandaşlar bu örgütle mücadelede alt kademelerde, kandırılmış ve “ibadet” kategorisinde yer alanların tutuklandığı, mağdurların daha çok bunlardan çıktığı; ama en üstlerde ihanet ve ticaret sınıfında yer alan siyasetçilerin, üst düzey bürokratların ve bazı iş adamlarının kurtulduğunu ve hatta korunduğunu düşünüyor.

Bu ise olayın belki de en vahim halidir. Çünkü böylesi bir algı ve inanış, doğru yapılanlara bile şüphe ile bakılır hale getirmiştir.

Ve maalesef geldiğimiz noktada at izi it izine karışmıştır.

Mağdurlar çaresiz, çarnaçar ve biçare durumda.

Öyle dramatik olaylar yaşanıyor ki…

Hapishanelerde trajik evlat ebeveyn ziyaretleri ve bu esnada minik dimağlarda oluşan ve ölene dek silinmeyecek travmalar…

Adeta devletten ve adaletten ümitlerini kesmiş ve sadece Allah’tan medet umar halde; lisanları ve lisan-ı halleriyle Mehmet Akif gibi haykırıyorlar;

“Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?

Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!

Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ?

Zâlimleri adlin; hani öldürmedi hâlâ…

Câni geziyor dipdiri… Can vermede mâsûm

Suç başkasınındır da, niçin başkası mahkûm?

Mâdâm ki, ey adl-i İlâhi yakacaktın…

Yaksaydın ya melunları… Tuttun bizi yaktın.!

Yetmez mi musâb(kötülüğe uğramak) olduğumuz bunca devâhi(bela)

Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i İlâhî..!”

Yüzlerce çocuğun büyüyüp avukat-hakim-savcı olacağım diye hırslandığını sürekli işitiyorum.

Düşünün; bir devlet ve hukuk sistemi var.

Mağdur olanın tek ve yegane sığınağı hukuk ve adalet. Bunun tecelligahı da mahkemelerimiz.

Ama devlet ve mahkemeler mağduriyetin mehazı, menbaı, sebebi haline gelmişse; vatandaş ne yapsın. Kimi kime şikayet etsin. Mağduriyetinin telafisini kimden talep etsin.

15 Temmuz gecesi Darbe Girişimi atlatıldı, çok şükür.

Allah bir daha öylesi bir gece yaşatmasın, bu millete.

Lakin öyle bir süreçteyiz ki; darbe, dip dalga şeklinde yakarak, yıkarak, yuvalara ateş düşürerek sosyolojik boyutta devam ediyor.

Ve her geçen gün bu durumun travması daha da derinleşiyor.

Coğrafi, toplumsal ve kamusal olarak kılcallara kadar nüfuz eden bir örgüt olduğu için, mağduriyet de geniş bir yelpazede tüm yurdu kapsamış vaziyette.

En ücra kasabadan, büyük şehirlere, en küçük aileden en geniş ailelere kadar; uzaktan veya yakından hemen her kesimi etkileyen bir boyut arzediyor.

Hal böyleyken mağdurların tek sığınağı mahkemeler, yani adalet oluyor.

Gel gelelim oralarda da geciken adalet varsa, adil kararlar yoksa, hakim ve savcılara olan inanç ve güven sarsılmışsa; varın gerisini siz düşünün…

(Bu konuda vicdanları ve kanunlarla adalet esaslı karar alan, soruşturma hazırlayan hakim ve savcıları kesinlikle istisna tutuyorum.)

Mağdurlar can çekişiyor.

Birilerine ulaşarak masumiyetlerini ispatlamak ve mağduriyetlerinin gidermek istiyorlar.

Hatta ana hedef Külliye’ye ulaşmak.

Çünkü oraya ulaşan yardım görebiliyor.

Ulaşan birkaç kişi ulaşıyor da ulaşamayan yüzbinlerin hali ne olacak.

Devlet yönetiminde böyle bir şey olabilir mi…

En üste ulaşınca mağdur olduğun anlaşılıp sorunun çözülecek, ulaşamıyorsan “yaşayan ölü” gibi yaşamaya devam edeceksin.

17-25 Aralık’ın ve özellikle 15 Temmuz’un sisli ve riskli ortamında isimler çizilmiş.

Yanlış veya doğru olup olmadığına dikkat edilememiş.

Fakat üç yıl geçmiş ve sakıncalı görülüp işaretlenenlerden binlercesinin öyle olmadığı tespit ve teşhis edilmiş; ama durumlarında bir değişiklik yok.

Ve hala “sakıncalı piyade” gibi işinden, aşından yoksun. Hala koyulan mim kalkmamış hala duruyor.

Peki bunu kim kaldıracak.?

Devlet, yani ilgili kurumlar.

İlgili kurumlarda durum ne.?

“Bana ne, filan kurum baksın” yok “Falan birim incelesin” yok efendim “Külliye’den talimat gelsin”…

Savcı sallıyor Hakime,

Hakim ise bir sonraki, daha sonraki, daha daha sonraki mahkemeye…

Olan ne ve kime oluyor…!

Suçu ispat bile edilmeyen ve hatta “Yahu beni soruşturun, kovuşturun, yargılayın. Ben böyle istim üstünde yaşamaktan bıktım” diyen vatandaşa.

Birkaç ay, yıl geçiyor, sene doluyor; “Pardon sen suçsuzmuşsun deniyor” tutuksuz yargılanmasına veya beraatine karar veriliyor.

Peki bu insanların hapiste geçen günlerini kim verecek.!

Haklarında soruşturma var denen ve hiçbir ilerleme olmayan mimlenmiş vatandaşların kayıplarını kim giderecek.!

Yahu Ergenekon, Balyoz gibi davaların sonuçlarını görmedik mi…

Daha geçen hafta vebalı gibi muamele gören, devleti yıkmaya matuf eylemleri nedeniyle adeta “hain”miş gibi yargılanan ve hatta pek çoğu mahkum edilen insanlar beraat ettiler.

Bunlardan bile ders almıyor muyuz…

Neden hiç ibret çıkartmıyoruz.

Sonuç ne oluyor…!

Devlete, adalete, mahkemelere olan güvenin sıfırlanması.

Kamusal yıpranma, kurumsal çürüme ve derin bir kopuş ve travma…

Buradan söyleyeyim; eğer bu mağduriyet durumu böyle devam ederse, önümüzdeki on-yirmi-otuz yılı içeren ve telafisi mümkün olmayacak kopuşlar, devlete olan husumetler ve parçalanmış, bölünmüş, tükenmiş ve enkaz haline gelmiş ailelerden geçilmeyecektir.

İşte asıl darbe budur ve bu ise etkisi yıllarca sürecek bir bumerangdır.

Not: 3. Sene-i devriyesine girdiğimiz 15 Temmuz darbe girişimini lanetliyorum. Allah bu millete bir daha böylesi bir ihanet yaşatmasın. Şehitlerimize Rabbimizden rahmet diliyor, gazilerimize müteşekkir olduğumuzu dile getirip minnet arz ediyorum.

FETÖ başta olmak üzere; devletimize, milletimize, bekamıza kasteden tüm terör örgütleriyle tavizsiz ve kararlı mücadeleden yana net duruşumu buradan yineliyorum.

Aynı zamanda terör mücadelesinin mağduriyetlere sebebiyet vermemesi ve buna rağmen, yine de oluşan mağduriyetlerin soğukkanlılıkla ve adalet çizgisiyle telafisi konusunda da aynı netliğin ve objektivitenin sergilenmesi temel prensibimdir.

Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah’a emanet olun sevgili okurlar.

Cengiz Aygün/15 Temmuz 2019

Golf sahalarına evet mi, hayır mı?

Zengin golf oyuncularını ülkemize çekmek için sayıları hızla artan yeni golf sahaları konusunda Sivil Toplum Kuruluşları ile Golf Federasyonunun görüşleri çelişiyor. 

• On sekiz delikli bir golf sahasını kurmak için en az 750 dönüm arazi lazım. Bu geniş alanda ekosistem yok oluyor. Bazı endemik bitki ve hayvanlar, fauna ve flora yani “özel türler” bir daha geri gelmemek üzere yok oluyor

• Her golf sahasında 30’u uzman olmak üzer en az 250 kişi çalışıyor. Yani iş sahaları açılıyor bölgenin ekonomisine ve istihdama yararı var.

• Anayasamıza göre ormanlar sadece “kamu yararına tahsis edilebiliyor” Oysaki “golf” sadece bir grup zengine hitap eden bir spor dalı mı? Golf, spor mu, o bile bir soru işareti. Kurulan golf tesislerinin alanına halk artık hiçbir zaman adım atamayacak.

• Evet, golf sahalarını kurmak için ağaç kesiliyor ama, onların yerine başka yere fidan ekiyoruz. (Ama bu arada elbette bu coğrafyadaki ekosistemi tamamen değiştiriyorlar.)

• Her geçen gün azalan su kaynaklarını düşünün, golf sahalarının sulanması için günde ortalama 9,25 milyon litre su kullanılıyor. Bu sayı 4,7 milyon kişinin su ihtiyacına eşit.

• Kaliteli bir çimen örtüsü için bir dönüm golf sahasında yılda 14,5 kilogram tarım ilacı kullanılıyor. Bu zehirli kimyasallar, yer altı sularını, toprağı hatta nehir ve sonuçta denizleri ve ekosistemi kirletiyor.

• Golf turizmi yağışlı ülkelerin bir sporu olmalıdır. Örneğin, İskoçya, İngiltere, Kuzey Amerika ve Japonya. Buralarda düzenli yağmur düşüyor. Türkiye bu gruba girmiyor.  Buna karşıt savunma da ise çöl ülkesi Dubai   bugün bir golf cenneti olarak gösteriliyor. 

• ABD’nin Florida eyaletinde oynanan her golf maçı için çim sulamaya 11 bin 356 litre su harcanıyormuş.

• Emlak kralı ve ABD Başkanı Donald Trump’un İskoçya’da yapmayı planladığı dünyanın en büyük golf sahası için gerekli olan 10 dönüm araziyi İskoçyalı balıkçı teklif edilen yüksek meblağlara rağmen satmadı. Bu alanda nadir kuş türleri bulunuyor. Bu güzel insana teşekkür ederiz.

• Golf turizminden “para” kazanalım, Golf için gelen bir turist günde ortalama 1380 dolar bırakır. İşte bu para ile biz çevreyi de temizleriz. (Oysaki en iyi temizlik elbette hiç  kirletmemektir.)

• Türkiye’de kurulu 13 golf sahasında yılda 2 milyon 250 bin ton su kirletiliyor.

• Belekte yedinci golf sahası da yapıldı. Oysaki…Belek “muhafaza ormanları ve fıstık çamı tohum mecrası” kapsamında ayrıca Türkiye’nin ikinci büyük fıstıkçamı tohum alanı. Belek kıyıları, nesli tehlike altında olduğu için uluslararası koruma altında olan Caretta Caretta üreme alanıdır. Belek, 2872 sayılı çevre kanunun 9. maddesine istinaden 383 sayılı Kanun Hükmünde Kararname hükümlerinin uygulandığı 22.10.1990 tarih ve 90/1117 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla “Özel Çevre Koruma Bölgesi” ilan edildi. Birinci derece sit alanıdır. Belek, ayrıca Anayasa’nın 169. maddenin birinci fıkrasında “Devlet ormanlarının korunması ve genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır.” denilirken, üçüncü fıkrada “Ormanlara zarar verebilecek olan hiçbir faaliyete ve eyleme müsaade edilemez.” hükümleriyle Anayasa’nın koruması altında idi.

Ünlü aktör Amerikalı aktör, Michael Keaton ile Tahiti’nin ana adasının komşusu Monroe Adası’nda tanışmıştık. Eşi ile birlikte bu yeşil adada golf sahası açmak için yetkililerden izin almasının dokuz yıl sürdüğünü belirtti. Büyük pazarlıklar söz konusu olmuş sonuçta bu cennet adada ağaçlar kesilmeye başlamıştı. Ancak karşılığında çok büyük miktarlarda vergi ödediğini söylemişti.. Demek ki sakıncaları çok, artık kararı sizlere bırakıyorum.

Türkiye eski Türkiye değil

0

Uyuyan devi’ uyandırdılar..

Kıymetli okurlarımız;

S400 ve Akdeniz’de sondaj meselesi Türkiye ve dünya siyasetini farklı bir kulvara soktu. Bundan rahatsız olanlar var. Türkiye üzerinde ciddi hesapları olan dahili bedbahtlarımızın da ne kadar da çok olduğunu yaşayarak görüyoruz. Reis açıkladı; S400 ler ile ilgili çetrefilli uzun görüşmeler oldu.

Demek ki daha neler konuşuluyor.?

Daha net değil ama Türkiye’ye karşı bazı atılacak adımlar sızdırılıyor AB’den.

Şöyle ki; “Avrupa Birliği’nin Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmaları nedeniyle Türkiye’ye uygulamayı planladığı olası yaptırımlar sızdırıldı.”

Buna göre Brüksel, Ankara ile üst düzey görüşmeleri ve Türkiye-AB Kapsamlı Havacılık Anlaşması’na ilişkin müzakereleri askıya alacak. Reuters’a sızdırılan belgede, “Türkiye’nin devam eden ve yeni yasadışı sondaj faaliyetleri nedeniyle AB, Kapsamlı Havacılık Anlaşması müzakerelerini askıya almaya ve şu an için üst düzey diyalog toplantılarının yenilerinin düzenlenmemesine karar verir” deniliyor.

‘FONLAR KESİLEBİLİR’

Reuters’ın taslak metne dayandırdığı habere göre Avrupa Birliği, Türkiye’ye birliğe katılım sürecinde verilen mali yardımı da 2020’de kesmeyi planlıyor. Haberde, bu amaçla Avrupa Yatırım Bankası’ndan Türkiye’ye verilen fonların gözden geçirilmesinin istendiği belirtiliyor.

Metinde, “Konsey, Avrupa Komisyonu’nun Türkiye katılım öncesi yardımın 2020’de azaltılması önerisini destekler ve Avrupa Yatırım Bankası’nı Türkiye’ye borç verme faaliyetlerini gözden geçirmeye davet eder” deniliyor.

‘DEVAM EDERSE YENİ

ADIMLAR ATILIR’

Reuters’a sızdırılan metinde, Türkiye’nin sondaj faaliyetlerini sürdürmesi halinde yeni adımlar atılabileceği de vurgulanıyor. Kararda hâlâ değişiklik yapılabileceği, son halinin pazartesi günü yapılacak AB Dışişleri Bakanları toplantısında kabul edileceği belirtildi.”

Türkiye Avrupa’nın asla görmezden gelemeyeceği bir ülke.

Çünkü; eski Türkiye yok. Eski hâl muhâl.

Avrupa yeni stratejiler belirlemeli.

Avrupa sömürge ahlakından kurtulmalı son 5 asırdır dünyayı dün kahve, kakao ile bugün petrol ile sömürdü de ne oldu? Kâr, zarar, kalkınma gibi kavramlar kirletilmemeli ahlak ile paralel olmalı. Herkese göre ayrı tanımı olmamalı. Ulusların mahremiyetine saygı duyulmalı.

Hariciye siyasetini katolik reflekslerden temizlemeli. O alemde kontrol bir yanılsamadır.

Kovboyvari çözümler çözüm değildir bunlar ilkel sahneler.

Avrupa parlementosu seçimine katılım yüzde 43. Bu gelecek nesillere bırakılmaması gereken bir siyasî utanç tablosu, çarşaf liste seçime geçmeli Avrupa.

Avrupa son yüzyıllarda yaptığı kötü imajdan kurtulmalı. Bunun için görsel imgeler gerekiyor artık. Geçmişten radikal şekilde koparak.

AKHUN, AVARLAR devleti yüzyıllarca var oldu Avrupa’da, Endülüs de 750 sene yaşadılar müslümanlarla. Sonra Osmanlı ile. Önemli olan ufkun ötesine bakabilmek. Antik Yunan’ın sadece öfkelerini değil sulh’unu da ilke edinin. Sokratvari çözümlerle.

Yeni Türkiye’ye alışın artık..

Kalın sağlıcakla…

Sabancı Holding yatırımlarına hız veriyor

Enerjisa Üretim halihazırda 3 doğal gaz kombine çevrim, 12 hidroelektrik enerjisi, 3 rüzgâr enerjisi, 2 güneş enerjisi ve 1 yerli linyit santralinden oluşan yaklaşık 3.607 MW kurulu gücüyle, Türkiye’nin en büyük özel sektör elektrik üreticisi konumunda.”

Sabancı Holding, yatırım portföyüne yönelik iki önemli kararı hayata geçiriyor. Sabancı Holding, Enerjisa Üretim ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından gerçekleştirilen ihalede dört bölgenin ikisini aldı. Böylece ihalede tahsise açılan 1000 MW’lık kapasitenin yarısı Enerjisa Üretim portföyüne katılmış oldu. Enerjisa Üretim, ikincisi yapılan “Rüzgar Yenilenebilir Enerji Kaynak Alanları (YEKA)” ihalesi projelerinde 500 MW’lık kapasite kazandı. Aydın ve Çanakkale Bölgeleri’ne yapılacak yatırımla Enerjisa Üretim, toplam kapasitesinin 4.107 MW’a ulaşma potansiyelini yakaladı.

Holding diğer taraftan da otobüs, midibüs ve hafif kamyon üretimi yapan Temsa Ulaşım Araçları Sanayi ve Ticaret A.Ş.’yi İsviçre merkezli True Value Capital Partners’a sattı. Satış anlaşmasına göre 825 milyon TL şirket değeri üzerinden, borç ve nakit düzeltmeleri yapıldıktan sonra 375 milyon TL hisse değeri karşılığında devir gerçekleştirildi. Yapılan işlem, yüzde 49 oranındaki Sabancı Holding hisselerinin yanı sıra, yüzde 51 oranındaki başta Sabancı Ailesi üyeleri olmak üzere, diğer bireysel yatırımcı hisselerini de kapsıyor.

Mehmet Göçmen: ”Önemli bir dönüşümün iki adımını attık”

YEKA ihalesinden alınan rüzgar enerjisi üretim yatırımının ve Temsa Ulaşım Araçları’nın hisselerinin devredilmesinin Topluluğun dönüşümünde önemli adımlar olduğunu belirten Sabancı Holding CEO’su Mehmet Göçmen, şunları söyledi:

“Sabancı Holding olarak belirlediğimiz yol haritamızın temelinde, yalın ve dengeli portföy anlayışıyla yüksek büyüme ve daha fazla değer yaratan alanlara yatırım yapmak bulunuyor. Enerji alanında ülkemizin yerli ve sürdürülebilir kapasitesine daha fazla yatırım yapmak da bu kapsamda yer alıyor. 

Enerjisa Üretim halihazırda 3 doğal gaz kombine çevrim, 12 hidroelektrik enerjisi, 3 rüzgâr enerjisi, 2 güneş enerjisi ve 1 yerli linyit santralinden oluşan yaklaşık 3.607 MW kurulu gücüyle, Türkiye’nin en büyük özel sektör elektrik üreticisi konumunda. Bugün sonuçlanan YEKA ihalesiyle de büyüme hedeflerimiz doğrultusunda önemli ölçüde ek kapasiteyi portföyümüze kazandırdık. Bu başarılı sonuç, ülkemize ve yenilebilir enerji sektörünün geleceğine olan inancımızı ve güvenimizi bir kez daha ispatlıyor. Ülkemizi, enerji üssü olma hedefine daha da yakınlaştıran bu büyük proje Topluluğumuzun ve ülkemizin büyüme hedeflerine büyük katkı sağlayacak. Enerjide daha sürdürülebilir ve verimli bir Türkiye için yerli ve yenilenebilir kaynaklara yaptığımız yatırımlar sayesinde ülkemizin milli enerji politikasına da değer yaratmayı sürdürüyoruz”.

Temsa Ulaşım Araçları kararı teknolojik ve sektörel odaklanma stratejimizin bir parçasıdır

Sabancı Holding’in dönüşüm sürecinde atılan diğer önemli adımın da Temsa Ulaşım Araçları’nın İsviçre merkezli True Value Capital Partners’a satışı olduğunu belirten Mehmet Göçmen, “Temsa Ulaşım Araçları, yarım asırlık geçmişindeki başarılarıyla ve sektöründeki öncülüğü ile her zaman gurur duyduğumuz markalarımızdan oldu. Teknolojik ve sektörel odaklanma stratejimizin neticesinde aldığımız bu devir kararı sonrasında, Temsa Ulaşım Araçları aynı ticari ünvan altında Adana’daki tesislerinde üretimini sürdürecek. İnanıyorum ki bu yeni dönemde de Temsa Ulaşım Araçları, özverili çalışanları ve güçlü satış teşkilatı ile yoluna başarıyla devam edecektir” dedi.

‘Mutlak yönetim’ veya ‘tek yönetim’

Ne yazık ki; harap edilen Irak, Libya, Suriye ve Filistin’e yakın zamanda eklenen Yemen’den sonra İran tehditi Orta Doğu’nun hem fiziki hem siyasi coğrafyasının paramparça olduğunu gösteriyor.

Üstelik, Doğu Akdeniz’de ve Kıbrıs’ta başta ABD olmak üzere İsrail, İngiltere, Almanya, Fransa, Yunanistan hatta İtalya tehditi Türkiye’yi çok yakından ilgilendiriyor.

Ayrıca S-400 ve F-35 kapışması havayı iyice ısındırıyor.

Kim ne derse desin, Türkiye’yi zora sokuyor.

Bir yanda; adeta “şirazesi” bozulan bazı ülkelerde, daha büyük ve sürekli olayların çıkmasından veya çıkarılmasından korkuluyor.

Öbür yanda; ABD, “kazmış olduğu çukura” düşmekten hâlâ endişeleniyor, fakat özellikle Başkanları Trump’ın akıl almaz oyunlarıyla, büyük bir savaşın kıvılcımlarını ateşliyor.

İnsanoğlu, “çelişkiler yumağı” haline getirilen gezegeninde, çaresizlik içinde çırpınıp duruyor.

Aslında; “Suriye çıkmazı” ABD’yi uyandırarak, Orta Doğu’da yaratılan potansiyelin tehlikesini ortaya çoktan atmış bulunuyor.

Kısacası, beklenmedik veya ani tezgâhlanan oyunlardan, “barış” planları alt üst oluyor.

Başta ABD olmak üzere başkanlar dünyaya zor günler yaşatıyor.

Söz “Başkanlıktan” açılmışken, sisteminin yıllardan beri uygulandığı ABD’de bile, başta kim olursa olsun, hatta ne kadar dirayetli ve güçlü-kudretli olursa olsun, dünyadaki iz düşümü insanlığı özellikle İslam alemini daima dehşete düşürüyor.

 “Başkanlık”, “Yarı Başkanlık” ve benzeri yönetimlerin özellikle Orta Doğu’da doğurduğu izlere kısaca da olsa yeniden değinmek de bugünlerde artık önem kazanıyor.

Bunca iç ve dış kargaşaya daha doğrusu tehlikeye rağmen gündemden düşmeyen “Başkanlık” sisteminin sık sık kargaşaya, neden olduğu görülüyor.

Eksilmeyen sancının sebebi başkanlık veya benzeri “mutlak yönetim”, “otoriter yönetim” veya “tek yönetim”den kaynaklandığı da kuvvetle iddia ediliyor.

Bu arada, tarihi kanlı kavgaların ve iç çatışmadan odaklanan isimlerin başında gelen; Nasır, Hafız Esad, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi hatta Ürdün Kralı Hüseyin’in, bu tür başkanlıktan veya benzer şiddetli yönetim tarzından asla vazgeçemedikleri hemen hatırlanıyor.

Bir de hiç unutulmaması icap eden, İslam ülkelerinin yönetim şekilleri her şeyi zaten açıklıyor:

Gerçekten de; Sudan, Mısır, Yemen, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, İran, Irak, Suriye, Katar, Suudi Arabistan, Kuveyt, Lübnan, Ürdün, Umman, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Afganistan’ın yönetim şekli başkanlığı andırırken, buralarda sıkıntı eksilmiyor.

Oysa, hür dünya hızlı bir şekilde ileri demokrasi rejimlerinin peşinde koşuyor, fakat yine de tehditler bitmiyor.

Daha müreffeh, daha özgür ilkeler başta gelirken, “hesap sorma”, eleştirme, onaylamama gibi istekler gündemi zorluyor. Hatta yasa dışı, uluslararası hukuk kaidelerini ihlal eden, zoraki eylemlerden vazgeçilmiyor.

“Başkanlık” veya “Yarı Başkanlık” sistemleri hızla değerlerini daha doğrusu konumlarını yitirirlerken “Sivil Toplum Kuruluşları”nın bile söz sahibi ve etkili olduğu geniş yelpazeli demokrasilerden bahsediliyor.

Bir bakıma, geniş halk tabakaları “kendi kendilerini” denetleme yöntemine en yakın demokrasileri bulmaya ve seçmeye çaba harcıyor.

Özellikle: “yeterli beslenme”, “çevreyi koruma”, “silahsızlanma”, “kimsesiz çocuklar”, “zorunlu göç” ve “güvenli yaşama” uğruna harcanan çabaların, otoriter rejimler tarafından durdurulmasına karşı geliniyor.

Nereden bakılırsa bakılsın, Başkanlık veya benzeri sistemlerin özellikle İslam dünyasında, demokrasi yapılanmasından hatta insan haklarından uzaklaşmaya neden olduğu iddiaları ortaya atılıyor.

Bu iddiaları “alevlendiren” gücün Batı kaynaklı ve başta ABD olduğu biliniyor.

Yani, ABD’nin geleneksel Rusya ve Çin anlaşmazlığının yanı sıra artık çeşitli ülkelerle hem askeri hem de ticari alanlarda düşmanlıklar geliştirmesi de dünyanın dengesini sarsıyor.

Japonya’da toplanan G-20 ülke liderleri çabalarının, her zamanki gibi yine kalıcı barışa katkı sağlamayacağı şimdiden öne sürülüyor.

Kurallarımıza uy ya da ülkemi terk et

Dünyamızın savaş, kıtlık, yoksulluk ve hastalık nedeniyle büyük bir küresel göç ile karşı karşıya kaldığına hepimiz şahit olduk.

Suriye’de yaşanan savaş ve çatışmalar tüm zamanların en büyük göç dalgasına vesile olmuştur. Dünya üzerinde tüm zamanlar incelendiğinde bir ülkeden başka bir ülkeye bu kadar çok insanın göç ettiğini göremeyiz.

Bu kadar yoğun göçün yaşandığı süreçten en çok etkilenen ülke Türkiye olmuştur.

Ülkemizi olumsuz şekilde etkileyen bu göç dalgasının esas sorumluları ise dünyayı edepsiz şekilde yönetenlerdir.

Suriye’nin savaş ve çatışma ortamına girmesinin ardından Türkiye’ye 4 milyonun üzerinde sığınmacı gelmiştir.

Nüfusu yaşlanan ve genç vatandaşı neredeyse yok noktasına gelen AB, vasıflı mültecileri alarak sistemlerinin sağlıklı çalışması için kullanırken, vasıfsız mültecileri de Türkiye sahiplenmiştir.

“BU ÜLKENİN ESAS EVLATLARI İŞSİZLİĞE MAHKÛM EDİLMİŞTİR”

Bu sahiplenmenin ardından Suriyeli işçiler ucuz fiyata kayıt dışı çalışmaya başlamış ve bu ülkenin esas evlatları işsizliğe mahkûm edilmiştir.

Hastanelerin acil servilerine giden Türk vatandaşları hastanede sıra bekleyen yabancı vatandaşların arkasında saatlerce sıra beklemeye dayanamamış ve özel hastanelere gitmek zorunda bırakılmıştır.

Toplu ulaşımlar da yabancı yoğunluğu ve uygunsuz hareketleri nedeniyle seyahatleri zulme dönen bizler bu durumdan oldukça rahatsız bir hale geldik.

Daire kiraları yabancı istilasından dolayı özellikle İstanbul’da çok arttı. Sitelerdeki yaşama ayak uyduramayan Suriyelilerin çöplerini zamansız ve kuralsız ulu orta yerlere çıkarmaları da hayatı yaşanmaz bir hale getirdi.

Mülteci çocukları parklarda birbirleriyle oyun oynarken, ellerinde ki tahta kılıçlar ile birbirlerinin başlarını kesmeleri karşısında bizim çocuklarımız ne yapacağını şaşırır hale gelmiştir.

Bütün bu olumsuz gelişmelere karşın hala iyi niyet çerçevesinde bizi rahatsız eden bu mültecilere insanlık adına yardım etmeye devam ediyoruz.

“YAŞAMIMIZI MÜLTECİLER İPOTEK ALTINA ALMAMALIDIR”

Fakat biz vatandaş olarak yardım edebiliriz, yöneticiler bizim rahatsız olduğumuz konuları ele almak ve Türk halkının yaşamını mültecilerin ipotek altına almasının önüne geçmek zorundadır.

Biz CHP ve İYİ Partili yöneticilerin “Suriyeliler plaja girmesin” gibi önerilerini kesinlikle onaylamıyoruz ama devlet plaja girme kurallarını mültecilere öğretmelidir ve kadınlarımızın videolarını çekmelerinin ne kadar ahlaksızca olduğunu onlara anlatmalıdır.

“BU MİLLET SORUNLU MÜLTECİ

İSTEMİYOR”

Beşerî münasebetler konusunda eğitim verilmeyen mültecilerin yaşam alanlarımızda bulunmasını bu millet artık istemiyor.

Suriye’de savaş tehdidi ve çatışma ortamı tamamen sona ermeden mültecilerin geri dönmesi mümkün değil ise bizim kurallarımıza, gelenek ve göreneklerimize saygı duyarak ülkemizde yaşamalarının gerekli olduğu eğitimlerle mültecilere anlatılmalıdır.

Anlamayan ve ayak uyduramayan mültecilerin ya toplama kamplarına alınması veya ülkelerine geri gönderilmesi gereklidir.

“Biz ya sev, ya terket” düşüncesiyle kendi milletimize bile kırmızı kart gösterirken, mültecilere, “Bizim kurallarımıza uy, ya da ülkemi terk et” demekten çekinmemeliyiz.

Ülkemizde her gün mülteciler 300 bebek doğuruyor ve şu ana kadar toplam doğan bebek sayısı 600 bin civarındadır.

Bu doğan bebekleri göz önüne aldığımızda savaş sona erse bile ciddi bir mülteci sayısının ülkemizde kalacağı düşünülmektedir.

Bu sebeple “geri göndermekten” çok, mültecilerin ortak yaşamımıza ayak uydurmalarının tesis edilmesi gereklidir.

Dün; “Daha yaşanılabilir bir Türkiye” hayali kurarken, Bugün; mülteci sorununun ardından, “Ülkemiz daha kötü bir Türkiye olmasın, mevcudu koruyalım” hayalimizle karşı karşıyayız.

Tabi yazımda bizlerin sorunlarını kaleme aldım ve mültecilerin de sorunlarının ile mağduriyetlerinin olduğunun farkındayız. Devletimiz bizlerin rahatsız oldukları durumları ortadan kaldırırsa bizler devletimizle el ele vererek, mülteci kardeşlerimizin tüm sorunlarının üstesinden Allah’ın izniyle geliriz.

‘Mülteciler’ ve ‘KAOS’

Uzun zamandır kaleme almak istediğim fakat belki düzelir diye devamlı konuyu yazmayı ötelediğim mülteci sorununu ve ülkemizde yarattığı kaosu buradan sizlere aktarmamın zamanı gelmiştir.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nce paylaşılan verilere göre Türkiye’de 3.6 milyondan fazla Suriyeli, 169 bin Afganistan vatandaşı, 143 bin Irak vatandaşı, 35 bin İran vatandaşı, 4 bin 800 Somali uyruklu, 10 bin diğer olmak üzere 3.9 milyon mülteci Türkiye’de barınıyor.

UNICEF raporlarına göre Türkiye en büyük mülteci nüfusuna sahip ülkedir.

İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi verilerine göre3.7 milyon Suriyeli sığındı, 80 bini vatandaşlığa alındı,32 bin civarında Suriyeliye ise çalışma izni verildi. Suriyeli kadınlar ülkemizde 500 bin bebek dünyaya getirmiştir. 2011 yılından bu yana 35 milyar dolar para harcandı,halen 120 bin Suriyeli kamplarda yaşarken, geri kalanlar ise ülke geneline yayıldılar.

Özellikle Suriyelilerin daha çok İstanbul, Şanlıurfa, Hatay, Gaziantep, Mersin, Adana ve Kilis’te barındığı görülmektedir. 

Tabi ki bu bilgiler resmi sayılar hepimiz biliyoruz ki! bu rakamların çok üstünde mülteci sayısından bahis etmek mümkündür.

Şimdi gelelim asıl konumuza başlangıçta hepimiz bunun bir insanlık vazifesi olduğunu elimizden geleni yapmamız gerektiğini düşünüyorduk ve destekliyorduk. Bu düşünce ile elimizden gelen ve gereken her şeyi de yaptık. Ama zaman bize gösterdi ki! bunun ne sonu gelecek nede bu insanlar bizim onlara yaptıklarımızı hak edeceklerdi.

“HAYATIMIZA HUZURUMUZA VURULAN BİR DARBENİN ADIDIR; MÜLTECİ SORUNU”

Geçen günler bizlerde bıraktığı kavgalarıyla, öldürdüğü insanlarımızla, tecavüz ettikleri canlarımızla, mafya tipi oluşumlarıyla, açtığı vergi ödemeyen dükkânlarıyla, astıkları Arapça tabelalarıyla, ekmeğinden ettikleri esnaflarımızla, bizim insanımızın işlerini ellerinden almalarıyla, artırdıkları işsizlik sayımızla, sahilde bağıra çağıra yaktıkları mangallarıyla, içtikleri nargileleriyle, başlık parasına sattıkları kızlarıyla, metrolarda,metrobüslerde, trenlerde ve sokaklarda dilenen dilencileriyle kısacası hayatımızın her yerinde getirdiği ‘KAOS’la bize yeter artık dedirttiler.

Türk halkı çarşıda, pazarda Suriyelilerle alakalı; “Ulaşım bedava, işyeri açma ruhsatsız vergisiz, sağlık hakeza ücretsiz ilaç ücretsiz birde üstüne maaş al çocukları yurtlarda bedava kalsın istediği üniversiteye girsin devlet kadrolarına alınsınlar. Bu ne demek bizim zor hayatımızı bunlar daha da zorlaştırdı” diyerek her yerde konuşuyor ve birbirleriyle dertleniyorlar.

“KENDİ ÜLKEMİZDE BİZ Mİ MÜLTECİYİZ YOKSA SURİYELİLER Mİ?”

Şimdi soruyorum;Biz mi “MÜLTECİYİZ” kendi ülkemizde yoksa bunlar mı sığınmacı????

Türkler vergi ödesin, Türkler yokluk çeksin, Türkler askere gitsin, Türkler şehit olsun ama Suriyeliler hiç bir bedel ödemeden vatandaş olsun, sahillerde nargile içsin insanımızı öldürsün, yok böyle bir dünya, buna bir dur demenin zamanı geldi de geçiyor. Ülkemizde huzur kalmadı sayelerinde dünyanın hiç bir ülkesinde buna müsaade etmezler bizim hoşgörümüzün de bir sınırı olmalıdır. Bugün referandum yapılsa eminim ki bir çoğumuz yeter artık der. Konuştuğum her ortamda düşünce aynı yöndedir. Devlet büyüklerimizin de artık bu konuya eğilmesinin zamanı gelmiş ve hatta geçmektedir.

Bitsin artık bu “KAOS “ bitsin artık ülkemizde ihtiyacı olan insanlarımıza verelim hak ettiklerini. Kalın sağlıcakla….

Ulusal Enerji Verimliliği Eylem Planı Reçetesi

Enerji konusunu ulusal ve uluslararası düzlemde; arz güvenliği, fiziki güvenlik ve siber güvenlik boyutlarıyla gündeme taşıma amacını taşıyan Enerji Güvenliği ana temalı, fırsatlar ve tehditler konulu panel meslektaşım gazeteci Hakan Çelik’in moderatörlüğünde Ankara’da düzenlendi.

T.C. Cumhurbaşkanlığı Savunma Sanayi Başkanlığının önem verdiği Türkiye’nin ilk teknoloji odaklı düşünce merkezi ‘STM Teknolojik Düşünce Merkezi’nin daveti üzerine katıldığım panelde enerji konusundaki çalışmalar hakkında bilgi sahibi olurken, program bitiminde verilen özel resepsiyonda T.C. Cumhurbaşkanlığı Savunma Sanayii Başkanı Prof. Dr. İsmail Demir ve Uluslararası Enerji Ajansı Başkanı Dr. Fatih Birol ile sohbet etme imkanımız oldu.

“ENERJİ GÜVENLİĞİ ULUSAL VE KÜRESEL ANLAMDA BÜYÜK ÖNEM TAŞIYOR”

T.C. Cumhurbaşkanlığı Savunma Sanayii Başkanı İsmail Demir; enerji kaynaklarının kısıtlı olması, bu kaynakların bulunduğu bölgelerde yaşanan istikrarsızlık ve artan enerji talebi ile ortaya çıkan enerji sorunun altını çizerken hem ulusal hem de küresel anlamda önem taşıyan enerji güvenliğine de vurgu yaptı.

Jeopolitik konumunun getirdiği sorumlulukların bilinciyle hareket eden Türkiye’nin, enerji konusunda bölgedeki önemli aktörler arasında yer aldığını aktaran Demir,“Bugün, hiç kuşkusuz, enerji güvenliğiyle bağlantılı faaliyetlerimizi arttırmamız ve enerji akışını tehdit edebilecek unsurlara karşı önlemler almamız gerekiyor. 2023 hedefleri doğrultusunda enerji arz güvenliğinin güçlendirilmesi, yerli ve yenilenebilir kaynakların kullanımı ve öngörülebilir piyasa koşullarının tesis edilmesini içeren bir strateji benimseyen ülkemiz, alt yapı ve veri güvenliği konusunda da ciddi adımlar atacaktır. STM’nin bu alandaki çalışmaları ve ThinkTech’in faaliyetleri de ülke güvenliği için önemli bir katkı teşkil ediyor” dedi.

“ENERJİ, BİSİKLET GİBİ HIZLI HAREKET ETMİYOR, TANKER GİBİ YAVAŞ AMA TESİRLİDİR”

Enerjide doğru senaryoların önemine dikkat çeken Uluslararası Enerji Ajansı Başkanı Dr. Fatih Birol; “Günümüzde enerji sektöründe üç büyük devrim yaşanıyor. Öncelikle enerji tüketenlerin rolü değişiyor. Asya ülkeleri enerji üretim ve tüketiminin merkezi haline geliyor. İkinci devrime baktığımızda ABD’nin kaya gazı, petrol ve doğalgaz üreticisi ve ihracatçısı konumuna geldiğini görüyoruz. Üçüncü devrimse yenilenebilir enerji konusunda yaşanıyor. Bugün rüzgar ve güneş enerji üretiminde maliyetler ciddi oranda düşmüş durumda” dedi. Dünyada enerji talebinin 2018 yılında büyük bir artış gösterdiğini belirten Birol, sürdürülebilir bir dünya için enerji verimliliğinin büyük bir önem taşıdığını vurguladı.

Enerji’nin bisiklet gibi hızlı hareket etmediğini, tanker gibi yavaş ama tesirli bir şekilde aktörlerine rol değiştirttiğini belirten Birol, “ABD enerjiye verdiği önem ile Kayagazı ve Petrol konusunda lider konuma gelebiliyor. Rüzgar ve Güneş, enerji de maliyetlerin düşüşüne neden olması sebebiyle enerji tablolarının bir parçası oldu. Yıllardır sesimi yükselterek KAYAGAZI’na neden önem verilmesinin gerek olduğunu her platformda söyledim. Şimdi buradan haykırıyorum; şu an en önem vermemiz gereken konu enerji verimliliği konusudur. Her yıl % 3 verimliğimizi artırmalıyız. Ama maalesef hedeflenen verimlilik oranları beklenenin çok altındadır. Özellikle Türkiye için verimlilik daha da önemlidir” diyerek israfa dur demenin şart olduğunun altını çizdi.

T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından uygulamaya konulan “Ulusal Enerji Verimliliği Eylem Planı’nın son derece önemli bir rehber olduğunu söyleyen Dönmez, bu planın başarılı olması için seferberlik elde edilmesinin gerekli olduğunu vurguladı.

BU PLAN İLE GELECEĞİMİZ DAHA ENERJİ DOLU OLACAKTIR

Bu konuda Sayın Fatih Birol’in sözlerinin altına imza atıyorum. Kendisinin bu konulara ne denli önem verdiğini çok iyi bilmekteyim. Bu plan başarılı olursa ülkemizin ekonomik denge ayakları bir bir yerine oturacaktır. Enerji verimliliği hakkında yaptığımız çalışmalarda, dünyadaki enerjinin daha sürdürülebilir, çevre açısından daha uyumlu olabilmesi için akılcı uygulamaları bir bir devreye almalıyız.

Enerji verimliliği bütün dünyada hak ettiği önemi görmüyor. İnşallah ülkemizde hakkettiği önemi hissettirir ve geleceğimizin enerjisinin daha zengin olmasına vesile oluruz.

Sevgili okurlarımız enerjiniz bol, gelecek adına tasarruflarınız da daim olsun…

NOT: Ankara’da düzenlenen programa enerjileri ile destek olan STM Kurumsal İletişim Direktörü Kemal Işıtan, SCC Medya Direktörü Şadiye Aytekin ve SCC Dijital İçerik ve Proje Sorumlusu Deniz Çınar’a teşekkür ederim.

Bölgemizde sular ısınıyor

Mart-2003; ABD koalisyon güçleriyle birlikte Irak’a saldırı başlattı.

Nedeni: 11 Eylül saldırı sorumluluğu ve Irak’ta kitle imha silahları konusunda aldıkları istihbarat idi.

Dönemin ABD Genel Kurmay Başkanı ve sonra Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten Colin Powel 2004 yılında Senato Hükümet İşleri’nde konuşuyor;

“Irak’ta kimyasal ve biyolojik silah stokları bulunamamıştır. İddia yanlış istihbarattan kaynaklanmıştır” 11 Eylül konusunda ise; Saddam ile 11 eylül arasında doğrudan bağlantı olmadığını itiraf ediyor.

Mayıs-2019; Trump açıklama yapıyor; “İran’ın bölgedeki bazı Amerikan birliklerine saldırı hazırlığında olduğuna dair bir istihbarat aldık. Kaynağını şimdilik söyleyemem”. Ve sonrasında ABD bölgeye donanma gemisini gönderiyor, Katar’daki üsse saldırı uçakları konuşlandırıyor, Bazı petrol şirketleri Irak’ta çalışan yabancı personelini geri çekiyor ve müttefik (!) ülkelerle İran’a dair izolasyon ve yaptırım istişareleri yapılıyor.

Aslında ne kadar tanıdık bir senaryo değil mi.!

İran, ABD’nin bölgeye müdahalesi için her dönemde en elverişli düşman aparat gibi. Ve dolaylı olarak hasım gördükleri büyüyen ekonomik ülkelere ayar vermek için, üzerinden harekat yapacakları ülke. Neden peki..?

Çünkü İran, petrol ve doğalgaza sahip.

Bu tespitlerden sonra ABD’nin Çin’le olan husumetine bakalım. İki ülke arasında karşılıklı ekonomik yaptırımlar fasılasız devam ediyor. ABD Çin’in ekonomik gücünü kontrol edemedikçe hırçınlaşıyor ve Çin’den ihracatına yüksek vergi oranları getiriyor. Gelinen noktada artık bunlar da yetmez hale geldi. Şimdi ise dolaylı şekilde, Çin’le ticari angajmanı olan ülkeler üzerinden saldırıya geçiyor.

Bunun için de, hem daimi düşman görülen ve hem de Çin’in petrol ihtiyacının en büyük kaynağı İran hedefte.

Maalesef burada İran, iki filin tepişmesinde çim durumunda. Peki Afganistan, Irak, Libya, Suriye kadar kolay mı, İran’la savaşmak..? Sanmıyorum.

Birincisi; asıl amaç Irakvari şekilde, “kaşının altında neden gözün var” kabilinden saldırı değil. İkincisi ise; Trump ve Neocon’cu şahinler İran’la savaşın “vurduk, girdik, yendik, bitirdik” şeklinde olmayacağının farkındalar.

Ama durmuyorlar ve durmayacaklar.

İran üzerinden Çin’e saldırıları sürecek. Ve İran üzerinden Çin’in petrol ihtiyacına darbe vurarak elini kolunu budamaya çalışacaklar. Aslında İran yönetimi ve diplomasisi de bunu kolaylıkla yapabilir. Çünkü onlar için hem ABD’ye sövmek ve hem de alttan alta, gizliden gizliye en büyük ilişkiyi ABD ile yürütmek rutin bir diplomasidir. Ama şu bir gerçek ki; körfezde sular ısınıyor.

Hürmüz boğazı, Yemen-Cibuti arasındaki Babel Mendeb boğazı ve mücavir ülkeler ateş arenasına dönüyor.

Önümüzdeki günlerde Körfez’de; birileri tarafından ABD askerleri veya üslerine bir saldırı yapılır ve bunun müsebbi İran olarak gösterilirse hiç şaşırmayın. Açıkcası böylesi bir False Flag (Sahte Bayrak) operasyonu bekliyorum. Şuanda Küresel Hakimiyet kavgasının Neocon kanadı Çin’e Ortadoğu üzerinden ve özellikle İran özelinde saldırılarını görünür şekilde artırıyor. Rusya ise menfaatlerini maksimize etme, kazanımlarını kaybetmeme, yeni mevziler edinme konusunda diplomatik oportünizm içinde; hem herkesle yakın ve hem de herkesten uzaklaşabilir bir noktada duruyor. Bunun için Çin’i de, İran’ı da, Esad’ı da ve Türkiye’yi tereddüt göstermeksizin satabilir. Çünkü Rusya ve Putin ağırlığının ne olduğunu biliyor ve ABD ile boy ölçüşemeyeceğinin farkında ve bilincinde.

Putin hamaset yapmıyor, Kükremiyor,

Kan davası güder gibi bir diplomasi yürütmüyor. Uluslararası ilişkilerde ebedi dostluk ve düşmanlık ilişkisinin olmayacağı bilinciyle ülkesel menfaatlerini düşünerek; yeri geliyor susuyor, zaman zaman siyasi bir dille geçiştiriyor ve kimi anlarda net bir şekilde gücün yanında durabiliyor.

Peki bu tavır doğru mu yanlış mı.?

Devlet yönetmek bambaşka sanattır. Ve kişinin yapısal fevriliğini, tepkiselliğini ve rutin davranışsal kalıplarını kaldırmaz. Çünkü devlet ve temsil ettiğin ülkesel menfaatler herşeyin önündedir. Normal koşullarda bireyler yanlış yapsa; sana, bana, ona, yani birkaç kişiye zarar verebilir.

Ama devlet adamları yanlış yaparsa topyekün halk, devlet ve ülke zarar görür. O nedenle de devlet yönetimi duygusallık, romantizm ve hamaset kaldırmaz. Tüm bu açıdan bakarsak; kendi konseptinde Putin, yapması gerekeni yapıyor ve Rusya için de yaptıkları ve duruşu doğrudur.

Son olarak; bu yıl sonu veya 2020’de Trump veya dönemin ABD başkanının; “Mayıs-2019’da İran’ın bazı Amerikan birliklerine saldırı hazırlığında olduğuna dönük aldığımız istihbarat tıpkı Irak ve Saddam için kitle imha silahlarına dair alınan istihbarat gibi yanlışmış” dediğini duyabiliriz.

Ama birileri hedefine ulaşmış, maksat hasıl olmuş ve olan da bize, komşularımıza ve bölgeye olmuş olacaktır.

İvedilikle içe kapanmacılıktan, seçim seçim diyerek küresel gerçekliği gözardı etmekten ve global denklemi görmezden gelmekten vazgeçmeliyiz.

Ülkemiz için tek yol; sen-ben kavgasını bırakmak ve ülkesellik ortak paydasında tıpkı Samsun’daki 19 Mayıs törenlerinde olduğu gibi “bir, beraber ve hep birlikte” olabilmektir.

Yoksa telafisi mümkün olmayan zararlara düçar olabiliriz.

Benden söylemesi…..

Bizde İstanbul’a dönüşü severiz

Sevgili Portreler okurları, yeni bir sayıda daha sizlerle beraber olmanın haklı gururunu yaşıyorum.

Yahya Kemal’e Ankara’nın nesini seversin diye sorarlar;

“İstanbul’a dönüşünü…” der.

Ve aynı Yahya Kemal konuşur İstanbul’la; Sana dün bir tepeden baktım,

Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer”

Ve devam eder;

“Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul,

Sade bir semtini sevmek bile bir ömre bedel…”

İstanbul… Şehirden öte bir şehir…

Her devletin, her milletin, her liderin fethetmek ve sahip olmak istediği bir “ütopya şehir”.

Makedon kralı Filip, Roma kralı Septim, İran kralı Keyhüsrev…

Muaviye üç kez teşebbüs etmiş, Emeviler, Abbasiler…

Ruslar, Macarlar, Latinler, Venedikliler, Cenevizliler…

Yıldırım Beyazıt dört kez kuşatmış, II. Murat da. Başaramadılar…

“Bunca kuşatma bunca can…

Olmamış, düşmemiş İstanbul.

Çünkü Fatih’ini bekliyormuş…”

Fatih Mehmet; “ya İstanbul beni alır, ya ben İstanbul’u” der.

Ve fetih, Sultan Mehmet’e nasip olur.

İşte İstanbul, böyle bir şehir….

Necip Fazıl’a da ilham olmuştur;

“Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;

Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare? ..

Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;

Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet…

O manayı bul da bul!

İlle İstanbul’da bul!

İstanbul,

İstanbul…”

Öyle bir şehirdir ki İstanbul; dünyanın merkezi gibidir.

Anadolu’nun anahtarıdır,

Liderlerin karinesidir,

Şehirlerin şahıdır.

Kazanan, her yeri kazanandır, kaybeden çok şeyi kaybedendir.

Bu şehir, her dönemin gündemidir.

Sevgilerin, hayranlıkların, aşkların olduğu kadar; acıların, kederlerin, sitemlerin, kızgınlıkların da ilhamıdır, İstanbul.

Tevfik Fikret, bir devre ve yönetime öyle kızgındır ki; tüm sinirini İstanbul’dan çıkartır.

“Sarmış ufuklarını gene inatçı bir duman,

Beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan” diye başlar.

Bezginliğini ve bedbinliğini beyitlere öyle döker ki, adeta şiir dillenir;

“Ey köhne Bizans, ey büyüleyici koca bunak,

Ey bin kocadan artakalan el değmemiş dul..” şeklinde devam eder ve sosyal, siyasal mesajlar vermeye başlar;

“Ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu.

Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için,

Yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!

Ey tutulmayan vaatler, ey sonsuz muhakkak yalan,

Ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!

Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!

Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;”

Günümüz İstanbul’uyla ilgili de az değildir; sitemler, kaygılar, ağlayışlar ve kahırlar…

Yusuf Hayaloğlu’nda dillenir İstanbul kahırları; İstanbul.. ey İstanbul..!

Acılar kraliçesi…

İhtişamın ve sefaletin çaresiz bacısı…

Ve ey, çürümenin, yok olmanın

Amansız sancısı!

Ciğerlerim çatlıyor,

Duymuyor musun…?

Hayaloğlu Fikret’ten etkilenmiş gibi ve neredeyse yüzyıl geçmesine rağmen değişen bir şey yok dercesine İstanbul üzerinden haksızlık, adaletsizlik ve yanlışlara parmak basmaya devam ediyor;

“Bütün bu ezginler, tükenenler,

Yerlere serilenler, tutunamayanlar;

Sarsmıyor mu seni hiç,

Bunca infilak, Bunca isyan çığlıkları..!”

Ve Hayaloğlu artık isyan ve çaresizlik halindedir; “Ağlamak istemiyorum.. yenildim sana..

Hikayenin özeti bu…

Bir istimlak gibi ödedin,

Ve çiğneyip geçtin maceramı!”

Sonunda Hayaloğlu;

“İstanbul ey İstanbul…

İhanetin ve ihbarların,

Arkadan dolaşan bıçağı..

Ve bütün ödeşmelerin, yüzleşmelerin, Erkekçe vuruşmaların kaçağı!

Beni harcadın ulan, beni sattın,

Utanmıyor musun…!” diyerek, şiirine nihayet verir.

Şimdi gündemin tam ortasında yine İstanbul var.

Sende, bende, onda, ülkede, dünyada İstanbul…

“Ölümcül kazanma” savaşının göbeğinde, İstanbul…

Yine, İstanbul’u aşan bir İstanbul mücadelesi.

Tarafların; “Ya ben İstanbul’u alırım, ya İstanbul beni” şeklinde özetlenecek İstanbul hırsı… Ama hangi İstanbul..?

Yahya Kemal’lin, “bir tepeden baktığı Aziz İstanbul” mu…

Yoksa Necip Fazıl’ın; “O manayı bul da bul, İlle İstanbul’da bul” diye anlattığı İstanbul mu..!

Veya Tevfik Fikret’in tüm kızgınlığıyla; “Ey bin kocadan arda kalan el değmemiş dul” dediği İstanbul mu..!

Ya da Yusuf Hayaloğlu’nun; “Ve bütün ödeşmelerin, yüzleşmelerin, erkekçe vuruşmaların kaçağı!” diyerek isyana ettiği İstanbul mu…!

Yoksa yoksa “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur” Hadis’inde bahsi geçen maneviyatı, kutsiyeti, muştusu, deruniliği olan (eğer kalmışsa) bir İstanbul mu….

Bir sonraki Portreler yazımızda buluşmak ümidi ile Allah’a emanet olun sevgili okurlar.

Haraminin oğlu

Sevgili Bir Portre okurları, yeni bir sayıda daha sizlerle beraber olmanın haklı gururunu yaşıyorum.

Birtakım Arap hırsızları bir dağ başına yerleşip kervan geçidini kapamışlardı. Şehirlerdeki halk onların hilelerinden sinmiş, sultanın askeri onlara yenilmişti.

Zira dağın tepesinde sağlam bir sığınağı ele geçirip mesken edinmişlerdi.

Bu sebeple, memleketi idare edenler, bunların kötülüklerini defetmek için toplanıp konuştular:

“Eğer bunları durdurmazsak kendileriyle baş edilemez.” dediler.

Yeni kök salan ağaç, bir insan zoruyla yerinden çıkar.

Ama bir süre öyle bıraksan, kağnı ile dahi söktüremezsin.

Pınarın başını bir kürek toprakla kapamak mümkündür; fakat doldu mu, fil ile geçmek imkânsız olur.

Verdikleri karara göre birini onlara casus tâyin ettiler ve fırsat gözlediler. Bu sayede aralarına sızdılar ve bir an onlar uykuya dalmışken gaflet halinde yakaladılar.

Ve hepsini esir aldılar.

Hırsızların ellerini bağlayıp hükümdarın huzuruna çıkardılar. Hükümdar, hepsinin öldürülmesini emretti.

Hırsızların aralarında bir genç de vardı.

Vezirlerden biri bu delikanlıya çok acıdı ve hükümdardan şefaat dileyerek bağışlanmasını için:

“Bu çocuk, henüz delikanlılığa bile doymamıştır. Padişahım kereminizle, bunun kanını bağışlayarak beni minnettar kılacağınızı umarım…”der.

Hükümdar, yüce görüşüne uygun bulmadığı bu söz üzerine kaşlarını çattı ve dedi ki:

“Tıyneti kötü olan kişi iyilerin nurunu kabul etmez.

Kabiliyetsizi terbiye etmek kubbede ceviz durdurmak gibidir.

İyisi mi, bunların soyu sopu yok edilmeli kökleri kazınmalıdır.

Çünkü ateşi söndürüp koru bırakmak, engereği öldürüp yavrusunu alıkoymak akıllıların işi değildir. Bulut bengisu yağdırsa bile, söğüt dalından meyve alamazsın.

Bayağı kimseye vakit harcama: Hasır kamışından şeker yiyemezsin”

Vezir bu sözleri dinledi.

İster istemez kabul ederek hükümdarın güzel düşüncesini övdü. Sonra dedi ki:

“Saltanatını Tanrı daim kılsın…

Siz efendimin buyurduğu, hakikatin ta kendisidir.

Ama gerçekten bu çocuk o kötülerin çevresinde kalıp terbiye görseydi onlardan biri olurdu. Lâkin bendeniz, iyi insanların çevresinde terbiye edilirse akıllıların huyunu kapacağını umuyorum.

O güruhun zalim ve inatçı tabiatı bunun yaradılışına sinmemiştir.

“Lût’un karısı kötülerle dost oldu da Peygamber ailesinden olma şerefini kaybetti.

Ashâb-ı Kehf’in köpeği birkaç gün iyilerin izinde yürümekle insan oldu.”

Vezir bunları söyledi.

Hükümdarın kıramadığı birileri de bu konuda destek oldular.

Nihayet padişah, çocuğun öldürülmesinden vazgeçti:

“Yerinde bulmadımsa da bağışladım.” dedi.

Zâl’in kahraman Rüstem’e:

“Düşmanı hakir görüp biçare saymamalı.

Küçük bir kaynaktan çıkan suyun, çoğalınca deveyi yükü ile götürdüğünü çok gördük.” dediğini bilir misin?

Velhasıl vezir, çocuğu evine götürdü. Ona çok iyi baktı. Hiçbir şeyini eksik bırakmadı.

Terbiyesi için yetkin öğretmenler tâyin etti.

Güzel söz söylemeyi, yerinde cevap vermeyi vs. saray âdâbını ona öğrettiler.

Herkesin gözünde makbul oldu.

Bir gün vezir, padişahın huzurunda, çocuğun güzel huylarından birazını anlattı:

“Akıllıların terbiyesi ona tesir etmiş, mizacından eski cahilliğini çıkarıp atmıştır.” dedi.

Padişah bu söze gülümsedi ve dedi ki:

“İnsanla birlikte büyüse bile, kurdun eniği yine kurt olur.”

Aradan bir iki yıl geçti.

Mahallenin ipsizlerinden birtakımı delikanlıya sokuldular ve onunla uyuştular.

Nihayet delikanlı, bir fırsat anında veziri ve iki oğlunu öldürüp hesapsız bir serveti kaçırdı, babasının yerine, hırsızların mağarasına yerleşti, âsi oldu.

Padişah hayretle parmağını ısırdı ve dedi ki:

“Bir kimse kötü demirden iyi kılıç çıkarabilir mi?

Soysuz adam terbiye ile insan olmaz, ey bilge!

Tabiatının letafetinde herkes, müttefik iken; yağmur bile bağda lâle bitirir çorak yerde çerçöp.”

Çorak toprak sümbül bitirmez. Emel tohumunu orada yok etme.

Kötülere iyilikte bulunmak, iyilere kötülük etmek gibidir.”

Sadi Şirazi, Gülistan’da anlatmış bu hikaye’yi…

Tevile gerek var mı…

Harami ve haramzade, kutlu bir davayı ilke edinmiş birinin yanında bile olsa; eğitim de alsa, güzel libaslar da giyse, önemli koltuklarda da otursa, herkesçe makbulmüş gibi de görünse, saray adabına uygun entel kelam da etse;

Onun bir an’ı vardır; o kritik an gelince kendi tabiatına ve alçak seciyesine uygun davranışa dönüverir.

En önce de; onu koruyan, kollayan, eğiten ve ümit besleyene ihanet eder.

Ve sorsan, eminim diyecektir ki; ne yapayım, mizacım böyle…

Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah’a emanet olun sevgili okurlar.