28.7 C
İstanbul
Perşembe, Ağustos 14, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 65

Yunanistan’ın Ayasofya hazımsızlığı

Ayasofya, Fatih’in İstanbul’a vurduğu mühür, İslam hakimiyetinin nişanesi, Fatih’in mirası, Fatih’in kılıç hakkı, Ayasofya hüzünlü mabed…

Tam 581 yıl minarelerinden ezanlarla, salâlar, kubbelerinden Kur’an nağmeleri yayılan Fethin görkemli mabedi ne acıdır ki karanlık ve derin bir sükût içinde tekrar ibadete açılacağı günü beklemekte. Evet dostlarım bu milletin kanayan yarasıdır Ayasofya. Her ne kadar yeniden camiye dönüştürülmesi yönünde herhangi bir hukuki, siyasi ve idari engel olmamasına rağmen ne zaman ibadete açılması söz konusu olsa da, içerden ve dışarıdan hep bir ağızdan çatlak sesler yükseliyor, Olimpos dağının çocukları türlü hileler ve entrikalarla karalama ve iftira kampanyalarına başlıyor, işi tehditlere kadar götürüyorlar.

Geçtiğimiz günlerde Fethin 567.yıl dönümü münasebetiyle Ayasofya Camiinde okunan Fetih suresine yükselen çatlak sesler arasında en dikkat çekeni Yunanistan’ınkiydi. Haddini aşmak gibi bir bahtsızlıkla Yunanistan Ayasofya’da okunan Kuran-ı Kerim’den rahatsız olmuş, kültürel mirasa saygıdan bahsederek tehditvari açıklamalar yapmıştır.

Yunanistan’ın Ayasofya üzerinde hiçbir iddiası olamaz, söylemlerinin en ufak bir değeri yoktur. Onlara öncelikle Katoliklerce katedral haline getirilmiş Kurtuba camiini ve ülkelerinde ahıra çevirdikleri yüzlerce tarihi Osmanlı eserlerini hatırlatırız. Medeniyetlere ve kültürlere saygıyı, barbar Yunandan öğrenecek değiliz elbette.

Bunun devletimiz açısından da en ufak bir hukuki bağlayıcılığı yoktur zira fetihlerden sonra en büyük mabed camiye çevrilir, ilk Cuma namazı sultanla beraber eda edilir, bu fetih töresidir. İstanbul’un fethiyle beraber bu töre yine yerine getirilmiş, Ayasofya camii, hatta külliye haline getirilmiş 500 küsur yıl boyunca bu şekilde olarak kullanılmış o dönemlerde Ortodoksu da Katoliği de Yunanı, Ermenisi de bu duruma ses çıkarmamışlardı.

Ayasofya Fatih’in vakfiyesidir, Osmanlının malıdır, fethedilmiş topraklara hükmeden devlete aittir.

Bu yüz yıllık bir saldırıdır. Yaralı aslan durumundaki Osmanlı’yı yok etmek, Müslüman Türk adını dünyadan silmek politikasının devamıdır. Kasıtlı, planlı bir projenin içerdeki ve dışardaki işbirlikçilerinin ortak hareketidir. Ne zaman Ayasofya’nın açılması söz konusu olsa aynı şekilde aynı kelimelerle itirazları duyuyoruz. Bunlar hepimizce malum bir kesimdir, ne yaparlarsa yapsınlar planları tutmayacaktır Allah’ın izniyle. Ayasofya’da Fetih Suresinin okunmasının ardından yorum yapan diğer bir kesim ise çok komik ve zavallı bir iddia ortaya attı.

Neymiş efendim Covid-19’un dünyada ve ülkemizde görülmesiyle başlayan pandemi sürecinin virüsün etkisinin hafiflemesiyle birlikte gündemden düşmesi üzerine Başkan Sayın Recep Erdoğan’ın yeni gündem oluşturma, ya da gündem değiştirme çabalarıymış bu Ayasofya meselesi.

Bu o kadar komik ve saçma bir iddia ki herşeyden önce Ayasofya müze olduğu günden itibaren her an, her saniye, her gün bu milletin gündemindedir. Bu milletin gündeminden asla düşmemiştir ki gündem olsun diye çabalansın.

Gecikmeden harekete geçmek lazım!

Biz Türk milleti adına Danıştay danışma kurulu ve devletimizin Ayasofya’nın Fatih’in vasiyeti üzerine cami olarak varlığını devam ettirmesi yönünde karar almalarını bekliyoruz.

Bugün kanunen hala Fatih’in vakfiyesi olan Ayasofya Camii hukuken bu vasfını sürdürmektedir. Bu vakfiyenin orijinali Tapu Kadastro Genel Müdürlüğünde muhafaza edilmekte. Biz bir hukuk devletiyiz. Bugün tapusu sizin adınıza olan bir camiyi vakfettiğinizde oranın sanat galerisine, müzeye veya başka bir hizmette kullanılmasına müsaade edilir mi? Pek tabii edilmez.

Her türlü hukuki ve siyasi haklarımızdan doğan bu statüyle milletimize fethin mirası olan bu mabedin bir an önce camii olarak hizmete açılması konusunda gerekli girişimleri danıştaydan bekliyoruz.

Evet değerli dostlarım yazımı merhum şair Osman Serdengeçti’nin Ayasofya şiiri ile kapatmak istiyorum. Allaha emanet olunuz..

Ayasofya,

Ey muhteşem mabet;

Gel etme,

Bizi terketme!…

Bizler, Fatih’in torunları, yakında putları devirip,

Yine seni camiye çevireceğiz…

Dindaşlarımızla,

Kanlı göz yaşlarımızla,

Abdest alarak secdelere kapanacağız,

Tekbir ve tehlil sadaları boş kubbelerini yeniden dolduracak

İkinci bir fetih olacak,

Ezanlar bu fethin ilanını,

Ozanlar destanını yazacaklar…

Motul kullanıcı dostu temasıyla raflarda

Dünyanın önde gelen madeni yağ üreticilerinden Motul, formülasyon ve kalitesi değişmeyen Powersport serisi ürünlerinin yeni etiketlerinin lansmanını geçtiğimiz aylarda yapmıştı. Yeni yüzüyle, ürün özelliklerinin ve teknik bilgilerinin daha kolay anlaşılmasını hedefleyen Motul, kullanıcılarından tam not aldı. Motul’un motosikletten ATV’ye, kişisel deniz taşıtlarından karting araçlarına kadar sektörünün en geniş ürün yelpazesine sahip Powersport serisi, yeni yüzü ile daha dinamik bir kullanıcı deneyimi sağlıyor. 

Yenilenen etiketlerde ürünlerin araç görselleri ve ürünün viskozitesi ön plana çıkarıldı. Yağın özelliğine göre uygulama ikonlarına yer verilen etiketler sayesinde araç sahipleri araçları için en doğru ürünü çok daha kolay seçebilecek ve seçtiği ürünün faydaları konusunda bilgi sahibi olacak. 

Etiketlerde yer verilen yeni sınıflandırma sistemi sayesinde ürün performansı hakkında bilgi almak, kullanıcılar için çok daha kolay hale geldi. %100 sentetik ürünler, sentetik ürünler, Technosynthese ürünler ya da mineral ürünler rahatlıkla ayırt edilebilecek.  Teknik ürün detaylarından satış noktalarına, yağ seçici uygulamasından sosyal medya bağlantılarına tüm bilgilere kolaylıkla ulaşabilmeyi sağlayan QR kod uygulaması ise yeni etiketlerin en dikkat çekici özelliklerinden.

Yunanistan’ın camisiz başkenti; ‘Atina’

İbadete açık resmi camisi bulunmayan Atina’da yaşayan Müslümanların ibadethane konusunda büyük sıkıntı yaşadıkları herkes ve herkesim tarafından bilinmektedir.

Osmanlı’dan günümüze ulaşan önemli eserlerden olan Fethiye Camisi, sergi salonu,Cizderiye Camisi ise seramik müzesi olarak kullanılırken, Atina’da binlerce Müslüman ibadetlerini dernek merkezleri, işyerleri ve evlerinin bodrum katlarında eda ediyorlar.

Yunanistan’da, Türk-İslam eserlerinin korunmasında ciddi sorunlar yaşanırken, Osmanlı dönemine ait ve bugüne kadar ayakta kalmayı başarmış eserlerin büyük çoğunluğu yıllardır amacı dışında kullanılmaya devam ediliyor.

Yunanistan’da, Türk-İslam mimarisine ait yaklaşık 10 bin eser bulunduğunu belirten uzmanlar, İslam düşmanlığı yapan idarecilerin Osmanlı eserlerinin bazılarını ise kendi eserleri gibi göstermeye çalışmalarının kabul edilemez bir davranış olduğunun altını çiziyorlar.

Gümülcine merkezinde bulunan Gazi Evrenos Bey İmareti, restore edilerek girişine Helenistik dönemden kalma bir heykel başı yerleştirilme suretiyle Bizans eseri gibi gösteriliyor.

Yazıklar olsun…

Arçelik, sürdürülebilirlik hedeflerine odaklandı

“Dünyaya Saygılı, Dünyada Saygın” vizyonuyla sürdürülebilirliği iş modeli olarak benimseyen Arçelik, 2030 yılına doğru kısa-orta-uzun vadeli hedeflerini açıkladığı 12’nci Sürdürülebilirlik Raporu’nu yayımladı.  Arçelik CEO’su Hakan Bulgurlu, “Sürdürülebilir bir dünyanın bugünden atacağımız adımlarla mümkün olacağı inancıyla ‘Geleceği İyileştiren Teknolojiler’ çatı yaklaşımımızı belirledik. Global yaygınlığımız, geniş paydaş ağımız; gezegeni, yaşamımızı ve işimizi iyileştiren teknolojilerimizle çevresel ve sosyal sorunların çözümü için somut adımlar atıyoruz. 2030 yılına kadar global üretim tesislerimizde kullandığımız elektriğin  %100’ünü yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamayı, atık geri dönüşüm oranımızı %99’a, ürünlerimizde kullandığımız geri dönüştürülmüş plastik oranını ise %40’a çıkartmayı hedefliyoruz” dedi.

Sürdürülebilirlik alanında sektöre liderlik eden Arçelik; Türkiye, Romanya, Birleşik Krallık, Rusya, Fransa, İsveç, Çin, Norveç, Finlandiya, Güney Afrika, Tayland ve Danimarka olmak üzere 12 ülkedeki operasyonları ile ilgili gelişmeleri paylaştığı 2019 Sürdürülebilirlik Raporunu yayımladı. İş stratejilerini “Dünyaya Saygılı, Dünyada Saygın” vizyonuyla belirleyen Arçelik, raporda 2030 yılına doğru kısa-orta-uzun vadeli hedeflerini açıkladı.

Şirketin 12’nci Sürdürülebilirlik Raporu ile ilgili değerlendirmelerde bulunan Arçelik CEO’su Hakan Bulgurlu, “Sürdürülebilir bir dünyanın bugünden atacağımız adımlarla mümkün olacağı inancıyla ‘Geleceği İyileştiren Teknoloji’ çatı yaklaşımımızı belirledik. Global yaygınlığımız, geniş paydaş ağımız, gezegeni, yaşamımızı ve işimizi iyileştiren teknolojilerimizle çevresel ve sosyal sorunların çözümü için somut adımlar atıyoruz” dedi. Arçelik’in 2030 hedeflerine dikkat çeken Bulgurlu, şunları söyledi: “Global üretim tesislerimizde kullandığımız elektriğin % 100’ünü yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamayı, atık geri dönüşüm oranımızı % 99’a, ürünlerimizde kullandığımız geri dönüştürülmüş plastik oranını ise %40’a çıkartmayı hedefliyoruz. Tüm dünyayı kısa sürede etkisi altına alan COVID-19 pandemisi, çevremizin, ekosistemin, biyoçeşitliliğin ve doğal kaynakların korunmasının, en önemli sorumluluklarımız olduğunu bizlere bir kere daha hatırlattı. Pandemi sonrası sürdürülebilirliğin tüm şirketler için bir iş modeli haline geleceğine inanıyoruz. İnsanlar, satın alım kararlarıyla şirketlere çevresel ve sosyal konularda sorumluluk almaları gerektiğini net olarak ifade edecektir.”

Üretimde ürün başı enerji tüketimi ve su çekimi %45 azalacak

Arçelik, raporda “Gezegenimizi İyileştiren Teknoloji” başlığı altında şirketin iklim krizi ve diğer çevresel sorunlara karşı belirlediği hedefleri paylaştı. Buna göre şirket, 2030 yılına kadar 15 MW gücünde yenilenebilir enerji sistemi kurmayı,Güney Afrika, Rusya, Türkiye, Romanya, Çin, Tayland ve Pakistan operasyonlarında ürün başına enerji tüketimini, baz yıl kabul ettiği 2015 yılına göre %45 azaltmayı hedefliyor. Arçelik 2019 yılında üretimde ürün başı enerji tüketimini Türkiye, Romanya, Çin, Rusya ve Güney Afrika operasyonlarında 2010 yılına kıyasla %43,5 oranında azalttı. 2025 yılında Türkiye’de üretim tesislerinde karbon nötr olmayı hedefleyen Arçelik, 2030 yılında ürün başına su çekimini yine 2015 baz yılına göre %45 azaltmayı hedefliyor. Şirket, 2019 yılında Türkiye, Romanya, Çin, Rusya ve Güney Afrika operasyonlarındaki ürün başına ortalama su çekimini 2012 baz yılına göre %52 oranında azaltarak 2020 hedeflerine ulaştı.

Kadın yönetici oranı 2030’da %30’a yükselecek

Arçelik, “İşimizi İyileştiren Teknoloji” başlığı altında ise tedarik zinciri ve bayileri başta olmak üzere tüm paydaşlarına ilham vermeye odaklanarak çalışanlara yönelik hedeflerini verdi. 

Kadın yönetici oranını 2019 yılında %18,6’ya yükselten Arçelik, 2030 yılında bu oranı % 30’a yükseltmeyi hedefliyor. Arçelik, bu yılki raporunda çalışanların %50’sinden fazlasının her yıl en az bir gönüllülük aktivitesine katılması için yüreklendirmeyi de hedefler arasında koydu.

80 milyon kişinin sağlıklı yaşam konusunda farkındalığı artırılacak

“Yaşamı İyileştiren Teknoloji” kapsamında da Beko markası ile sağlıklı nesiller yetiştirilmesine destek olmak amacıyla sürdürülen çalışmalarla 2030 yılına kadar 80 milyon kişinin sağlıklı yaşam konusunda farkındalığının artırılması hedefleniyor. Grundig markasıyla gıda israfı ile mücadele ve tüketim bilincini artırmak amacıyla yürütülen projeler ile 500 bin kişiye 1 milyon öğün ulaştırmak, 1200 ton gıda atığının önüne geçmek ve 3,5 milyon kişinin gıda israfıyla ilgili farkındalığını artırmak amaçlanıyor.

TANAP, doğalgaz taşımada rekora koşuyor

Güney Gaz Koridoru’nun en uzun halkası olan Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı (TANAP), ticari işletmecilik faaliyetine başladığı30 Haziran 2018 tarihinden30 Haziran 2020 tarihine kadar olan 2 yıllık süre zarfında Türkiye’ye toplamda 6 milyar metreküp gaz taşımış olacak. Avrupa’ya doğalgaz iletmeye hazır olan TANAP, gerek Türkiye’nin gerekse Avrupa’nın enerji arz güvenliği açısından stratejik önem taşıyor.

Türkiye ve Azerbaycan’ın enerji alanındaki stratejik iş birliğinin en önemli projelerinden biri olan ve 12 Haziran 2018’de uluslararası törenle açılışı yapılan Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı’nın faaliyetleri ikinci yılını dolduruyor. Enerji arz güvenliği konusunda stratejik öneme sahip olan TANAP, Azerbaycan doğalgazını Türkiye’ye taşıyan ve iki yıldır devam eden ticari operasyon kapsamında, 30 Haziran 2020 itibarıyla Türkiye’ye 6 milyar metreküp gaz taşımış olacak. 

Türkiye’ye iki yılda 6 milyar metreküp gaz taşındı

İki yıldır %100 verimlilikle işletilen ve doğalgaz arzına aralıksız devam eden TANAP’ın Genel Müdürü Saltuk Düzyol, “TANAP, Azerbaycan’ın Hazar Denizi’ndeki Şahdeniz-2 Doğalgaz Sahası ve Hazar Denizi’nin güneyindeki diğer sahalarda üretilen doğalgazı Türkiye’ye ve Avrupa’ya taşıyan Güney Gaz Koridoru’nun en uzun halkası. Türkiye’nin doğalgaz arz güvenliğinin artırılması ve arz kaynaklarının çeşitlendirilmesinin yanı sıra, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Avrupagaz piyasasına açılmasına, Avrupa Birliği ile siyasi ve ekonomik ilişkilerinin geliştirilmesine, bölgenin enerji arz güvenliğine ve istikrarına katkıda bulunacak olan bu büyük proje, Avrupa’ya ticari gaz akışı için de hazır durumda. 30 Haziran 2018’de başlayan ticari işletmecilik faaliyetimiz bugüne kadar herhangi bir aksama olmadan ve planlandığı şekilde yürütüldü” dedi.

30 Haziran 2020 itibarıyla Azerbaycan’dan Türkiye’ye taşınan doğalgaz miktarının 6 milyar metreküpe ulaşacağına dikkat çeken Düzyol, sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu tarihten itibaren Türkiye’ye taahhütlerimiz çerçevesinde her yıl 6 milyar metreküp gaz vereceğiz. Azerbaycan’dan taşınacak toplam 16 milyar metreküplük doğalgazın 6 milyarını Türkiye’ye, 10 milyar metreküpünü ise Avrupa’ya iletecek olan TANAP’ın taşıma kapasitesi, önümüzdeki dönemde ilave yatırımlarla 31 milyar metre küpe kadar çıkabilecek.”

Türkiye-Gürcistan sınırında bulunan Ardahan’ın Posof ilçesinde başlayan TANAP, Türkiye sınırları içerisinde 20 il, 67 ilçe ve 600 köyü kat ettikten sonra Edirne’nin İpsala ilçesinde Avrupa’ya bağlanıyor. Toplam 1.850 kilometre uzunluğundaki boru hattının, Türkiye-Gürcistan sınırından Eskişehir’e kadar olan kısmının açılışı 12 Haziran 2018’de uluslararası bir törenle yapılmış ve 30 Haziran 2018 tarihi itibarıyla da Türkiye’ye ticari gaz akışı başlamıştı. 1 Temmuz 2019’da Avrupa’ya gaz iletimi için tamamen hazır hale gelen Türkiye, Ortadoğu ve Avrupa’nın en uzun ve en geniş çaplı doğalgaz boru hattı TANAP’ın Avrupa bağlantısının açılış töreni ise 30 Kasım 2019’da yine uluslararası bir törenle gerçekleştirilmişti.

RAKAMLARLA TANAP:

• Proje kapsamında 56 inç ve  48 inç olmak üzere iki ayrı çapta karasal boru hattı ve 36 inch çapında deniz geçişinden oluşan toplam 1.850 km uzunluğundaki boru hattı ile birlikte 2adet kompresör istasyonu, 4 adet ölçüm istasyonu, 49 adet blok vana istasyonu ve 11 adet pig istasyonu inşa edildi.

• 135.000’in üzerinde ana hat borusu kaynağı yapıldı. 

• Proje kapsamında şu ana kadar 157 milyon adam-saatlik çalışma yapıldı.

• İnşaat faaliyetleri kapsamında 50.633.382 metreküplük kazı çalışması ve 7.000’e yakın özel geçiş gerçekleştirildi. 

• Boru hattının geçtiği en yüksek nokta 2.760 metre, en derin noktası ise deniz seviyesinin 65 metre altında oldu. 

• Projenin en yoğun döneminde 13.000 kişinin çalıştığı Projede 30 Haziran 2018 tarihi itibarıyla ticari gaz akışı başladı. 

• Kaynak hacmi itibarıyla Türkiye’de özel sektör eliyle uygulamaya aktarılan en büyük sosyal ve çevresel yatırım programlarından birisi olma özelliğini taşıyan Sosyal ve Çevresel Yatırım Programları (SEIP) vasıtasıyla TANAP, güzergâhı üzerinde yer alan il, ilçe ve köylerde sosyoekonomik kalkınmayı hızlandırma ve doğal kaynakların korunması hedefiyle 1.000’e yakın projeyi de hayata geçirdi.

Süperlerin Türkiye ile “petrol savaşı”

Sınır güvenliği ve terör önlemi için, ikinci defadır Suriye topraklarında başarılı askeri harekat yapan Türkiye’ye, ileride elde edilmesi planlanan petrolden pay verilmemesi için süper güçlerin gayretleri daha doğrusu oyunları şimdiden sezinleniyor.

Hatta, özellikle ABD’nin gayretleri neredeyse bir savaşa dönüştürülmek isteniyor.

Her şeyden önce, bir ABD’nin terör örgütleri kuracağını, besleyeceğini ve destekleyeceğini bilmek akıllara durgunluk veriyor.

Bilindiği üzere, dünyaya muhtaç olduğu enerjinin büyük bir bölümünü sağlayan, Orta Doğu ve Avrasya bölgelerinin daima tehlikenin odağı halinde olması, hepimizi endişelendiriyor.

Bir bakıma; enerji kaynağı sahibi olmak ve onu pazarına ulaştırmak daima ya sorun oluyor ya da olmaya namzet bulunuyor.

Nitekim, sözde “Arap Baharı” ve ötesinin asıl nedenlerinin başında petrol gözüküyor.

Asırlardır insanoğlunun dikkatini sarsan ve çoğu zaman endişeyle üzerine çeken Orta Doğu’ya bakıldığında; çeşitli görüntüler, süreçler, beklentiler ve tehlikeler görülüyor.

Öteden beri, çoğu enerji kaynaklarının ve yollarının Orta Doğu’da olması bu bölgeyi daha da “stratejik” hale getiriyor.

Orta Doğu’yu çoğu zaman buhrana sokan bu stratejik değerin en büyük unsurlarından birinin de Türkiye’nin olduğu tartışılıyor.

Bilindiği gibi; Türkiye uzun yıllardan beri enerjinin güvenli bir şekilde ulaşımını sağlıyor.

Türkiye ve “köprü görevi”

Yani, Türkiye bir bakıma “köprü” görevini üstleniyor.

Zaten, küresel güç ve sermayenin, Orta Doğu’dan beklentisi ve istemi, enerji kaynakları ve enerji yollarının güveni ile özetleniyor.

Tabii ki enerji denirken, öncelikle petrol ve türevleri ile su akla geliyor.

İsrail’in ve bazı ülkelerin yakında büyük su sıkıntısı çekeceği öne sürülüyor.

Beklentiler de, bu çerçevede değerlendiriliyor.

Enerjinin Orta Doğu’dan Batı’ya ve öteye intikalinde Türkiye önemli rol oynuyor.

Her şeyden önce, özellikle petrolde büyük paylaşım sorununun çıkmaması için, “güven” önlemleri hayati bir değer taşıyor.

Bir başka deyişle, kalkınma ve toplum refahının yükseltilmesi için gerekli olan ana unsur her zaman enerji oluyor.

ABD, Rusya, İsrail, İngiltere

Dolayısıyla, enerjiye veya kaynaklarına ulaşmak, günümüzde tüm ülkeler için önem arz ediyor.

Gezegenimizde, en büyük acının, en büyük kan dökmenin ve en büyük kazanç elde etmenin “petrol” yüzünden kaynaklandığı yıllardır biliniyor. Böylelikle, Türkiye’nin konumu, ülkemize çok stratejik bir önem kazandırıyor.

Üstelik, gerek Irak’ın gerek Suriye’nin kuzeyinde yaşayan Kürtlerin yıllardan beri Batı’nın emrinde olması ve zaman zaman kullanılmaları Türkiye’yi daha “hassas” hale getiriyor. Orta Doğu’da yaşanmakta olan kanlı gelişmeler, petrolün bütün dünya için bir “baş belası” olduğunu adeta ispatlıyor.

Üstüne bir de, gerek korsan addedilen Peşmerge devletçiği, gerek terörist örgütleriyle, Kürt oluşumlar, bölgedeki yangını sürekli alevlendiriyor. Zaten, ABD, Avrupa Birliği ve İsrail bu yüzden, Kürtleri çeşitli şekillerde ve zeminlerde destekliyor.

Gerçekten de, özellikle enerji ve yollarının güveni için başta Kürtler olmak üzere çeşitli terör örgütleri Batı tarafından hem kuruluyor hem finanse ediliyor hem ikmalleri yapılıyor hem de istenildiğinde bir “koz” olarak sancılı bölgeye salınıyor.

Özellikle, ABD ve İsrail’in bu tehlikeli projenin yandaşı olduğu da  hemen fark ediliyor. Kısacası, Orta Doğu’da  yaptığımız iki askeri hamlemizin önemini  kavramamız gerekiyor. Zira, ABD yine “Kürt kozunu” kullanamamanın telaşını yaşıyor.

Bölgeden, beklenen petrolden pay almaması için Türkiye’nin aleyhine şimdiden kumpaslar tezgahlanıyor.

Ne yazık ki, başını ABD’nin çektiği “şer koalisyonunda” Rusya, İsrail, İngiltere gibi ülkelerin de bulunduğu açıkça görülüyor.

Teknolojinin COVID-19 sonrası dünyaya katkısı

Akıllı teknoloji toplumun virüsü ve sonuçlarını ele almasına nasıl yardımcı oluyor…

2020 başlangıcından bu tarafa dünyayı, yaşamlarımızı ciddi biçimde etkileyen ve bundan sonrası için yeni normalleri yaşam döngülerimize sokan koronavirüsün, neyse ki, birçok ülke tarafından yayılması yavaşlatıldı… Bununla birlikte, virüs aşı oluncaya kadar bir tehdit olarak kalacaktır. Ve koronavirüse karşı alınan önlemlerin çoğu, bir süre daha bizimle birlikte olacak.

Bu yazıda iki ayrı başlıkta, akıllı teknolojinin toplumun virüsü ve sonuçlarını ele almasına nasıl yardımcı olabileceğine dair ilginç bulacağınızı umduğumuz örneklere dikkat çekilmiştir.

•Akıllı dezenfeksiyon robotları

•Güven meselesi; yeni normale hazırlanmak

Siemens ve Aucma tarafından tasarımdan numune üretimine kadar sadece bir hafta içinde NX yazılımı ve TIA portalı yardımıyla geliştirilen akıllı dezenfeksiyon robotları şimdi korona virüsüne ve hastanelerde bulunan diğer virüslere karşı savaşa katılıyor.

Virüsle savaşmaya yardımcı olan akıllı dezenfeksiyon robotları

Çin Yeni Yılı tatilleri sırasında virüsle mücadele çabalarını yoğunlaştırırken, virüs kontrolü için en son teknolojilerden yararlanmanın bir yolunu bulmaya çalışıyordu.

“Ne yapabilirim -19 savaşına nasıl destek oluruz? Bu soruyu tekrar tekrar düşünmeye devam ettim, ”diyor Siemens Çin’in Qingdao’da bulunan Gelişmiş Üretim Otomasyonu Araştırma Grubu Başkanı (Head of Siemens China’s Research Group for Advanced Manufacturing Automation located in Qingdao) Yu Qi.

Dezenfeksiyon robotlarına çok ihtiyaç var

Devam eden salgın hakkında çok miktarda bilginin ortasında, insanların yüksek riskli alanları dezenfekte etmek zorunda kalmaması için birçok hastanede dezenfeksiyon robotlarına acilen ihtiyaç duyulduğu haberi dikkatini çekti.

Yu Qi, Siemens ve Aucma tarafından ortaklaşa kurulan özel robotlar, insansız araçlar, endüstriyel robotlar ve akıllı ekipman geliştirmeye odaklanan robotik uygulamalar laboratuarında çalışıyor.

Ve haberleri okurken aklına, yönetim ekibinden ve meslektaşlarından hemen destek alan bir fikir ortaya çıktı: Yeni bir tür akıllı dezenfeksiyon robotu yaratın. Ekibindeki herkes antivirüs savaşına katılmak istiyordu. Corporate Technology China şirketinde Makine Mühendisi Wang Kai, “Hastanelerin bu kritik anda dezenfeksiyon robotlarına ihtiyacı var” “Haydi Yapalım şunu!”

Elektrikli dezenfeksiyon robotu

Geniş bir tecrübe ve uzmanlık karışımıyla, on meslektaşından oluşan ekip, kısa bir süre içinde yeni bir robot türü geliştirebileceklerinden emindi.

Piyasada bulunan çoğu dezenfeksiyon robotu, benzinli bir besleme pompasını elektrikli bir şasi ile birleştirir. Ancak, robotların yerinde yakıt ikmali ne temiz ne de elverişlidir. Bu nedenle ekip, etkilenen alanların ihtiyaçlarını daha iyi karşılamak için tamamen elektrikli dezenfeksiyon robotları geliştirmeye karar verdi.

Siemens ve Aucma, Çin Yeni Yılı tatillerinden kısa bir süre sonra projeyi 7 Şubat’ta başlattı. Corporate Technology China’daki araştırma ve geliştirme meslektaşları, robotlarını en kısa sürede ön hat hastanelerine sunma umuduyla konsepti optimize etmek için gün boyunca çalıştı ve robotun sanal tasarımı için CAD yazılımı NX’i kullandı. Bu arada ekip, zaman baskısı altında mükemmellik için çabaladı ve teknik zorlukları tek tek aştı.

İşte ekibin karşılaştığı zorluklardan sadece birkaçı: pompa ve elektrikli şasi için kontrol sistemlerini nasıl entegre etmeliler? Daha az dezenfektan tüketimi ile sterilizasyon etkisini nasıl en üst düzeye çıkarabilirler? Ve dar alanlarda bile 360 derecelik kapsama alanı nasıl sağlayabilirler?

Bu yazıda Teknoloji desteği ile “Akıllı Robotlarla Dezenfeksiyon” ve “Güven Meselesi” konularına yeni normallerimize günlük yaşamdan güncel örneklerle küresel açıdan bir göz attık. Yeni normal yaşamlarımıza yavaş yavaş geri döndüğümüz Ülkemiz içinde bunlar önemli. Niçin dezenfeksiyona ihtiyacımız var; virüsün yayılmasına karşı tedbir için… Niçin güven önemli bu yeni yaşamlarda? sürdürülebilir sağlıklı bir yaşam için…

Ilısu barajı ve enerji politik önemi

Bilindiği üzere Hidroelektrik Santraller (HES); akan suyun gücünü elektriğe dönüştüren sistemler olup yenilenebilir enerji santraları içinde halen en önemlisini oluşturmaktadırlar. T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı (ETKB) verilerine göre ülkemiz teorik olarak dünya hidroelektrik potansiyelinin %1’ine, ekonomik potansiyel olarak ise Avrupa ekonomik potansiyelinin %16’sına sahip bulunmaktadır. Bu bağlamda, ülkemiz akarsu potansiyelinin değerlendirilmesi ve hidrolelektrik santralların kurulması 1950’li yıllardan beri benimsenmiş olup birçok baraj inşa edilerek hidroelektrik santral da kurulmuş bulunmaktadır,

Barajların teknik parametreleri, HES’lerin enerji üretim kapasitesini belirlemektedir. Dolayısıyla, akarsuyun akışı veya düşüş hızı önemli parametreler olarak nitelenmektedir. Bir başka deyişle Hidroelektrik santralın gücünü, üzerine kurulduğu nehrin debisi ve kurulan barajın düşüm yüksekliği belirliyor olmaktadır. Bilindiği üzere, barajda ayarlanarak düşürülen su, türbinlerin dönmesini sağlayarak türbine bağlı çalışan jeneratörler vasıtasıyla elektrik enerjisi üretmektedirler. Türkiye’nin önemli hidroelektrik potansiyele sahip akarsularından biri olan Dicle nehri üzerinde de barajlar kurulmuş ve/veya kurulması planlanmıştır. Son olarak Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP)  kapsamında Dicle Nehri üzerine inşa edilen önemli bir hidroelektrik santral olan Ilısu Santralı devreye alınmış bulunmaktadır.

Burada Dicle nehrinden de bahsetmek yerinde olacaktır. Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesinde Elazığ yakınlarındaki Hazar (Gölcük) gölünden doğan Dicle nehrinin toplam uzunluğu yaklaşık 1900 km olup Türkiye sınırları içindeki kısmı 523 km kadardır. Dicle Nehri, güneye doğru akarken Cizre’den sonra 40 km uzunlukta Türkiye-Suriye doğal sınırını oluşturmakta ve Habur Çayı ile birleşerek Irak’a geçmekte, güneyde  Fırat ile birleşerek  Şatt’ül-Arab adını alarak Basra Körfezi’nden denize dökülmektedir. Genellikle yaz sonu-sonbahar başında debisi hayli düşmekte olup buna karşın kış sonu-ilkbahar başında debisi yükselmektedir. Bu özellikleriyle tarihte Mezopotamya bölgesinde (Fırat nehri ile birlikte) kadim uygarlıkların çevresinde vücut bulmasına imkân veren Dicle nehrinin birçok kolu da bulunmaktadır.  Halen Türkiye’nin Dicle üzerinde Ilısu Barajı dışında elektrik üreten 4 barajı daha bulunmakta olup Cizre civarında bir baraj daha yapılması planlanmaktadır. Tablo 1’de (Ilısu Barajı dışında)  enerji üreten barajlarımıza ilişkin bilgiler görülmektedir.

Ilısu Barajı’nın Özellikleri ve Önemi

Dicle nehri üzerine inşa edilen Ilısu Hidroelektrik Santralı’nın ilk planlaması 1954 yılına kadar dayandırılabilmektedir. Ortaya çıkan çeşitli sorunlar nedeniyle planlaması ve inşası hayli sıkıntılı geçmiş olsa da barajın inşaatı 2010’dan sonra hız kazanmış olup, 2012 yılında baraja ilişkin derivasyon tünelleri tamamlanmıştır.

Ilısu barajı yapı olarak hayli büyük kapsamlı bir inşaatı gerektirmiş ve yaklaşık 23 milyon m3‘ün üzerinde dolgu kullanılmış bulunmaktadır. Ön yüzü ise beton kaplıdır. Kret (baraj gövde eksenine paralel platform) uzunluğu 1700 m’nin üzerinde ve temelden yüksekliği de 135 m mertebesindedir.

Ilısu Barajının inşaat süreci Ağustos 2019’da tamamlanarak su tutulmaya başlanmış ve nihayet 19 Mayıs 2020 tarihinde Cumhurbaşkanı’nın (video konferansla) yaptığı açılış ile santral devreye alınmış bulunmaktadır (Şekil 1). Barajın inşaatının yerli imkânlarla yapılabilmiş olması da üzerinde durulmaya değer ayrı bir hususu oluşturmaktadır.

Ilısu Barajı; konum olarak Mardin-Şırnak il sınırları arasında olup doğal sınır oluşturmaktadır. Dargeçit ilçesinin 15 km doğusunda, Cizre’ye 35 km, Midyat’a 65 km ve Suriye sınırına yaklaşık 45 km uzaklıkta yer almaktadır (Şekil 2). 

Santralın 6 türbini ile yılda ortalama 4120 GWh enerji üretebilecek kapasiteye ve 1200 MW kurulu güce sahip bulunmaktadır. Barajın maksimum su kotu 526,82 metre, toplam gövde hacmi 23,7 milyon m3 ve rezervuar hacmi ise 10,6 milyar m3 mertebesindedir. Taşıdığı bu özellikler ile Ilısu Barajı öne çıkan bir baraj ve Hidrolektrik santralı durumunda olup enerji-politik öneme sahip bulunmaktadır. Ilısu Projesinin öne çıkan özellikleri Tablo: 2’de bir arada görülmektedir.

Halihazırda ilk türbini çalışmaya başlamış bulunan Ilısu Barajı’nın her ay bir türbini hizmete alınarak 2020 yılı sonunda hidroelektrik santral tam kapasitede çalışmaya başlayabilecektir. Ilısu barajının maliyeti, yeniden yerleşim, tarihi ve kültürel varlıkların korunması, inşaatı ve diğer harcamalarıyla birlikte toplamda 18 milyar TL’sını bulduğu ve santralın ekonomiye yıllık katkısının ise 2,8 milyar TL’sı olmasının beklendiği ifade edilmektedir.

Ilısu barajının 60 yılın üstünde (hatta 100 yıla varabilecek bir kullanım ömrü olduğu düşünülürse), santralın kendisini en fazla on senede amorti edeceği göz önüne alındığında, santralın ekonomik açıdan kârlı bir proje olduğu anlaşılmaktadır. Bir başka deyişle, santralın ekonomiye katkısı önemli boyutlarda olacaktır. Ancak, bundan daha önemlisi ülkeye enerji üretimi bağlamında kazandıracağı faydadır denebilir. Tüm türbinleri devreye alındığında Türkiye’de hidroelektrik santraller vasıtasıyla üretilecek enerjinin %10’unu oluşturacağı düşünülmektedir. Bir başka deyişle, santral tam kapasiteye çıktığında Türkiye’nin yenilenebilir enerji üretimi içinde önemli bir yer tutacaktır.

Ilısu Barajı ve hidroelektrik santralı, enerji-politik olarak düşünülürse stratejik önemde olduğu söylenebilir. Öncelikle, Dicle üzerindeki en büyük baraj durumundadır dolayısıyla ülkeye ve bölgeye önemli katkısı olması beklenmektedir. Yenilenebilir bir enerji santralı olarak Türkiye’nin sera gazı emisyonunu düşürmeye yönelik olarak önem arz etmektedir. Teknik ömrü diğer yenilenebilir enerji santrallerden uzun olması nedeniyle enerji-politik bir avantaja sahip bulunmaktadır. Ayrıca, bu büyüklükteki bir santral istihdam imkânı yaratan bir proje olup işletme ve bakım giderlerinin de düşük olması nedeniyle hem ekonomiye ve hem de enerji-politiğe hizmet edecek bir proje durumundadır. Santralın yakıt giderlerinin olmaması ve yenilenebilirlik bağlamında sürdürülebilirliğe sahip olması da enerji-politik olarak önemlidir. Böylelikle, Türkiye’nin dış alımında en önemli kalemi oluşturan enerji kaynağı alımını azaltacak olması dolayısı ile bütçe açığının düşürülmesi bağlamında da önemli bir enerji-politik hamle niteliği taşımaktadır.

Bunlara ilaveten GAP projesi kapsamında hayata geçirilen proje, çevre sulamasına olanak tanıyan bir proje durumundadır. Bir başka deyişle, çevresi için dolayısı ile kırsal kesimlerde yaratacağı tarım potansiyeli ile ekonomik ve sosyal yapıyı canlandırması açısından ayrı bir ehemmiyet de taşımaktadır. Ayrıca, Ilısu barajı çevresi için turizm potansiyeli taşımakta ve göletinde balıkçılığa da olanak verebilcek bir proje durumundadır. Son olarak, Cumhurbaşkanı tarafından, Ilısu Barajı’na (Eski Çevre ve Orman Bakanı olan) “Prof. Dr. Veysel Eroğlu” isminin verildiği açıklanmış bulunmaktadır.

Sonuç

Görüldüğü üzere, Ilısu (Prof. Dr. Veysel Eroğlu) Barajı ve Hidroelektrik Santralı’nın hayata geçirilmesinin; enerji üretimine katkısı önemli olduğu kadar GAP projesi bağlamında da bölgedeki tarıma yönelik sağlayacağı imkânlar, yaratacağı istihdam ile oluşturacağı yeni olanaklarla kalkınmaya vereceği hizmet ile hayli önemli bir proje olduğu kendini göstermektedir. Burada şunu da belirtmek gerekir ki; son olarak yaşanan pandemik salgın süreci, ülkelerin gıda açısından kendine yeter olmasının ne kadar önemli olduğunu gündeme getirmiştir ki; bu bakımdan da Ilısu Barajı’nın devreye girmesi ayrı bir önem arz etmektedir. Ayrıca, yıllar yılı yapılması planlanan ancak çeşitli sorunlarla karşılaşılan böylesi bir projenin COVID-19 Pandemik salgını sırasında tamamlanabilmiş olması da üzerinde durulması gereken kayda değer bir diğer husus olmaktadır.

Öz olarak belirtilmek istenirse; ülke kalkınmasına ve jeopolitiğine hizmet etme potansiyeli ile enerji-politik olduğu kadar ekonomik ve sosyal bir proje olan Ilısu Barajı ve Hidroelektrik Santralı’nın hayata geçirilmiş olmasıyla ülkenin öz enerji kaynaklarının değerlendirilmesi yolunda önemli bir aşama daha kaydedilmiş olmaktadır. Bir başka deyişle, yerli ve yenilenebilir enerji üretim kapasitesinin arttırılması yönünde enerji-politik dikkate değer bir avantaj sağlandığı söylenebilir.

Küresel hedeflerimiz ve sürdürülebilir geleceğimiz

Doğa’ya kim zarar verdi?

Peki ya koca dünyanın bu kalabalık çocuklarına…

Kalabalıklarımızı; toplumlarımızı da doğayı kirletir gibi kim kirletti?

Bizler…

Elbette ki biz İnsanlar…

Öylesine büyük bir yarışa tutulduk ki, az sonra açılacak baklavacının bedava baklavasını alabilmek için birbirini ezen, nezaketten ve aslında sorumluluktan uzaklaşmış kontrolsüz bireyler gibi bizi biz yapan tüm değerlere hücum ettik. Onları gündelik karlılıklarla köle pazarında satar gibi sattık. Kimi zaman doğayı koyduk tezgâha, kimi zaman ise toplumu. Kirlettiğimiz kadar kirleniyorduk oysa…

Canlılığın ilk manifestosu, varlığın en hakiki betimlemesi enerjidir. Enerji dediğimizde aklımıza gelen yakıt türleri, tribünler, santraller vs. olmamalı ve aslında olmamalıydı. Yaşamın kaynağı ve insanlığın yaradılış gerçeğinin dahi temeli enerji’dir. Enerji, “yaşam enerjisinin tüketimi ve/veya toplum enerjisinin artışı” gibi ifade edişlerimizde laf olsun diye kullandığımız boş ve anlamsız bir şey haline de gelmemeliydi.

Şehrin ışıklarını aydınlatırken, toplumsal karanlığın ne boyutlara gelebildiğini çok daha önce fark etmeliydik. Tüketen toplumların daha hızlı tüketim için yorulduğu yeni teknolojilere öylesine hızlı uyum sağladık ki bu uyumun oluşturduğu karanlığı umursamaz olduk. Bu karanlık ki üreten bir teknoloji kültürü yerine tüketen bir teknoloji aymazlığı haline geldi ve bize kattığı verimlilikten tümüyle kopuk olan tutarsız, yok edici ve sanal bir hal aldı. Her karanlık toplumda olduğu gibi enerji israf ederken birbirimizle yarışmayı maharet sandık.

Doğa ve bize sunduğu eşsiz kaynakların hiç tükenmeyeceğini sanıyorduk. Sınırlı olduğu bilincine varmak yerine vahşice tüketmekten ne yakın geçmişimiz ne de şimdimiz zerre ders çıkarmış da görünmüyor. İsraf ve ziyan her geçen gün daha da büyüyor. Ekonomik karlılık yegâne başarı çıtamız… Toplumun temel ihtiyaçlarınsa; hırs ve doymak bilmeyen arzularına hizmet sunmak yakın geçmişimizin ve şimdimizin en ulu değerleri halinde. Önce toplumun enerjisi dönüştürüldü ve sonra temel ihtiyaçlarını düşünmek yerine sürekli fazlası için tüketen ve üretimi önemsemeyen toplumlar inşa edildi. Dönüşen bu israf toplumu ise bitmez sandığımız doğanın kutsal tüm kaynaklarının yok edilmesine suskun ve umursamaz kaldı.

Çok daha fazla tüketmeliydik…

Trend buydu…

Yolumuzu bulmak yoldan çıkmanın adı olmuştu.

Bu akışı tersine çevirmek isteyenlerimiz yok muydu?

Elbette onlar vardı ve daima olacaklarına da zerre kuşkum yok. Fakat biz onlara ne yaptık?

Bize, “durun!” dedikleri için onları vatan haini, insanlık katili, vahşiler gibi gördük. Oysa doğa ve insan için öylesine değerli projeleri vardı ki…

Güzel olanın güzelliğine emekçi olanların, neredeyse tüm nefesinin kesildiğini düşündüğümüz zamanlarda; doğal yaşama saygının ve insan hayatına değer katmakla mücadele eden insanları neredeyse arama motorlarında ödev konusu yapmaya başladığımız sürece girmiştik.

Her kimin sebebiyle ne önemi var. Yaratıcının, doğanın, ülkelerin belki de penguenlerin eliyle Covid-19 Yeni Tip Koronavirüs çıkageldi. Tüm dünya ülkelerine acımazca ve hatta zalimce, katliamlar yaparak girdi. Tüm terslerimizi düz yapmamız gerektiğini bize daha nasıl izah edebilirdi?

İstesek de istemesek de iş hayatımızdan, doğa ile olan birlikteliğimize ve yine bir toplumu oluşturan değerlerimize karşı eskisi gibi olmamamız gerektiğini küçüğümüzden büyüğümüze bu acı süreç öğretti.

Dün itip kaktığımız “yenilenebilir enerji üretimine” artık milli bir şuur ile seferberlik başlatmanın halen vakti gelmedi mi?

Geç bile kaldık!

Doğaya, ülkemize, insanlığa ve gelecek nesillere daha güzel bir gelecek hazırlamak bir an dahi vakit kaybetmeden yenilenebilir enerji üretimine büyük bir önem ve titizlikle emek vermeliyiz. Tüketen ve yok eden bir enerji kültüründen, üreten enerjiye…

Karanlık kalabalığımızı artık aydınlatmanın zamanıdır.

Bu ışık yenilenebilir enerji ile geleceğimizi aydınlatacaktır.

Güneş bize küsmedi… Bizden mucizesini hiç esirgemiyor.

Güneş’e fırsat vermeliyiz…

Rüzgarlar niçin sadece şiirlerde kaldı.

Oysa öylesine güzel esiyorlar ki,

Yarının dünyasında daha kaç ocak ısıtacak, kaç hane aydınlatacak…

Varlığımızın meselesi, Milli meselemiz olmayı hak etmiyor mu?

Günümüzün ihtiyaçlarını karşılamak için öncelikle verimlilik ve tasarruf kültürümüzün oluşturulması gerekir. Ülkemiz ve nefes aldığımız bu gezegenin yaşamını tüketen değil üreten enerji projelerine öncelik vermeliyiz. Küresel hedeflerimiz doğrultusunda sürdürülebilir bir gelecek inşa etmeye devam etmeliyiz.

Yeni Tip Koronavirüs’ün bir neden ilişkisi ile fosil yatık tüketiminde ciddi azalışı hava kirliliği seviyesini nasılda düşürdü. Nefes alışımıza fayda sağlayacak ve tüketim çılgınlığı ile karanlığa itilen toplumumuzu aydınlatması ile çok daha güçlü bir enerji katacak çalışmalara öncelik vererek, temiz enerjiye daha fazla odaklanacağımız yeni bir döneme girdiğimizi unutmamalıyız.

Ne mutludur ki sektör temsilcileri ile gerçekleştirdiğimiz görüşmeler neticesinde; Akılcı depolama yöntemleriyle Rüzgâr ve Güneş enerjisi yatırımlarında ciddi hareketlenme olduğunun bilgilerini alıyoruz.

ABD, rüzgâr enerjisine 2030 yılına kadar 60 Milyar dolar yatırım yaparken, Fransa nükleer enerjiden kademeli olarak uzaklaşarak rüzgâr enerjisine yöneliyor.

İngiltere, rüzgâr ve güneş enerjisi projelerine hız verirken, Belçika ve Hollanda’da rüzgâr enerjisi yatırımlarını planlıyor.

Rüzgâr ve güneş enerjisi konusunda güzel ülkemiz Türkiye, çok kaliteli ve yoğun potansiyele sahip ama halen tam anlamıyla bir başarı da yakalayabilmiş değil.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez’in, Güneş Enerjisi Yatırımcıları Derneği (GÜYAD) Başkanı Cem Özkök, Güneş Enerjisi Sanayicileri ve Endüstrisi Derneği (GENSED) Başkanı Halil Demirdağ ve Türkiye Rüzgâr Enerjisi Birliği (TÜREB) Başkanı Hakan Yıldırım ile sektör adına önemli projelerin geliştirilmesi ümit veriyor.

Ülkemizin enerjisinin kıymetli emekçileri…

Bizler batının aydınlığındansa mum ışığında kalmayı bilmiş bir milletiz…

Bizi ışıklara doyurun!

Aydınlığımız kimseyi karanlıkta bırakmasın.

“O KURAL” ile çevre bilinci oluşacak

Ekolojinin korunmasına hizmet etmesi amacıyla büyük emekler verilerek Prof. Dr. Orhan Kural başkanlığında akademik bir komisyon tarafından hazırlanan “O KURAL” adlı karikatür kitabı yayımlandı. Dünyanın sayılı karikatüristleri arasında yer alan çok ödüllü Muhittin Köroğlu tarafından konularına uygun olarak tespit edilen 44 adet tam sayfa karikatür “O KURAL” kitabında yer aldı.

Görme hafızasının etkilerinden faydalanmak adına amacına ulaşması adına renkli ve kuşe kağıda basılan eser ülkemizin tanıtılması adına yurt dışında ücretsiz olarak dağıtılacak.

Cumhurbaşkanlığı, Elçilikler, konsolosluklar, Yunus Emre Enstitüleri, üniversiteler ve Sivil Toplum Kuruluşları kanalı ile dağıtılacak olan kitabın karikatür yazıları; Türkçe, İngilizce, Fransızca, Rusça, Arapça, Çince ve İspanyolca olarak yedi lisanda hazırlandı.

Fuzulev, TÜMAD ve Kibar Holding kitabın sponsorları arasında yer aldı.

TGTV: “İlhaka sessiz kalma!”

İsrail Başbakanı tarafından İsrail Parlamentosuna Filistin Topraklarının ilhakı için gönderilen tasarı ile ilgili TGTV Yönetim ve İcra Kurulu Başkanı Av. Hamza Akbulut, İsrail’in Müslümanlara karşı saldırgan ve öldürme konusundaki tavırlarının kabul edilemez olduğunu belirterek, İslam toprakları olan Filistin’in sahipsiz olmadığını söyledi.

Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı (TGTV) Yönetim ve İcra Kurulu Başkanı Hamza Akbulut yaptığı yazılı açıklamada; “İsrail başbakanı, bir süre önce ABD Başkanı Trump ile kamuoyuna tek taraflı olarak ilan ettikleri “yüzyılın anlaşması” işgal planına göre İsrail parlamentosuna Filistin’i ilhak etme taslak yasasını sunmuştur.

Filistin’in stratejik ve bereketli toprakları Ürdün Vadisi’nin büyük kısmını ve Batı Şeria’nın yarısını ilhak etme sürecini başlatacak bu girişim bölgede ve uluslararası toplumda infiale yol açmıştır. 

Uluslararası hukuku ve BM kararlarını tanımayarak yıllarca sistematik bir şekilde Filistin topraklarını işgal edip, Kudüs’ü de oldu bitti ile “bölünmez başkent” ilan eden bu militarist devlet İsrail, bölge ve dünya barışını bir kez daha derinden sarsmıştır.  

İsrail, sadece Ortadoğu’yu değil, fesatçılığı ile dünya toplumlarını da kaosa sürüklemektedir. 

Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi, Libya’nın ikiye bölünüp çatıştırılması, Venezuela’nın iki başlılığı ve Suriye’nin istikrarsızlığı vb. bölgesel sorunlarda İsrail’in Filistin’de uyguladıkları emsal oluşturmuştur. Uluslararası toplum, barışı ve huzuru tehdit eden İsrail’in kötü örnekliğine son vermek için bir an önce harekete geçmelidir.

Saldırganlık ve öldürme konusunda sınır tanımayan, yaptığı anlaşmaları pervasızca ihlal etme cüretini gösteren İsrail toplumsal paranoya yaşayan bir ülke haline gelmiştir. 

TİKA tarafından restore edilen tarihi Yusufiye Mezarlığı’nın duvarı üzerindeki Türk Bayraklı TİKA tabelasını 24 Haziran 2020 tarihinde kıran İsrail, barışa, vefaya, dostluğa değer vermeyen bir ülke olduğunu bir kez daha göstermiştir. Bayrağımıza yapılan bu çirkin saldırıyı nefretle kınıyoruz. Yapılan saldırıya en güzel cevabı, Ortadoğu caddelerinde barışın sembolü, mazlumun umudu olarak görülen bayrağımızı, ellerinde dalgalandıran kardeşlerimiz vermiştir. 


Sivillerin evlerini yıkan, yasadışı yerleşim yerleri inşâ eden, utanç duvarları ören, mabetleri yakan, bombalayan, kadın, çocuk, yaşlı demeden sivil halkı katleden, Filistin’i işgal eden ve şimdi de ilhakla topraklarını genişletmeye çalışan bir devlete dünya daha ne kadar sessiz kalacak? 

Siyonist- Evangelist iş birliği ile “Büyük İsrail” hayalinin gerçekleşmesi adına Filistin topraklarını ilhak etmek isteyenleri uyarıyor, kınıyor ve lanetliyoruz. İşleyecekleri büyük suçun cezasız kalmayacağını hatırlatıyoruz. 

Filistin toprakları, İslam topraklarıdır. Filistin sahipsiz değildir. Haksızlıkla gaspla, öldürerek, yakarak, topraklarımızı işgal etmiş olanlar, bir gün buralardan sürülüp atılacaklarını da iyi bilmelidirler. Zulüm ilelebet baki kalmayacaktır.

İslam dünyası çok dağınıktır. Bir fetret dönemi yaşamaktadır. Bunu fırsat bilen İsrail ve işbirlikçileri dünyayı kana bulamışlardır. Ama biz ümitsiz değiliz ve olamayız. İnancımız odur ki her fetret, bir fethin işaretidir.

Filistin toprakları Filistinlilere aittir. İlhak edilemez. Başta Türkiye olmak üzere, islam dünyası bu girişimlere gereken karşılığı vermelidir.

Bu ilhak planı karşısında Müslüman devletler,

-Siyonist işgalci İsrail’e STK refleksi ile kınayarak değil, devlet tepkisiyle harekete geçmelidirler.

-Mazlum Filistinlilerin yanında yer alarak, ilhaka engel olmalıdırlar.

-İlhak tasarısına karşı, BM, AB ve ABD nezdinde diplomasi atağı başlatmalıdırlar.

Dünyanın salgın hastalıkla mücadele ettiği bir zamanda, bunu fırsata çevirerek işgal peşinde olanlara karşı, her yerde direniş gösterilmelidir.

Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı tüm üye kuruluşları ile birlikte, Birleşmiş Milletler’in (BM), 1967 sınırları temelinde, iki devletli çözüm kararına uymayan,  Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Doğu Kudüs’ü Filistin toprağı olduğu gerçeğini tanımayıp, ilhakı yasalaştırmaya çalışan İsrail’i kınıyoruz. 

Barışı tehdit eden siyonist politikaları asla kabul etmediğimizi, 

Sivil kuruluşlarımızı, Filistinli kardeşlerimizin uğradığı zulme duyarlı olmaya davet ettiğimizi,

 Kamuoyuna saygıyla arz ederiz” ifadelerini kullandı.

Yatırımcılar GES ile kendi enerjisini kendisi üretecek

Türkiye’de çatı denildiği zaman akla ilk gelen şeyin güneş paneli olması için projeler geliştirdiklerini söyleyen Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Dönmez, “Çatı ve cephe uygulamalarıyla kendi enerjisini kendisi üreten yatırımcıların artması konusunda çalışmalar yapıyoruz“ dedi.

Fatih Dönmez, güneş enerjisinde çatı ve cephe uygulamalarıyla kendi elektriğini üreten bir yatırımcı profili geliştirmek istediklerini belirterek, “Hedefimiz, Türkiye’de çatı denildiğinde akla ilk gelen şeyin güneş paneli olması. Üretimin her alanında bu düşüncenin yerleştirilmesini arzuluyoruz” diyerek konuştu.

Üretimin her alanında Güneş panelinin kullanılmasının gerekli olduğu bilinciyle hareket etmenin gerekli olduğunu vurgulayan Dönmez, “Yeni Tip Koronavirüs salgını döneminde yerli ve yenilenebilir enerjideki üretim rakamları sevindirici oranlara ulaşmıştır. Son 20 yılda aylık bazda en yüksek değerleri yakaladık” şeklinde açıklamalarda bulundu.

Salgın döneminde yerli ve yenilenebilir enerjideki üretim rakamlarının sevindirici olduğuna dikkat çeken Dönmez, “Elektrik üretiminde yerli oran geçtiğimiz aylarda artış göstermiştir. Bu değerler 2000’den bu yana aylık bazda en yüksek değerler olarak kayda geçti” diyerek gelecekte bu güzel tablonun daha da ileri seviyelere geleceğine inandığını belirtti.

Ülke genelinde entegre olmuş bir sektör ve üretim hattı oluşturacaklarının altını çizen Dönmez, “Mini Yenilenebilir Enerji Kaynak Alanları (YEKA) yarışmalarıyla enerji atılımları devam edecektir. Mini YEKA güneş santrallerimizle Türkiye’nin güneşinden tüm yatırımcılarımız eşit bir biçimde yararlanacaktır” dedi.

Hangi sektörde olursa olsun enerjide tam manasıyla dışa bağımlı bir yatırımın uzun vadeli olarak sürdürülemeyeceğini belirten Dönmez, “Tüm üretici, yatırımcı ve girişimcileri kendi enerjisini, elektriğini üretmeye teşvik ediyoruz. Enerji verimliliği destek ödemeleri beş kat artmış ve 300 bin liradan 1,5 milyon liraya çıkmıştır. Ayrıca enerji verimliliği eylem planı çerçevesinde de ülkemiz genelinde 960 milyon dolara denk gelen tasarruf sağlanmasının olumlu bir gelişme olduğunu belirtmek isterim” diyerek sözlerini tamamladı.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez:

Tüm üretici, yatırımcı ve girişimcileri kendi enerjisini, elektriğini üretmeye teşvik ediyoruz. Enerji verimliliği destek ödemeleri beş kat artmış ve 300 bin liradan 1,5 milyon liraya çıkmıştır.

Kurallara uymayanlara ceza uygulanıyor

0

Yeni tip koronavirüs (Kovid-19) tedbirleri kapsamında getirilen açık alanlarda maske takma zorunluluğuna İstanbul’da uyanların sayısında artış var. İstanbul Emniyet Müdürlüğü ise kurallara uymayanlara karşı denetimlerini aralıksız sürdürüyor.

Korona virüs salgının ülkede yayılımının en aza indirilmesi için alınan tedbirler kapsamında geçen 3 aylık süre içinde yapılan denetimlerde kural ihlali yapan 31 bin 842 kişiye ceza kesildi.

Sokağa çıkan her vatandaşın açık alanlarda ağzı ve burnu kapatacak şekilde, usulüne uygun maske takmasını zorunlu hale getirilmesinin ardından İstanbul genelinde maske takanların ve sosyal mesafeye dikkat edenlerin sayısında ciddi artış oldu. 

Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulunun önerileri doğrultusunda İstanbul’un işlek bölgelerinde vatandaşların maske taktığı görülürken, ara sokaklar ve bazı semtlerde kurala uymadıkları gözlemlendi.

Göçmenlere ev sahipliğinde rekoru tazeledik

0

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) tarafından açıklanan Küresel Eğilimler Raporu’nda, dünyada 2019 yılında zorla yerlerinden edilenlerin sayısının 79,5 milyon olduğu ve yaşadıkları yerlerinden edilen insanlara kucak açan ülkeler sıralamasında Türkiye’nin ilk sırada yer aldığı açıklandı.

Geçtiğimiz yıl savaş, terör ve işkence gibi nedenlerle zorla yerinden edilenlerin sayısının bugüne kadar dünya üzerinde görülen en yoğun göç olduğu kayıtlara geçti.

Rapora göre, 2010’da dünya genelinde göçe zorlanan kişi sayısının 41 milyon olduğu vurgulanırken, son 10 yılda bu sayının 79,5 milyona ulaşmasının problemin ne denli büyük olduğunu ortaya koydu.

Myanmar’da Arakanlı Müslümanların zulüm ile göçe zorlanırken, Suriye, Venezuela, Güney Sudan ve Afganistan en fazla mülteci üreten ülkeler arasında yer aldı.

Türkiye’nin 3,9 milyon yaşam alanlarından edilmiş insanlara ev sahipliği yapması dünya sıralamasında birinciliğini korumasına neden oldu.

Türkiye’nin ardından Kolombiya ise Venezuela’da yerinden edilmiş 1,8 milyon insanı ülkesinde misafir etmesiyle ikinci sıraya yükseldi.

1,5 milyon mülteci ve sığınmacıyı ağırlayan Almanya üçüncü olurken, mülteci ve sığınmacılara ev sahipliği yapma sıralamasında Almanya’yı 1,4 milyon kişiye kapılarını açan Pakistan ve Uganda izledi.

Raporda, son yılda yerinden edilmiş insanlara yönelik çözüm üretilmesinde sıkıntılar olduğu kaydedilirken, 1990’lı yıllarda evine dönen mülteci sayısı ortalama 1,5 milyon iken, son 10 yılda bu sayının 385 bin civarına düştüğü açıklandı.

Mültecilerin büyük bir bölümünün gelişmekte olan ülkelere sığındığı kaydedilirken, yerinden edilmiş olan insanların akut gıda güvenliği olmayan bölgelerde olmasının endişe verici olduğu vurgulandı.

Rapora ilişkin BM Mülteciler Yüksek Komiseri Filippo Grandi, “BMMYK daha önce daha yüksek bir rakam görmedi. Bu (79,5 milyon yerinden edilmiş kişi), istatistikler sistematik olarak toplandığından bu yana en yüksek rakam ve elbette büyük bir endişe kaynağıdır. Geçen yıl gerçekleşen göçlerin dünya nüfusunun % 1’ini oluşturması düşündürücüdür. Bu yüzdeye daha önce dünya hiç ulaşmadı” diyerek durumdan duyulan endişeleri aktardı.

Geçen yıl üçüncü dünya ülkelerine yaklaşık 107 bin mültecinin yerleştiğini belirten Grandi, “Bu maalesef azalan bir rakam. Bildiğiniz gibi ABD’ye yeniden yerleştirme önemli ölçüde azaldı. Bugün en büyük yeniden yerleşim ülkesi Kanada’dır” dedi.

Grandi, “Çatışmalar, savaşlar devam ettikçe mülteci durumu var olmaya devam edecektir. Siyasal çözümler ile mülteci durumunu sonlandırabiliriz. Bu çözüm sağlanana kadar Türkiye de dahil olmak üzere ev sahibi ülkelerin ve uluslararası topluluğun yardımına ve dayanışmasına ihtiyaç duyulmaktadır” dedi. BMMYK’ye göre, geçen yıl Kanada 31 bin 100, ABD 27 bin 500 ve Avustralya ise 18 bin 200 mülteciyi ülkesinde misafir etti.

İletişim Başkanlığı ve Prof. Dr. Fahrettin ALTUN

İletişim Başkanlığı kurulmadan önce ülkemizde hantal ve iletişimden ziyade iletişimsizlik ile nam yapmış karmaşık bir düzen vardı. Başkanlık sisteminin getirdiği bu yeni ve bir o kadarda kritik bir kurum olan İletişim Başkanlığı, daha öncesinde müdürlükler ile koordinasyon sağlamaya çalışan; Türkiye’nin tanıtımından halkla ilişkilere varana kadar atıl ve düzensiz yapıları, çok daha etkin ve faydalı hale çevirmiştir.

İletişim Başkanlığı’nın Kamu Diplomasisi Dairesi Başkanlığı, Basın ve Yayın Dairesi Başkanlığı, Halkla İlişkiler Dairesi Başkanlığı, Tercüme Dairesi Başkanlığı, Yönetim Hizmetleri Dairesi Başkanlığı, Bilgi İşlem Dairesi Başkanlığı, Strateji Geliştirme Dairesi Başkanlığı ve Hukuk Müşavirliği ile tüm iletişim gereksinimlerinin planlanabildiği ve yürütülebildiği yeni kültür sayesinde; Kamuoyunun ve ilgili makamların zamanında ve doğru bilgilerle aydınlatılması için gerekli bilgi akışını sağlamak ve bunların kamuoyu üzerindeki etkisinin belirlenmesine ait hizmetleri yapma hususunda görev ve sorumlulukları vardır. Prof. Dr. Fahrettin ALTUN ise bu görev birimlerine başkanlık etmenin yanı sıra Türkiye’nin dış tanıtım faaliyetlerini yönlendirmek, uluslararası platformlarda, uluslararası kamuoyunun doğru bilgilendirilmesine yönelik kamu diplomasisi yöntem ve araçlarını kullanarak, stratejik iletişim ve tanıtım faaliyetleri konusunda kamu kurum ve kuruluşları ile sivil toplum kuruluşları arasında işbirliği ve koordinasyonu sağlamaktadır.

Ülkemiz insanından tüm dünya mazlumlarına yedisinden yetmişine ve 195 ülkede kiminin aşk ile kiminin muhabbet ve sevgiyle desteklediği ve bir o kadar da imrendiği Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip ERDOĞAN’a hitaben destek, teşekkür, mektup, pusula, belge ve dokümanlar, arz ve talepler maalesef hakkıyla başkana ulaşmıyordu. Sadece CİMER aracılığıyla yapılan yazışmalara çevrimiçi cevap veriliyordu.

Cumhurbaşkanlığına gönderilen tüm yazışmalar biryerde toplanıyor ve ardından geri dönüşüme atılıyordu. Geri dönüşüm konusunda;“Cumhurbaşkanlığı tarafından şu ve/veya şu kadar kazanım sağlandı” şeklinde haberler servis ediliyor, bahis edilen kazanım ise özünde bir kaybı ifade ediyordu. Fakat bu aslında büyük bir ayıptı.

Hele hele yazma yolunu tercih etmeyen direkt Cumhurbaşkanımıza sözlü olarak hitapta bulunmaya çalışılanlara ise; ne yapmaya çalıştığını anlamak yerine bu kişiler itilip, kakılıyor bazen de darp ediliyordu. Konuşma yapılsa da bu bir iletişim değil, aksine bir gürültü şeklinde gerçekleşiyordu. O zamanlar iletişimin başındakilere kimse taş atmıyor, saldırmıyor ve hatta varlığından bile rahatsız olmuyordu. Çünkü tanınmadıkları gibi işlerinin de ehli olmadıkları aşikârdı. Şu an Sayın Altun’dan şikayetçi olanların da sesi neredeyse hiç çıkmıyor. Yani geçmiş zamanda iletişimin sadece adı kalmıştı.

Fakat şimdi durum çok farklı…

Çünkü Cumhurbaşkanımızın yanında doğru bir iletişimci var. İletişimi öğrendiği gibi uygulayan, uyguladığı gibi de iletişimde sürekliliği sağlayan, sadece bir iletişimci değil iletişime hocalık eden biri var.

Türkiye Cumhuriyeti İletişim Başkanlığı görevini yürüten Prof. Dr. Fahrettin ALTUN dönemi bu iletişimsizliğin aslında nasıl düzeltilebileceğinin dersini tüm iletişimcilere göstermektedir. Yazılan tüm mektuplara artık cevap veriliyor, sosyal mecralarda, haber sitelerinde ve gazetelerde yazılanlara da sert tepki vermek yerine hemen olayın gerçeği kamuoyu ile paylaşılıyor. İnternet ortamında yapılan ve suç teşkil eden paylaşımlar nedeniyle 5651 sayılı internet ortamından yapılan suçlarla ilgili kanun işletilirken, gazetelerde kamu zararına neden olan haberler ile karşılaşıldığında da basın kanununa başvuruluyor.

Yurt içinde ilgili kurumlar ile devletimizin ve milletimizin itibarını gözeten Sayın Altun, aynı zamanda küresel düzeyde de itibarımızı koruyup, kollamaktadır. Artık ülkemiz iletişimi, Türkiye hakkındaki propaganda faaliyetlerini takip eden, değerlendiren ve bunlara karşı sorumlu kamu kurumları ile işbirliği yaparak, gerekli tedbirleri alan doğru bir İletişim Başkanıyla yönetilmektedir. Tüm bu başarı ve mücadelesine rağmen eleştirilere maruz bırakılması sureti ile yıpratılmaya çalışılmasına bir iletişimci olarak anlam verebilmem mümkün değil. Bu bir art niyet mi yoksa yine birilerinin bu güçlenen iletişim bağına karşı bilinçli suikast girişimi mi?

Defaatlerce kez ifade etmiş olduğum; “Siz eğer itibarınızı korumaz iseniz birileri sizin itibarınızı ayaklar altına alır.” sözümün ne denli haklı bir haykırış olduğunu bir kez daha fark etmiş olmakla birlikte,ülkemizde atılan bu doğru adımların haklı savunucularından biri olmayı da kendime şiar edinmemiz gerektiğini ayrıca ifade etmek isterim.

Sayın Altun öncesi dönemlerde birileri itibarımızı da korumanın, ülkemize yapılan saldırılara cevap vermenin Cumhurbaşkanının görev ve sorumluluk alanına girdiğini zannediyorlardı. Bu köhne ve dayanaksız düşünceyi Sayın Altun görevini layıkıyla yaparak çürütmüştür. Bir iletişimcinin ne yapması gerekiyorsa tümünü kanunlar çerçevesinde bir bir gerçekleştirmeye başlamıştır.

Bu iletişimcilik kültürünün miras olacağını unutmamamız gerekir. Kültürün temeli, iletişimin mitlerini oluşturmaktadır. Kültürün aktarım yolu ve dolayısıyla iletişim amaç ve araçları ile kadim tarihimizden gelecek nesillere iletimini değerlendirdiğimizde; bu meselenin devlet şuuruna tarihi bir katkı ve örnek oluşturduğuna da tanık olmaktayız. Bu iletişim geleneğinin devlet temayülüne geçmesi ile gelecekteki başkanlık süreçlerinde de ülkemiz insanı, kamu diplomasisi ve dahi kültür geçmişimiz ile geleceğimize değerli katkılar sağlayacağını da göz ardı etmememiz gerekir.

Böylelikle İletişim Başkanlığı’nın görevini layıkıyla yapmasıyla; ülkemize başkanlık eden Cumhurbaşkanımızın ülkeyi yönetmek olan asil görevini daha iyi ve güvenli bir şekilde yapma imkânı da oluşmaktadır. Bu sayede ülkemiz ve dünya toplumlarına doğru enformasyon sağlamış bir bürokrasi sunmaktadır.

Usta ellerde yeniden imar edilen iletişim kültürümüzün başarıları ile buluştuğumuz bu günlerde; mesnetsiz ve pespayece yapılan saldırılarla Sayın Altun ve temsil ettiği kurum yıpratılmaya çalışılmaktadır. Vicdan ve akıl sahibi tüm vatan evlatları şu gerçeği bilmelidirler ki amaçları başkalarınca belirlenmiş olan bu zevatlara karşı, kumpas ve suikast girişimlerine bilinçli ve doğru iletişim kanalları ile tepki verilmesi milli görevimizdir. Bu toprağın çocukları bu ve benzeri saldırılardan daima güçlenerek çıkmış ve yine feraseti ile geleceği aydınlatacaktır.

Unutulmamalıdır ki İbrahim Kalın Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü ve Başdanışmanlık görevi yürütmektedir. İkilem yaratmak için Sayın Altun’un sözde İbrahim Kalın’ın önüne geçmesinden dem vuran aklı kıt kimseler, yine Sayın Erdoğan ile Altun’un açıklamalarının gazetelerde yan yana yer almasından rahatsızlık duyduklarını yazanlar, çizenler ve söyleyenlerin amacı pek tabi bilinen gayesi malum kimselerdir.

Düşünce ve duygu alışverişi olmadan iletişim olmaz ve iletişimin olmadığı yaşam alanlarında başarıyı yakalamak imkânsızdır. İletişim Başkanlığı yapan biri iletişim enstrümanlarından uzak durur ve ivedi meselelerde açıklama yapmaktan imtina ederse, görevini yapmadığı gibi kurumu ve pek tabi kurumunun amaçlarına da aykırı hareket etmiş olmaz mı? Doğru iletişimcinin yükümlülüğü daima güncel iletişim enstrümanlarını kullanarak katkı sağlamaktır. Acaba birileri için bundan daha başka bir yol ile mi görevini yapması gerekiyor? Bunu baskılayan kimselerin iletişimden bir haber olduğunu sanmıyor ve fakat amaçlarının ülkemizin menfaatine olmadığının çok açıkça göründüğünü vurgulamak isterim.

Altun’un resmi açıklamaların yanı sıra özel günler ve bayramlarda da kişisel mesajlar yayınlamasından rahatsız olanlar da var. İletişimciler olarak üniversitede öğrendiklerimizi sahada uygulamak adına sizleri daha çok rahatsız etmeye devam edeceğiz…

Emin olabilirsiniz…

Dünyanın Enerjisine Sahip Çıkmak

Enerjisini her zaman tasarruflu harcayan bilinçli okuyucu merhaba… 

Avrupa’da yaşayan bir medya mensubu olarak dünyanın enerjisi ile vatanım olan Türkiye’nin de enerjisini uzun zamandır yakından takip etmekteyim. 

Özellikle Yeni tip Koronavirüs sürecinde hepimiz evlere kapandığımızda da yaptığımız TV programlarıyla yalnız olmadığınızı sizlere hissettirmek adına önemli isimleri konuk ederek korona zamanlarını keyifli hale getirmeye çalıştık.

Enerji insanoğlu olarak bizlerin, aydınlanmamızı, ısınmamızı, serinlenmemizi, ulaşımımızı, barınmamızı ve kısaca rahat yaşamamızı sağlamaktadır.

Esasında en önemli enerji ise insanın zihninde ve bedeninde yaşama azmini körükleyen enerjidir. O sebeple bir birey, diğer bireylerin yaşama olan sevgisinin daim olması bakımından ona enerji aşılamak, ona sevgi ve muhabbet enjekte etmekle mükellef olmalıdır.

İnsanların daha mutlu ve daha azimli bir şekilde yaşamaları da vatanlarının daha güçlü olmasıyla mümkün olduğunu da unutmamamız gereklidir.

Bu düşünceler içerisinde benim ve medya mensubu arkadaşlarımın ülkemizin enerjisine olumlu katkılar sağlamak adına misyonumuz bulunmaktadır. 

Buna görevde diyebiliriz, sevda da… İşte bizimkisi esas anlamıyla bir aşk hikayesidir… Bu şevk ile Enerji Dünyası’nda sizler ile beraberiz… Enerji Dünyası’nın değerli okuru olan sizlerden gelen önerilere göre de yazılarımı şekillendireceğimi bilmenizi isterim. 

Korona öncesinde küresel güçlerin amaçlarının, sebepsiz iç savaşlar, çatışmalar ile enerji gücünü tekelleştirmek amacında olduklarını hepimiz biliyoruz. 

Dünyanın enerjisine sahip çıkmak (!) tüm enerji kaynakları benimdir ve ben istediğim gibi kullanırım demekle olmaz, bu ancak adil bir şekilde eşit biçimde herkes ile her kesimin enerjiyi adil kullanabilmesi imkanı ile olabilir. Avrupa’da, Asya’da veya Ortadoğu’da yaşayan insanlar artık savaş, çatışma veya güç gösterisi adı altında operasyonlar görmek istemiyorlar. Koronavirüs günlerinin inşallah ülke yönetenlerinde bu yönde hareket etmesine vesile olacağını ümit ediyoruz.

Dünyanın enerjisine kaos planlarıyla darbe vurmak hiçbir millete veya devlete fayda sağlanamayacağı gerçeğini görmezden gelmek bir insanın kafasını havuza sokarak bir başka kişinin hakkının yenmesini görmezden gelmesine benzer. 

Bu anlattıklarımın bilincinde olan okuyucu, artık enerjinin stratejik olarak öneminin ne denli büyük olduğunun farkındayız. 

Enerjimizi fütursuzca harcamanın dünyamıza ve geleceğimize ciddi kalıcı tahribatlar yapacağını zihnimizden söküp atamayız. 

Enerji üretmek kadar çevreye saygılı olmak ve özellikle de tasarruf yapmak çok önemlidir. 

Bu önem nedeniyle gelecek sayıda geri dönüşüm ve tasarruf konusunda makale kaleme alacağım.

Gelecek sayımızda buluşmak ümidiyle…

Yeni dünya düzeni

İçinden geçmekte olduğumuz döneme yıllar sonra baktığımızda inanılmaz günler yaşadığımız bir zaman dilimi olarak hafızalarımızda yer alacak. İnsanlığın anlatamadığı travmalardan biride tercihlerimizin, alışkanlıklarımızın ve beklentilerimizin top yekûn değişmesi olacaktır. Bir başkası da acı çekerek ölme ve başkalarının da bu acıyla ölmesine sebep olma korkusu olacak.

Bununla beraber tercih etmesek bile tedbir olarak gönüllü karantina ya da eve hapsolmak en büyük insan hakları ihlali olarak görülecektir. Çünkü insanlar çalışmak ve aileleriyle veya yakınlarıyla ilgilenmek zorundadır. Bu engellenince ihlal olarak algılanacaktır. Halbuki bu haklar yıllarca verilen mücadelelerin sonunda kazanılan değerler lehimize olsa da askıya alınması bizlerin ihtiyaç ve sorumluluklarımızın büyüyerek artması bireysel fedakârlığı bitirecek ve devletten beklentilerin büyüyeceği bir yola doğru gitmesine sebep verecektir.

Bütün bunların sonucunda insanlar sistemlerin işlevsiz kaldığını gördüler, temel ihtiyaçların yeniden düzenlenmesi bunların dışarıdan tedarik edilmesinin yanlış olduğunu hatta bu ihtiyaçları vatandaşlık hakkı olarak istiyor ve talep ediyorlar.

Bundan önce kimse evinde ekmek yapmazken, domates ve biber yetiştirmezken, tavuk beslemezken, şimdi yapar oldular köy hayatı özlem oldu.

Bir başkası da hijyen ve temizlik malzemeleri, maske hayatımızın olmazsa olmazları listesine girdi.

Bununla beraber temel hizmetler sesli gürültülü iletişim, veri aktarımı, bireysel sürdürülebilir enerji kaynakları, güneş enerji sistemleri su gibi ihtiyaçlar listesine eklendi.

Etkin iletişim dünyada böyle bir pandemi ortamında paylaşım ve toplum hareketlerinin ana noktası oldu, hâl bu ki bu modern cağda büyük devletler değil dünya toplumu olgusu ortaya çıktı. Çünkü top yekûn çözmemizin gerekli olduğu yoksa bir anlamı olmayacağı anlaşıldı.

Bu virüs sadece bir ölüm kalım sorunu değil ekonomik, sosyal,siyasal modeller içinde bir savaş olmuştur ve kapitalizmin beklenen sonunun geldiğinin ibaresidir. Dünya liderleri açıklamalarında artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını yeni düzenin eşitlik, insanların birbirleriyle kucaklaştığı ben yok biz varız,hep birlikte başaracağız salonlarıyla oluşacağının sinyallerini vermiştirler.

Devlet olgusu onu meydana getiren millet kavramının manasının sadece hak özgürlük, koruma olmadığı, alınan vergiler karşılığın yapılan hizmetlerin yeniden gözden geçirilmesini ücretsiz geçişlerden, sağlık ve tıbbi yardımdan, bedelsiz internete, hukuk sisteminden kamuya ait yerlerin özel teşebbüslere verilmesi ve kullanım kısıtlamalarının sorgulanmasına, devletin serbest piyasa ekonomisinde düzenleyicisi olmasına karin değil toplumun kazanmasına yönelik beklentileri devletten artarak yükselmektedir.

Pandemi sonrası küresel olarak birbirine zıt, bugüne kadar kışkırtılan hatta ayrıştırılan insanların önümüzdeki konjonktürde bir araya gelerek küresel dünya olgusuyla küresel toplum olanaklarının ve beraber hareket etmelerinin en büyük çözüm olması anlayışıyla yeni dünya düzenini el ele kurmaları yegane temennimiz olacaktır, mavi dünyamızın daha yaşanır bir hale gelmesi dileğiyle kalın sağlıcakla…

Ayasofya kılıç ve fetih hakkımızdır

Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’un fethinin ardından, yeni başkentteki ilk cuma namazını Ayasofya’da kılmış ve ardından bu mabedin cami olarak hizmet vereceğini yedi cihana duyurmuştur.

İstanbul’un fethi ile yeni bir çağ açan (Cennet Mekân) Fatih Sultan Mehmet Han’ın, sözü üstüne fetihten 481 yıl sonra 24 Kasım 1934 tarihinde toplanan bakanlar kurulu kararıyla Ayasofya Cami’miz müzeye dönüştürülmüştür.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da katılımıyla, İstanbul’un fethinin 567. Yıl dönümünde, Ayasofya’da Fetih Suresi’nin okunmasına Yunanistan Dışişleri Bakanından hadsizce tepki gelmiştir.

Benim Ceddim Fatih Sultan Mehmet Han,fetih ettiği İstanbul’da bulunan Ayasofya’nın Kilise yerine Cami olmasına hükmetmiştir.

Bu vesileyle; Kuran-ı Kerim’de okuruz, dilersek burada namaz da kılarız!

Biz,bu pespayeler gibi tarihi eserlere tahribat yapan ve özellikle dini yapılara zarar veren kişiler olmanın aksine;tarihi ve tarihin kadim değerlerini koruruz. Onları restore eder, hem çağımıza hem de bizden sonraki nesillere taşınmasına hizmet ederiz. Bizim dinimizin imgelerinde bulunmayan tarihi eserlere dahi, tarih ve insanlığa olan hürmetimizle büyük önem veririz.

Geçmişte hükümdarlığımız toprakları altında bulunan, bugünkü Yunanistan’da Ceddimiz, binlerce eser inşa etmiştir. Fakat Yunanlı aymazların talanıyla bugün birkaç tanesi ayakta kalmayı başarmıştır. Bu vandallara rağmen, varlığını koruyan eserlerimiz ise amaçları dışında kullanılmaktadır.

Ayasofya, bizim fetih hakkımızdır!

Kılıç hakkımızdır!

Ayasofya, adaletimizin hüküm hakkıdır!

Fethin ardından; Ayasofya camiye çevrildi ve hiçbir din adamı bu karara itiraz etmediği gibi fetih sonrası kaçan, Hristiyan mezheplerinin din adamları dahi tek bir karşı çıkış ortaya koymamıştır. Zira onlar dahi fetih ve kılıç hakkımızın cüretini pek tabi biliyorlardı. Hatta Hristiyan âlimler, fetih ile Katolik zulmünden kurtulmalarını bir zafer olarak görmüştür.

Fethin nişanıdır Ayasofya’nın Cami olması. Ceddimizin şuurunda olduğu gibi,bizlerde şu hakikati bilmekle yükümlüyüz; İstanbul, İslam ümmetinin başkenti unvanını fetih ile değil, Ayasofya’nın Cami olması ile tüm İslam ve İnsanlık âlemine ilan etmiştir. Bu nişan ki, bizler unutsak dahi pespayelerin hiçbir zaman aklından çıkmayacak kadar kadim ve güçlüdür.

Karanlığı aydınlıkla hırpalayan kıymetli düşünür, şu hakikati de hiçbir zaman unutmamalısın; Soylu ceddimiz Ayasofya’yı camiye çevirmiş ve fakat tüm dinlere mensup ibadethaneleri fetih ile koruma altına almış, bakımlarını yapmış ve eksiklerini gidermiştir. Bununla da yetinmeyen ulu Ceddimiz hiçbir cana dininden dolayı zulüm etmemiş, onlara mukaddes İslam adaleti ile hükmetmiştir.