25.1 C
İstanbul
Salı, Ağustos 12, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 100

İngilizlerin gasp ettiği Osmanlı gemileri

0

1900’lü yılların başında dünyanın en güçlü devletleri, donanması en güçlü devletlerdi.

Bu nedenle Osmanlı da son dönem Sultan Abdülaziz Han’ın güçlü bir donanma oluşturmasının ardından deniz gücüne büyük önem vermiştir.

Sultan Abdülhamit Han’ın tahttan indirilmesinin ardından çıkan balkan savaşları, İngilizlerin ve Fransızların Osmanlı donanmasını yakmalarının ardından bir donanma ihtiyacı tekrar zaruri hale gelmişti.

Bunun üzerine tahtta bulunan yeni padişah Sultan Reşat’ın emriyle “Donanma Cemiyeti” kurularak gemi satın almak için halktan yardım toplanmaya başlanmıştı. İlk bağışı çok yüklü miktarda yine Sultan Reşad Han kendi şahsi gelirinden bağışlamıştı.

Sonrasında imparatorluğun en ücra köşesine kadar uzanan bir yardım kampanyası başladı. Halk yemesinden içmesinden kıstı, arttırdığı paranın yanına ziynet eşyalarını da kattı, götürüp cemiyete bağışladı, gemilerin bedelleri böyle toplandı ve son kuruşuna kadar ödendi.

Siparişler ise şöyleydi;

1911 yılında İngiliz Vickers Şirketi’ne “Reşadiye“ zırhlısı, 1912 yılında bu siparişe eklenen “Fatih” ve “Osman” zırhlıları. Bunlardan başka iki keşif gemisi, dört torpido ve iki denizaltı da yine İngilizlere verilen siparişler arasındaydı.

1913-14 ve 1915 senelerinde ise Fransızlara birer zırhlı, 4 küçük kruvazör, 20 destroyer, 6 denizaltı ile çeşitli takviye gemileri sipariş edilmişti.

Siparişlerin verilmesi, paralarının ödenmesinin ardından İngilizler gemilerin yapımını geciktirmeye başladılar.

Nihayetinde 2 Ağustos 1914’te son taksidin ödenmesinden yarım saat sonra Curchill tersaneye bir yazı göndermiş, “Majestelerinin hükümeti olarak, tersanenizdeki herhangi bir geminin yabancılara teslim edilmesine izin vermiyoruz!” demiş, bunun ardından İngilizler zırhlılara el koymuştu.

Verilmeyen gemilerin ödenmiş parasının üzerine de yatıldı. Aradan 104 yıl geçti ve bu iki geminin parası hâlâ da geri ödenmedi.

Bu tarih boyunca bitmeyen Türk düşmanlığı sadece geçmişte kalmış hadiseler değildir. Avrupa’nın, ABD’nin günümüzde de bize olan bakışları hiç değişmedi, değişmeyecek. Bunu her fırsatta göstermekten çekinmiyorlar.

Çok uzak değil geçtiğimiz yıl yaşanan hadise yukardakine benzer bir tekerrürdü adeta.

Bilindiği üzere Türkiye’nin F-35 savaş uçakları projesine 2002 yılında dahil olmasının üzerine toplamda 116 F-35 Savaş Uçağı’nın alınması plânlanıyordu.

Bunların 16’sı Türkiye’nin Milli Uçak Gemisi’nde kullanılacaktı. F-35 Savaş Jetleri, kademeli olarak Türk Hava Kuvvetlerindeki yerine alacaktı. İlk teslimat da 1918 yılında yapılacaktı.

Türkiye’nin Rusya ve Çin ile ilişkiler içinde olması ve Büyük İsrail Projesinin gerçekleşmesi hesapları ortaya çıkınca, AB, yaklaşık 20 yıldır üzerinde çalıştığı F-35 savaş jetlerine ait kaynak kodlarını Türkiye’ye vermeyeceğini açıkladı.

Bunun üzerine Türkiye yeni arayışlara girdi. Rusya ile yapılan S-400 anlaşması ve Türkiyenin bu konuda kararlılığı yine ABD ‘yi rahatsız etti ve kaba, çirkin bir dille önce ambargoyla tehdit edip sonrasında “Ya F35‘ler ya da S-400.İkisi aynı anda olmaz” diyerek yine gerçek yüzünü göstermiş oldu.

Evet dostlarım,gerek tarihte gerekse günümüzde her fırsatta Türk düşmanlığını ortaya koyan tavırlar segileyen ABD ve Avrupa bizim dostumuz değildir ve asla olmayacaktır.

Devlet olarak artık kendi savunma sistemlerimizi üretebiliyoruz. Dünyanın en güçlü ordularından birine sahibiz. İhtiyacımız olan tek şey birlik olup ülkemize, vatanımıza dört elle sarılmak ve sahip çıkmaktır.

Allah’a emanet olunuz!

Suriyeli sığınmacılar

Her ülke politikasında muhalefetler mutlaka vardır.. Bu iç savaş çıkmasına sebep olabilir.. Kapitalizm denen canavar, tüm dünyayı esir aldığı için, ülkeler arası savaş ta çıkabilir.

Böyle bir durumda ülkelerinde mağdur olanlar ve yaşam savaşı verenler en yakın ülkelere sığınabilir. Komşu olarak kapılarını açmak ta insanlık vazifesidir. Zulümden, katliamlardan çoluğunu çocuğunu korumaya çalışan insanlara yardım etmeyeceğiz de ne yapacağız? Bizim ne vicdanımız, ne merhametimiz onları ölüme terketmemeli tabi ki. Ancak, bu savaşı fırsatçılık olarak kullanan pek çok sığınmacıya da aynı toleransı göstermek bizlere haksızlık olur.. Kadınlar, çocuklar, engelliler ve yaşlılar dışındakilerin, ancak  çok iyi istihbaratla içeri alınıp denetimli serbestlikle barındırılmaları gerekmez mi? Belki kendi ülkelerinde pek çok suça karıştılar ve aranıyorlardı? biliyormuyuz? Memleketlerinde adam mı vurdular, devleti mi dolandırdılar, tecavüzden mi aranıyorlardı vs. vs. biliyormuyuz? Belki ülkelerinde olsalar ömür boyu ceza yatacaklardı? Pek çoğu da bu olayı fırsata dönüştürdü.

Bir de şu var ki; Türkiye, mülteciler hakkında; “Ülkesine geri gönderilmesi halinde zulme uğrama riski altında bulunan kişileri geri göndermeme” ilkesine imza koyduğu için, canları isterse dönerler, istemezse dönmezler. Ancak, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin  kararı ile üçüncü bir ülkeye nakilleri mümkün olabiliyor. Yani, uluslararası statüye göre, ülkelerinde herşey yoluna girse bile kimsenin onları geri gönderme şansı yoktur ve her türlü ihtiyaçlarını devlet karşılamak zorundadır. Hal böyleyken bir de vatandaşlık verilmesi, bu kadar zor şartlarda yaşamaya çalışan kendi halkımıza karşı büyük haksızlıktır.

Bizler, gerçekten merhamet ile kullanılmayı birbirine karıştıran milletiz. Komşuluk görevimizi yapıyoruz eyvallah ama ölçüyü kaçırıyoruz. Belli bölgelerde, şartlı olarak almamız gereken mağdur insanları koruyup kollayıp rahat ettireceğiz diye, önümüzde yaşanacak olan ülke tarihimizin akışını değiştiriyoruz.

Kendi adıma, Suriyelilere vatandaşlık verilmesine şiddetle karşıyım. Zaten sığınmacı haklarına sahipler ve bu ülkeden kendileri istemediği sürece gönderilemezler. Benim evladım KPSS için yıllarca çalışıp devlette işe giremezken, onlara bunun altın tepside sunulması canımı acıtıyor.

Çocuğum Üniversite okusun diye krediler çekip dershanelere yollamışken, Suriyelilerin gelip hazıra konması ağırıma gidiyor. Yıllardır çalışıyorum, emek veriyorum, gerektiğinde sıkıntı çekiyorum ama bir tane evim dahi yokken, onlara hazır ev verilmesi kanıma dokunuyor. Çünkü bu devletin kasasında benim vergilerim emeğim de var. Çünkü ben devletimi seviyorum ve güveniyorum. Hal böyle olunca ülkemde kendimi yabancı hissetmeye ve ülkemde yaşamaya korkmaya başladım.

Suriyelilere ülkelerindeki kaos düzelene kadar insanlık adına tabi ki bakalım. Ama hakkımızı da kimseye yedirmeyelim. Bunun adı ırkçılık değil.! aksine vatanseverlik. Unutmayalım ki bizim Suriyelilerle aramızda sosyolojik, antropolojik, ekonomik tarihsel ve kültürel pek çok ayrılıklarımız var.

Bu durum kendi kültürümüzün de yara almasına sebep olacaktır. Romantik düşünmek yerine daha kalıcı ve herkesin haklarını koruyan çözümler üretilmelidir. Eminim bu vatandaşlık meselesi çok iyi istihbaratlar doğrultusunda olacaktır. Aksi halde biz şimdiden sırtımızı kollamaya başlayalım.

Unutmayalım ki; bugün kendi vatanını korumak yerine terkeden, yarın bizim ülkemizin temeline dinamit koyar.

Tarihi Teopolitik ve Teostrateji okumak

Teo-politik ve teo-strateji, zamanın eskitemediği silahlardır.

“İmparatorluk Politikalarında Teo-Stratejiler ve Türkiye” kitabının yazarı İlahiyat Profesörü Nadim Macit teo-politik kavramını; “kültürel bilinci, ortak tasavvur biçimini, sembolleri ve mitleri dini-politik dille ortak bir amaç için güç unsuruna dönüştürmek” şeklinde tanımlamaktadır. Teo-politik; dini, devletlerin ve güç merkezlerinin uyguladıkları politikaları meşrulaştırma aracı olarak kullanmaktır. Yani dinin, siyasal bir aygıta-araca dönüştürülmesidir.

“Teo-strateji” kavramı ise; teo-politiğin amaç edindiği dini-mistik politik hedeflere ulaşmak için oluşturulan ve yürütülen stratejileri anlatmaktadır.

İnsanlık tarihi, işte tam da dinlerin siyasal ve/veya egemen güçler ya da siyasal ve/veya egemen güç olma iddiasını taşıyanların, en önemli aygıtlara dönüştükleri örneklerle doludur.

Mesela Haçlı savaşları, Din’in siyasal bir aygıt olarak (Teo-politik ve teo-strateji) kullanılmasına dair en önemli ve en bilinen örnektir.

İsrail’in kuruluş felsefesi, Eski Ahit’te (Tevrat) ve yine Yahudiler için önemli dinsel kaynaklardan olan Kabbala’da anlatılan, Davut Peygamber, Süleyman Peygamber ve Mesih’in gelişine dair olan hikayeler ve bu kutsal kitaplarda kendilerine vaad edildiğini iddia edilen ‘vaad edilmiş topraklar’ mit’i (inancı) üzerine bina edilmiştir.

Modern seküler-ulus devlet fikrinin oluşmasında en etkin düşünürlerden kabul edilen Niccolò Machiavelli, siyasal düşünüşün laikleştirilmesi ve bilimselleştirilmesi gerektiğini savunurdu. Ancak, her ne kadar kiliseye karşı da olsa Machiavelli, laikliği savunmuş biri olsa da hükümdarın gerektiği zaman dini de alet olarak kullanması gerektiğini belirtmiştir. Machiavelli, İtalyan birliğini kurmaya aday yöneticinin (dindar olsun ya da olmasın) son derece dindar görünmesini isterdi.

Batı, uzak geçmişte olduğu gibi yakın geçmişte de, bugün de Dünya’ya teo-politiğin en ölümcül,en kanlı uygulamalarını sunmaktadır. Evanjelizm, Ekümenizm ve Siyonizm ideaları bunların en tipik örneklerini teşkil etmektedir. Evanjelizm, Ekümenizm ve Siyonizm her üçü de tam anlamı ile Din’in siyasal ve egemen güçlerin dünya hakimiyeti için meşrulaştırıcı aygıtlar olarak kullanılmasına dair başlıca örneklerdir. Mesela, Bush ile başlayan ABD’nin Ortadoğu politikası, dünyada Hristiyanlığın hakimiyeti için çalıştığını iddia eden Evanjelistlerin ürünüdür.

Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ni çevreleme politikasının araçlarından olan “Yeşil Kuşak”, projesi de İslam’ın Batı’nın çıkarlarına alet edildiği başarılı bir teo-politik/teo-stratejik bir ABD projesidir.

Osmanlı’nın yıkılış sürecinde İngiliz ajanı meşhur Lawrence ve Suud ailesinin, Vahhabiliği İslam’ın kutsal topraklarının yer aldığı coğrafyada yaygınlaştırarak, Batı için oldukça kullanışlı bir çarpık İslam Modeli kurma yolu ile Osmanlı topraklarını nasıl parçaladığını bilmeyenimiz yoktur. Ve Batı’nın bu Çarpık İslam anlayışını bugüne kadar getirmesini ve bu kullanışlı çarpık İslam Modeli’nin türevlerinden de bugün İslam Dünyasını kan gölüne çeviren, Taliban, El-Kaide, Boko Haram, Daeş gibi terör örgütlerinin çıktığını, teo-politik ve teo-stratejik konuşurken gündeme getirmenin vazgeçilmez bir önemi bulunmaktadır.

İşte tam da bu nedenlerle İngiliz Tarihçi Arnold Toynbee 1960 yılında yazdığı bir kitapta şöyle der:

“Güney Müslümanlığı “Eşarılık” (Fas’tan Arabistan’a kadar) bizim için tehlike olmaktan çıkmıştır. Bir şeyh satın alır hepsini yönetebilirsiniz. Bizim için Kuzey Müslümanlığı “Maturıdılık” (İstanbul’dan Buhara’ya Türk Bölgesi) tehlikelidir. Bunlar bilimle barışıktır’’ der.

Daha da ileri giderek, Fukuyama’nın Tarihin Sonu ve S. Huntington’un Medeniyetler Çatışması olmak üzere, Batı’nın son dönem tüm stratejik tezlerin temelinde az ya da çok teo-politiğin bulunduğunu söylemek mümkündür.

Jeopolitik/Jeostratejik uygulamalara İslam Tarihi’nde de sıkça rastlanmıştır.

Fars’lıların (Bugünkü İran) İslamla Sunni İslam yolu ile tanışmış olmalarına rağmen, daha sonra Şii’liği bir milli mezhep olarak seçmelerini ve şii fıkhındaki İmamet, 12 İmam vs gibi ezoterik hususları birer siyasal araç ve sembol olarak kullanmalarını da ancak teo-politik ve teo-strateji yani dinin siyasal bir güç aygıtı olarak kullanılması ile açıklarız.

Emevi’lerin Halifeliği Mekke’den Şam’a getirmesi de ancak, dönemin Müslümanları tarafından meşru görünmeyen siyasal otoritelerine meşruiyet sağlamak amacı ile açıklana bilinecektir. Ve yine Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ın fethinden sonra kutsal emanetleri ve Hilafeti İstanbul’a taşıması da, kendisinden önce de rahat durmayan ve Osmanlı Coğrafyasında Osmanlı İktidarına karşı her fırsatta kendi çıkarlarını kollayan İran Şah’larına ve dönemin Safevi Şah’ı Şah İsmail’e karşı, Sunni İslam Dünyasının siyasal ve dinsel otoritesi olmak amacına matuftur.

Osmanlı’nın zayıfladığı dönemde ortaya atılan, Üç tarz-ı siyasetten biri olan İslamcılık fikri de, Osmanlı’nın toprak kayıplarına engel olmak için geliştirilmiş olan siyasal bir düşüncedir ve teo-politik bir uygulamadır.

Bugüne gelindiğinde Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de ve daha pek çok İslam Coğrafyasında yaşananları da Teo-politik uygulamaların dışında tutamayız.

Türkiye ve “köprü görevi”

Sınır güvenliği ve terör önlemi için, ikinci defadır Suriye topraklarında başarılı askeri harekat yapan Türkiye’ye, ileride elde edilmesi planlanan petrolden pay verilmemesi için süper güçlerin gayretleri daha doğrusu oyunları şimdiden sezinleniyor.

Hatta, özellikle ABD’nin gayretleri neredeyse bir savaşa dönüştürülmek isteniyor.

Her şeyden önce, bir ABD’nin terör örgütleri kuracağını, besleyeceğini ve destekleyeceğini bilmek akıllara durgunluk veriyor.

Bilindiği üzere, dünyaya muhtaç olduğu enerjinin büyük bir bölümünü sağlayan, Orta Doğu ve Avrasya bölgelerinin daima tehlikenin odağı halinde olması, hepimizi endişelendiriyor.

Bir bakıma; enerji kaynağı sahibi olmak ve onu pazarına ulaştırmak daima ya sorun oluyor ya da olmaya namzet bulunuyor.

Nitekim, sözde “Arap Baharı” ve ötesinin asıl nedenlerinin başında petrol gözüküyor.

Asırlardır insanoğlunun dikkatini sarsan ve çoğu zaman endişeyle üzerine çeken Orta Doğu’ya bakıldığında; çeşitli görüntüler, süreçler, beklentiler ve tehlikeler görülüyor.

Öteden beri, çoğu enerji kaynaklarının ve yollarının Orta Doğu’da olması bu bölgeyi daha da “stratejik” hale getiriyor.

Orta Doğu’yu çoğu zaman buhrana sokan bu stratejik değerin en büyük unsurlarından birinin de Türkiye’nin olduğu tartışılıyor.

Bilindiği gibi; Türkiye uzun yıllardan beri enerjinin güvenli bir şekilde ulaşımını sağlıyor.

Yani, Türkiye bir bakıma “köprü” görevini üstleniyor.

Zaten, küresel güç ve sermayenin, Orta Doğu’dan beklentisi ve istemi, enerji kaynakları ve enerji yollarının güveni ile özetleniyor.

Tabii ki enerji denirken, öncelikle petrol ve türevleri ile su akla geliyor.

İsrail’in ve bazı ülkelerin yakında büyük su sıkıntısı çekeceği öne sürülüyor.

Beklentiler de, bu çerçevede değerlendiriliyor.

Enerjinin Orta Doğu’dan Batı’ya ve öteye intikalinde Türkiye önemli rol oynuyor.

Her şeyden önce, özellikle petrolde büyük paylaşım sorununun çıkmaması için, “güven” önlemleri hayati bir değer taşıyor.

Bir başka deyişle, kalkınma ve toplum refahının yükseltilmesi için gerekli olan ana unsur her zaman enerji oluyor.

ABD, Rusya, İsrail, İngiltere

Dolayısıyla, enerjiye veya kaynaklarına ulaşmak, günümüzde tüm ülkeler için önem arz ediyor.

Gezegenimizde, en büyük acının, en büyük kan dökmenin ve en büyük kazanç elde etmenin “petrol” yüzünden kaynaklandığı yıllardır biliniyor. Böylelikle, Türkiye’nin konumu, ülkemize çok stratejik bir önem kazandırıyor.

Üstelik, gerek Irak’ın gerek Suriye’nin kuzeyinde yaşayan Kürtlerin yıllardan beri Batı’nın emrinde olması ve zaman zaman kullanılmaları Türkiye’yi daha “hassas” hale getiriyor. Orta Doğu’da yaşanmakta olan kanlı gelişmeler, petrolün bütün dünya için bir “baş belası” olduğunu adeta ispatlıyor.

Üstüne bir de, gerek korsan addedilen Peşmerge devletçiği, gerek terörist örgütleriyle, Kürt oluşumlar, bölgedeki yangını sürekli alevlendiriyor. Zaten, ABD, Avrupa Birliği ve İsrail bu yüzden, Kürtleri çeşitli şekillerde ve zeminlerde destekliyor.

Gerçekten de, özellikle enerji ve yollarının güveni için başta Kürtler olmak üzere çeşitli terör örgütleri Batı tarafından hem kuruluyor hem finanse ediliyor hem ikmalleri yapılıyor hem de istenildiğinde bir “koz” olarak sancılı bölgeye salınıyor.

Özellikle, ABD ve İsrail’in bu tehlikeli projenin yandaşı olduğu da  hemen fark ediliyor. Kısacası, Orta Doğu’da yaptığımız iki askeri hamlemizin önemini  kavramamız gerekiyor. Zira, ABD yine “Kürt kozunu” kullanamamanın telaşını yaşıyor.

Bölgeden, beklenen petrolden pay almaması için Türkiye’nin aleyhine şimdiden kumpaslar tezgahlanıyor.

Ne yazık ki, başını ABD’nin çektiği “şer koalisyonunda” Rusya, İsrail, İngiltere gibi ülkelerin de bulunduğu açıkça görülüyor.  

Biz büyük TOÇEV ailesiyiz

Bundan yirmi beş sene önceydi, sevgili dostum Betül Özakyol ile tanıştım. Tanıştığımızda bana Ebru Uygun’un projesinden bahsetti. Duyduklarım o kadar ilgimi çekmişti ve Türkiye’nin tam ihtiyacı olan temiz kalpler oluşumuyla karşılaştığımın farkına varmıştım.

Yirmi beş yıl önce ne yapabilirim ile başladığımız TOÇEV bugün 25 yaşında.

Tuvana Okumaya İstekli Çocuk Eğitim Vakfı (TOÇEV)’in hedefinde adı gibi eğitim düzeyi yüksek fakat maddi imkânsızlıklardan okuyamayan çocuklar vardı. Hep beraber çıktığımız yolda elele verdik toplantılar yaptık, hedefler belirledik ve bu hedeflerimizi bir bir gerçekleştirdik.

Öncelikle tedarikçiler bulduk ve bize gelen çocuklarımızı araştırmaya başladık. Can siper hane projemize tüm varlığımızla eğildik. Bu gönül işine her geçen gün yeni arkadaşlar ve yeni bağışçılar eklendi. Birliktelik en sonunda bir dernek olarak tescillendi.

Ebru’nun ananesi bir dairesini verdi bize ve böylelikle artık bir yerimiz vardı. Böylelikle daha organize daha büyük bir ekip olduk. İlk konserimizi yapmaya karar verdik. Akatlar gösteri merkezinde bir çok sanatçımız ve birçok vakfın çocuklarının katılımlarıyla ilk konserimizi yaptık. Çok büyük ses getirdi ilk konserimiz acemi bir ruhla ama sevgiyle…

Yıllar yılları kovaladı, nice güzel konserler eklendi, bu güzel kalpler oluşumuna…Vakit oldu binler milyonlar oldu, sevgi seli çığ gibi büyüdü. Nice güzel projeler eklendi.

Ve peş peşe gerçekleşen projelerin başarılarla taçlanması sonucunda büyüyen ve iyilik hareketleriyle anılan TOÇEV’i günümüze kadar getirdi.

Geçen sene 24. yılımızda kendimize bir vakıf binası aldık. Ve artık TOÇEV’e yakışan bir genel merkez binamız oldu. O kadar güzel bir açılışla tüm TOÇEV ailesini buluşturduk. Açılışta bir daha gördüm ki! çok güzel bir şeye emek vermiş bu gönlü güzel insanlar.

Son organizasyon TOÇEV kermesiydi ve sevgili Vakıf Başkanımız Ebru Uygun’un da kitabının imza günü yapıldı.‘180 günde hayallere yolculuk’ ellerine yüreğine sağlık, zaman film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden sevgili Ebru ve Betül tabi ki tüm TOÇEV ailesi,tüm sevenleri iyi ki varsınız.

Biz gönlü büyük kocaman bir aileyiz. TOÇEV’in nice güzel 25 senelerinde hep beraber olmak dileğiyle.

Sevgili okurlarım bu hafta size güzel bir şeylerden bahsetmek istedim, gönül dostu olalım dedim ve hayatımın en anlamlı yerinden bahsettim. Sevgili okurlarımız sizleri de bekleriz TOÇEV ailesine kalın sağlıcakla…

Limited şirketler hakkında Danıştay kararı

0

Bilindiği üzere Sermaye şirketleri olarak düzenlenen Limited şirketlerin sorumlulukları şirket sermayesi ve varlıkları ile sınırlıdır. Ancak istisnaları da vardır. 20 Haziran 2019 tarihli 30807 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan Danıştay kararı ile de bu konuya açıklık getirildi. Limited şirketlerde vergi borçları karşısında yetkilendirilmiş şirket müdürleri kanuni temsilci olmaları hesabı ile sorumlulukları bulunmaktadır. Tüzel kişiliğe haiz olan Limited şirketlerde vergi borçlarından dolayı esas sorumluluk Tüzel kişiliğe ait olması gerektiğinden önce şirketin ödemesi gerekir. Ödeyemez ise şirketin mal varlığı üzerinden tahsilat yapılması yoluna gidilmelidir. Vergi usul kanunu ve Amme alacakları tahsili usul kanunu hükümleri uygulanmalıdır. Yani doğrudan vergi borçlarında dolayı ortaklara ve müdürlere müracaat edilmemelidir. Şirketten tahsil edilmesi mümkün olmadığı hallerde Kanuni temsilci veya ortaklardan tahsil yoluna gidilebilecektir. Danıştay’ın aldığı karar ile Kanuni temsilci veya ortaklardan herhangi biri için bir sıralama bulunmaması dolayısı ile vergi idaresi ortaklardan tahsil yoluna gidebilecekler.

Limited şirketlerde kabul edilmiş kurallar açısından ortaklar şirkete koydukları sermaye hisseleri oranında sorumludurlar. Şirket yöneticileri ve temsilcileri açısında şirket borcunun tamamını kapsayacak şekilde sorumludurlar.

Hissesini devreden ortağın vergi borcu karşısındaki durumu ise belirli kriterlerle devrin yapılması gerekmektedir. Çünkü ortada müşterek ve müteselsil sorumluluk bulunmaktadır.

Devirlerin noterlerde yapılması ve hissenin ve devir borcunun yazılı şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Tabi bu devrin Genel Kurul tarafından itiraz edilmemesi şartı da vardır. Dolayısı ile Limited şirket hissesini devreden ve devralan açısından önem arzetmektedir.

Anonim Şirketlerde ortakların sorumlulukları;

Anonim şirketlerde pay sahipleri sadece taahhüt ettikleri sermaye ile sınırlı olarak sorumludurlar. Borçlar karşısında sadece malvarlığı ile sorumlu olan şirkettir.

Şirketin yöneticileri veya temsilcileri açısından borcun tamamını kapsayacak şekilde müşterek ve müteselsil sorumlulukları vardır.

Otonom araç altyapısına yeni bir bakış

0

Hangi altyapı iyileştirmeleri, otonom araçların büyümesini teşvik ederken aynı zamanda paylaşılan yolculuğu teşvik eder?

Otonom otobüs ve servis filolarının, şehir sokaklarında zahmetsizce belirlenen duraklarına gittiği bir gelecek hayal edin:

• Yolculuk hizmetleri (Ridesharing) benzer güzergahlarda seyahat eden birden fazla yolcuyu almak için paylaşılan otonom araçlar gönderiyor. Robo-taksiler, yolcuları seyahatlerinin sonraki ayakları için metro duraklarında bırakıyor.

• Bazı geleneksel araç sahipleri artık kişisel araçlara ihtiyaç duymadıklarına karar veriyor, çünkü paylaşılan otonom araçlar ihtiyaçlarını karşılıyor.

• Bunun sonuçları, yol tıkanıklığı azalır, çünkü daha az sayıda araç vardır.

 Şimdi bir zamanlar geleneksel bir araca sahip olan herkesin bir otonom aracı olduğu alternatif bir geleceği hayal edin:

• Sürücü belgesi olmayan pek çok insan, yıllarca araba sahibi olmasalar bile, hiç kullanmamış olmalarına rağmen, kişisel kullanımları için otonom araçları satın almaktadır.

• Otonom Araçlar, sahiplerinin park etme yerleri yoksa alışverişi bitirmelerini ya da işlerini yürütmelerini beklemektedirler.

Dünyada hangi senaryo ortaya çıkacak? Cevap, kısmen kamu ve özel paydaşların Paylaşılan Otonom Ulaşım (SAM) sağlamak için gereken altyapıya yatırım yapıp yapmadıklarına bağlı olacaktır. Ancak şirketler, yatırımcılar, mucitler ve politika yapıcılar, Otonom Araçların kendileri ile ilgili güvenlik gibi konularına doğru bir şekilde odaklandığından, bu konu şimdi oldukça az ilgi görüyor. Bununla birlikte, paydaşlar yakında sermaye planlaması yaptıkları için otonom araç altyapı gereksinimlerini daha ayrıntılı olarak tartışmaya başlayacaklar. Şimdi verdikleri kararların bazıları Paylaşılan Otonom Ulaşımın ivme kazanıp kazanmayacağını belirleyebilir.

 Ulaştırma çözümleri geliştiren sorumluların önündeki yolu değerlendirmesine yardımcı olmak için, Paylaşılan Otonom Ulaşımı mümkün kılan otonom araç altyapısı için ileriye dönük bir potansiyel olduğu göz önüne alındığında, bu otonom araç büyümesini teşvik edebilecek temel yapısal ve karayolu değişiklikleri için planların yanı sıra paylaşılan ulaşımı teşvik etmek için özel olarak yapılan iyileştirmeleri içerir.

Ulaştırma liderleri, bu gelişmeleri göz önünde bulundurarak aşamalı bir yaklaşım düşündüklerinde, önce Otonom Araç pilot sürüş uygulamaları sırasında bazı altyapı değişikliklerini ortaya koydular sonra karışık trafiğe (otonom araçlar ve geleneksel otomobiller) uyacak ek uygulamalar ve son olarak otonom araçlara tam bir geçişi destekleyen altyapı yarattılar.

Bir dönüm noktasında

otonom araç altyapısı

Paylaşımlı ulaşımı sağlayan doğru altyapı sayesinde, robo-taksilerin, 2030 yılına kadar ABD yollarında toplamın yaklaşık yüzde 9’u mil katedecekleri, 2040 yılına kadar seyahatlerde tüm millerin yüzde 50’sini oluşturabilecekleri senaryolaştırılmıştır. Ayrıca Paylaşılan Otonom Ulaşımda daha az trafik sıkışıklığına ek olarak, araç emisyonlarının düşebileceği, insan sürücülerden daha az hata yapan otonom araç kullanımının trafik kazası sonuçlu ölümleri azaltabileceği, daha önce otoparka tahsis edilen gayrimenkuller, ticari veya konut mülklerinin yeniden değerlendirilebileceği de gözden kaçırılmamalıdır. Bu gelişmeler bir arada, yılda toplam 850 milyar dolar tutarında ekonomik fayda sağlayabilir. Otonom Araç altyapısının bu gelecek duruma hazır olmasını sağlamak için kamu görevlileri, potansiyel taşımacılık iyileştirmelerinin Paylaşılan Otonom Ulaşımı teşvik edip etmeyeceğini hem mevcut otonom araçlar hem de daha sonra tamamen otonom olacak modeller için belirleyebilir.

Artık Paylaşılan Otonom Ulaşım göz önünde bulundurarak altyapılar tasarlanırsa daha sonra maliyetli değişiklikler yapmak zorunda kalınmayacaktır. Dikkate alınacak diğer konular arasında karayolu fiyatlandırması, imar, lisans ve sigorta yer almaktadır.

Otonom araçların tüm avantajlarından yararlanmak için şehirler hangi adımları atmalıdır?

Kamu sektörü potansiyel altyapı iyileştirmelerini göz önünde bulundurduğundan , otonom araç  teknolojisindeki değişiklikleri izlemek önemli olacaktır. Son zamanlarda, otonom araçlara sinyal gönderen ve şehir sokaklarında gezinmelerine yardımcı olan yol işaretleri veya sokak işaretleri gibi araç altyapısı sistemlere ne kadar paydaşın yatırım yapması gerektiği konusunda tartışmalar artmaktadır.

Reel sektör rahatlatılmalı

0

Hemen herkes ülkemizde yaşanan ekonomik sorunun devlet ve banka değil, reel (özel) sektör kaynaklı olduğunda hem fikir.

Çünkü, yaşanan durum ortalama 7-8 yılda bir yaşadığımız önceki ekonomik krizlerden oldukça farklı. Önceki krizlerde ekonomik bozulma en son reel sektöre yansırken, şu anki durumda tam tersine sorunlar reel sektörde başladı ve diğer sektörlere sıçramaya çalışıyor.

Reel sektörün ciddi anlamda yüksek döviz borcu ve yapısal diğer sorunları var. 2018 yılının ikinci altı ayında başlayan yüksek kur hareketleri ve ortaya çıkan kur farklarının maliyetlere yansıtılması, iç talepte büyük bir çöküşe, ciddi talep daralmasına yol açtı.

Maliyet kalemleri arttı. Ekonomik faaliyetler lokomotif sektör olan inşaat başta olmak üzere bir çok sektörde bıçak gibi kesildi. Tüketici güven endeksi ve satın alma gücü düştü, hatta dip yaptı. Tüketiciler harcama eğilimlerini erteledi. Tüketicilerin sadece bugünkü gelirinde değil, gelecek gelir beklentisinde de ciddi erezyon oluştu. Bunu resmi kurumlar tarafından yayınlanan verilere bakarak kolayca anlayabiliyoruz. Bazı ekonomistler bu durumu stagflasyon, bazıları da slumpflasyon olarak tanımlıyor.

Hükümet bu olumsuzlukların önüne geçmek amacıyla ilk olarak tüketicilerin ve özel sektörün harcamalarını canlandırmak ve gerekli güveni sağlamak için ciddi adımlar attı ve atıyor. Vergi indirimleri, harcamalarda kredi kartlarına taksitlendirme olanaklarının artırılması, KGF destekli krediler bunlardan bazıları.

Peki, bunlar yeterli mi? Tabi ki, hayır! Reel sektöre ve ülke ekonomisine yönelik bazı önlemlerin alınması ve yeni bazı düzenlemelerin yapılması gerekiyor. Daha önce uygulanmış ve başarılı sonuçlar alınmış olanlar önceliklendirilmek suretiyle, reel sektör ve ülke ekonomisi açısından bazı düzenlemelerin acilen yapılması gerekiyor. Bunlardan bazılarını aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:

1) Yurtiçi ve Yurt Dışı Varlık Barışı Düzenlemesi, Vakit Geçirilmeden Yeniden Getirilmeli:

Varlık barışı, çok önemli bir konu. Çünkü, hemen her ülke öncelikle kendi vatandaşlarının olmak üzere diğer ülke vatandaşlarının başka ülkelerde bulunan paralarını kendilerine getirmek istiyor. Bizim de Ülke olarak öncelikli hedefimiz, vatandaşlarımızın yurt dışında bulunan paralarının Varlık Barışı kapsamında Türkiye’ye getirilmesi. Ülkemiz varlık barışı uygulamasını birkaç kez denedi, en son 7143 sayılı Kanunla düzenlenen hariç diğerlerinden oldukça başarılı sonuçlar elde etti.

7143 sayılı Kanunda düzenlenen varlık barışı uygulamasının beklenen başarıyı sağlayamamasının nedeni; vergili olması (% 2) ve vergi dışında kambiyo ve gümrük mevzuatları yönünden gerekli güvencelerin verilmemesidir. Ayrıca, yurt dışı varlık barışı ile yurtiçi varlık barışı uygulamasının kapsamının farklı olması, yurt dışı varlık barışından Türkiye’de vergi mükellefiyetine bakılmaksızın yerli ve yabancı gerçek ve tüzel kişilerin tamamı yararlanabilirken, yurt içi varlık barışından sadece vergi mükellefi gerçek veya tüzel kişilerin yararlanmaları da varlık barışı uygulamasının başarısını olumsuz yönde etkilemiştir. Yurtiçi varlık barışı uygulamasından vergi mükellefi olmayanlarda yararlanabilmelidir.

Ülkemiz ekonomisi açısından büyük öneme sahip olan Varlık Barışı Uygulaması; öncelikle vergisiz ve getirenlere ciddi avantajlar sağlayacak şekilde, vergi-gümrük ve kambiyo mevzuatı açısından her türlü dokunulmazlık sağlanarak ve güvence verilerek, hatta belli bir tutarın üzerinde döviz getiren yabancılara oturma hakkı/vatandaşlık verilmesi şeklinde ek avantajlarla donatılarak yeniden ve bir kez daha getirilmelidir. Çünkü, bu kapsamda yurt dışından getirilecek veya yurt içinden ekonomiye kazandırılabilecek her varlığa ve ekonomik değere ihtiyacımız var.

2) Vergi ve SGK Borç Yapılandırma Taksitlerini Ekonomik Kriz Nedeniyle Ödeyemeyenlere Yeni Bir Şans Verilmeli, Ancak Yapılandırılan Borçlar Birleştirilerek Tek Taksit Halinde Alınmalı

3) Aynı Şekilde Ekonomik Kriz Nedeniyle Matrah/Vergi Artırımı Ödemelerini Yapamayanlara Yeni Ödeme Hakkı Verilmeli, Hatta 2018 Yılını Da Kapsayacak Şekilde Yeni Bir Matrah/Vergi Artırımı Düzenlemesi Yapılmalı

4) Şirket Aktifine Kayıtlı Taşınmazların Gerçek Değerlerine Yükseltilmesine İmkan Tanınarak Bilanço Barışı Sağlanmalı, Şirketler Teknik İflastan Kurtarılmalı, Şirketlerin Kredibilitesi Artırılmalı

5) Vergi Mükelleflerinin Devreden KDV Sorunu Çözülmeli, Önceki Yıllardan Devreden KDV’ler Devlete Olan Tüm Vergi, SGK Ve Diğer Borçlara Mahsup Edilebilmeli

Türkiye’deki tüm vergi mükelleflerinin şu an itibariyle sonraki döneme devreden KDV’lerinin toplamı 190 – 200 Milyar TL düzeyinde bulunuyor. Bu tutar devamlı olarak da artıyor.

6) Grup KDV Mükellefiyeti Başta Olmak Üzere Grup Vergi Mükellefiyeti Sistemi Getirilmeli

Aynı gerçek yada tüzel kişilere ait veya tabi şirketlerden bazıları KDV öderken, bazılarında sonraki döneme devreden KDV söz konusu oluyor. Bu durum ise, her platformda haklı şikayetlere neden olmakta, bu durumun haksız rekabete neden olduğu vurgulanmaktadır. Bu durumda olan grup şirketlerde ise, devir KDV’si bulunan şirket KDV ödemesi çıkacak şirkete fatura düzenleyerek, diğer şirketin de KDV ödememesini sağlıyor.

Grup şirketlerinde ortaya çıkan bu önemli sorunun çözümü bakımından, birleştirilmiş KDV mükellefiyeti ve KDV beyannamesi getirilmeli. Bu şekilde, grup şirketi kapsamındaki şirketlerin her biri ayrı ayrı KDV beyannamesi vermeyecek, açılacak grup KDV mükellefiyeti altında tek bir KDV beyannamesi verilecek, bir anlamda şirketlerin KDV verileri konsolide edilecektir. Bu şekilde vergi dairesine KDV ödenip ödenmeyeceği konsolide edilmiş birleştirilmiş KDV beyannamesine göre tespit edilecek. Dolayısıyla, grup şirket KDV mükellefiyeti ile, artık grup şirket kapsamına giren şirketlerden bazıları KDV öderken, bazılarında devreden KDV çıkması söz konusu olmayacak. KDV ödenip ödenmeyeceği konsolide edilmiş KDV beyannamesine göre tespit edilecek.

Ancak, grup şirket KDV mükellefiyetinden, sadece birbiriyle % 50 veya daha fazla ortaklık ilişkisi olan şirketler yararlanacak.

Grup şirket KDV mükellefiyeti mantığının kurumlar vergisine de taşınması ve kurumlar vergisi açısından da grup şirketlerde grup kurumlar vergisi mükellefiyeti ve birleştirilmiş kurumlar vergisi sisteminin getirilmesinin doğru ve uygun olacağı kanaatindeyiz.

Aynı durum, grup SGK mükellefiyeti için de geçerli.

7) Mükelleflerde Vergi Ödememe Alışkanlığı Arttı, Vergiye Uyumlu Mükelleflere Sağlanan % 5 Vergi İndirimi Oranı Çok Düşük Kaldı, Bu Durumu Tersine Çevirmek için Söz Konusu Oran en Az % 10 Olmalı

Hemen her vergi affı çıkarıldığında “Borcunu ödemeyenlere neden af getiriliyor da, vergisini düzenli ödeyene niye hiçbir avantaj sağlanmıyor” türünden yapılan haklı serzenişler hep gündeme gelirdi. Bu serzenişler nihayet karşılığını buldu, 2017 yılı içerisinde çıkarılan 6824 sayılı Kanunla Gelir Vergisi Kanununun mülga mükerrer 121. Maddesi, “vergiye uyumlu mükelleflere vergi indirimi” başlığıyla yeniden düzenlenmek suretiyle, vergisini düzenli ödeyen uyumlu mükelleflere vergi indirimi uygulaması yürürlüğe konuldu. Uyumlu mükellefe vergi indirimi, kapsama giren ve gerekli şartları taşıyan mükelleflerin yıllık gelir veya kurumlar vergisi beyannameleri üzerinden hesaplanan verginin % 5’inin, vergi dairesine ödenmesi gereken gelir veya kurumlar vergisinden indirilmesi (düşülmesi) şeklinde uygulanıyor.

Ancak, vergi indirimi uygulaması sadece yıllık gelir ve kurumlar vergisi beyannamelerine göre hesaplanan gelir ve kurumlar vergisi için geçerli. KDV, damga vergisi, MTV, ÖTV, veraset ve intikal vergisi vb. vergilerde vergi indirimi söz konusu değil.

Son yıllarda çıkarılan vergi afları nedeniyle vergi mükelleflerinde ciddi anlamda bir vergi ödememe alışkanlığı oluştu. Vergisini ödemeyen mükellefler, bu tutarları farklı finansal enstrümanlarda değerlendiriyorlar. Bir af çıktığında da, ondan yararlanıyorlar, borçlarını yapılandırarak ödüyorlar. Bize göre, bunun nedeni vergilerin vadesinde ödenmesinin cazip hale getirilememesi. Vergi zaten zorla alınan bir değer. Vergi, gönüllü ve cazip hale getirildiği takdirde daha kolay tahsil edilebilir.

Kişisel görüşümüze göre, vergisini düzenli ödeyen uyumlu mükelleflere getirilen vergi indirimi uygulamasında geçerli olan % 5 oranı son derece düşük ve anlamsız kaldı. Bu oran en az % 10 olarak belirlenmeli ve yararlanılan vergi indirimi sayısına göre artırılmalı. Ayrıca, vergi indirimi uygulamasının sadece yıllık beyannameler üzerinden hesaplanan gelir ve kurumlar vergisi ile sınırlandırılmasını doğru değil. KDV, MTV, ÖTV, damga vergisi, veraset ve intikal vergisi gibi vergilere de bu indirim uygulanmalı.

8) Vergiye Uyumlu Mükelleflere Vergi Borçlarının Daha Düşük Faizle, Hesaplanacak Yİ-ÜFE Tutarı İle 60 Aya Kadar Taksitlendirilebilmesine İlişkin Düzenleme Yasalaştı, Ancak Çalıştırılmıyor. Olağanüstü Bir Durumdan Geçtiğimiz Şu

Günlerde Herhangi Bir Şart Aranılmadan Söz Konusu Düzenleme Çalıştırılmalı.

Bilindiği üzere, 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanuna 7020 sayılı Kanunla eklenen 48/A maddesi ile, vergisel yükümlülüklerini süresinde yerine getirmiş ancak öngörülmeyen nedenlerle son bir yıl içinde borçlarını ödeyememiş vergiye uyumlu mükelleflerin anılan Kanunun 48. Maddesinde düzenlenmiş olan tecil müessesesine göre daha uygun şartlarda borçlarını taksitlendirerek ödeyebilmelerine imkan sağlanmış oldu. Yapılan bu düzenleme ile, vergiye uyumu yüksek olan mükelleflerin çok zor duruma düştükleri zaman yerine getirmeleri gereken ödeme yükümlülükleri kolaylaştırıldı. Bakanlar Kurulu, 24/02/2018 tarihli ve 30342 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 2018/11284 sayılı Kararı ile, vergiye uyumlu mükelleflerin borçlarının tecilinde çok zor durum halinin tespitinde kullanılacak kriterleri, tecil süreleri ve tecil faizi oranlarını belirledi.

Yani, maddenin uygulanması için her şey hazır, peki bugüne kadar bu uygulamadan kimse yararlandı mı? Hayır, yararlanamadı. Çünkü, çok sayıda başvuru olmasına rağmen, 48/A maddesi işler hale getirilmedi ve hala da kimse yararlanamıyor. Aslında zor günler geçiren ve vergi borçlarını ödemekte güçlük çeken reel sektör açısından, bu 48/A maddesinden yararlanmak çok değerli. Ama anlayamadığımız nedenlerle, içinden geçtiğimiz bu zor günler için getirilen bu avantajlı uygulamadan yararlanmak şu an için söz konusu değil. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın bu avantajlı tecil uygulamasını bir an önce hayata geçirmesi ve reel sektörü bu uygulamadan yararlandırması şu an için acil, çok anlamlı ve değerli olacak.

9) Kurumlar Vergisi ve KDV Oranları Çok Yüksek, Bu Oranlarda İndirime Gidilmeli

Mevcut uygulamada kurumlar vergisi oranı % 22, KDV oranları ise % 1, 8 ve 18 şeklinde uygulanıyor. Reel sektör başta olmak üzere taraflı tarafsız herkes de bu oranların yüksek olduğunda hem fikir. Durgunluktan çıkış ve ekonomik canlanma için bu oranların belli bir seviyeye çekilmesi şart.

Bize göre, kurumlar vergisi oranının % 22’den % 15’e, KDV genel vergi oranının % 18’den % 12’ye, % 8 oranının ise % 5’e indirilmesi, ayrıca KDV iadesi çıkan bazı sektörler için iadeyi ortadan kaldıracak şekilde KDV oranı belirlenmesinin uygun olacağını düşünüyoruz.

10) Kar Dağıtımındaki % 15 Stopaj Oranı % 5’e İndirilmeli, Hatta Sıfırlanmalı

Mevcut durumda şirketlerin ortaklarına kar dağıtımında % 15 oranında gelir vergisi stopajı yapılıyor. Şirketler ve ortakları sırf stopaj yüzünden kar dağıtımı yapmıyorlar. Bu yüzden, kar dağıtımının önündeki en büyük engel olan stopaj oranının bir defaya mahsus olarak % 15’den % 5’e indirilmesi hatta sıfırlanmasının uygun olacağını düşünüyoruz. Bu şekilde, yıllardır kâr elde etmesine rağmen hiç kâr dağıtmayan şirketler ve ortakları için de bir çıkış yolu sağlanmış olur. Hatta, her yıl kar dağıtımı zorunlu hale getirilmeli.

11) Stokların Eritilebilmesi Bakımından Sadece Yeni Konut ve Ofislerde Tapu Harcı Sıfıra İndirilmeli

Konut ve ofis stoklarının eritilebilmesi bakımından, konut veya iş yeri olarak inşa edilen binaların tapuda yapılacak ilk devir ve iktisaplarında tapu harcı oranı 0’a (sıfıra) indirilmeli. Yapılacak bu düzenlemenin stoktan yapılan satışları artıracağını tahmin ediyoruz.

12) Gayrimenkullerin Amortisman Oranı Yıllık En Az % 10 Olarak Belirlenmeli, Binek Otomobiller İçin Geçerli Kıst Amortisman Uygulaması Kaldırılmalı ve KDV’si İndirilebilmeli

Şirketlerin gayrimenkul alımlarının teşvik edilmesi ve yatırım tercihlerinin gayrimenkul alımı yönünde değiştirilebilmesi için gayrimenkullerde amortisman oranı yıllık en az % 10 olarak belirlenmeli. Ayrıca, aynı şekilde binek otomobil satışlarının artırılabilmesi için, binek otomobillerde kıst amortisman uygulaması kaldırılmalı, binek otomobil alımlarına ilişkin olarak ödenen KDV’lerin indirilmesine izin verilmeli.

13 ) Vadeli Satışlarda KDV, Faturanın Düzenlendiği Ay Değil, Bedelin Tahsil Edildiği Ay KDV Beyannamesi İle Beyan Edilmeli

KDV Kanunu hükümlerine göre vadeli mal, hizmet ve taşınmaz satışları üzerinden hesaplanan KDV satışa ilişkin faturanın düzenlendiği ay KDV beyannamesi ile beyan ediliyor. Satış bedelinin tahsil edilip edilmemesi beyanı engellemiyor, tahsil edilmese de söz konusu satışlara ilişkin hesaplanan KDV satıcı tarafından beyan edilerek vergi dairesine ödeniyor. Yani satıcılar tahsil etmedikleri KDV’yi yasal zorunluluk nedeniyle beyan ve ödemek zorunda kalıyorlar. Şu an yaşadığımız durumda, KDV’nin tahsil edilmeden beyan edilmesi ve duruma göre ödenmek zorunda kalınması, finansal yönden zaten zor durumda olan satıcıları daha da çok zor duruma düşürebiliyor. Vergi dairesine karşı KDV borcunu ödeyememe durumu ile karşı karşıya bırakabiliyor. Bu olumsuz durumun önüne geçilebilmesi bakımından, bir yasa değişikliği yapılarak, vadeli satışlara ilişkin olarak hesaplanan KDV’nin faturanın düzenlendiği ay değil, bedelin tahsil edildiği ay KDV beyannamesi ile beyanı sağlanmalıdır. Yapılacak bu düzenlemenin, reel sektörü oldukça rahatlatması öngörülüyor.    

Mana planını tercih eden soydaşlarımız

Bulgaristan’da bir takım planlı toplantılar yapmak ve soydaşlarımızla görüşmek üzere Bulgaristan’a ziyaret gerçekleştirdik.

Bulgaristan’da Osmanlı’nın bıraktığı tarihi miras kadar, insani mirasa da hayran olmam vesilesiyle o diyarlara büyük heyecanla gidiyorum. Bu heyecan ise her gidişimde biraz daha artıyor. Çünkü hangi bölgeye gitsem, hangi şehre ayak bassam ya yeni Osmanlı eserleri ile karşılaşıyorum ya da geçmiş zaman olayların dinletisi ile gizemli bilgilere ulaşıyorum. Tabi tanıştığım bende hoş seda bırakan Türk olan Bulgaristan vatandaşları da bu heyecanımı kat kat artırıyor.

1394’te Bulgaristan Hasköy’de inşa edilen ve Balkanlar’ın en eski Türk camisi olarak bilinen Eski Cami’yi ziyaret etmekte nasip oldu.

Bulgaristan’a gerçekleştirdiğimiz bu ziyarette Osmanlı öncesi Selçuklu beylerine ait somut kültür mirasının varlığına şahit olmuş olduk.

Osmanlı’dan miras kalan insanlar ile tarihi eserlerimiz sarsılmaz bir ilişki ile tüm engellemelere karşın dimdik ayakta kalmayı başarmış. Ayakta kalmakta zorluk çeken yapılarımız ise Türkiye Cumhuriyeti yardımı ile restorasyon yapılmış.

Bu manevi ilişkiye tahammül edemeyen ırkçılar olduğu kadar devletimizle ılımlı bir şekilde çalışan Bulgaristanlı yöneticiler de az denemeyecek kadar çok. Onlar buradaki camilerimizin restorasyonunda bizlere kolaylıklar sağlarken, bizler de onların ülkemizdeki kiliselerine gerekenden daha fazla bir şekilde yardımda bulunuyoruz. Bulgaristan’daki kardeşlerimiz için iki ülkenin uyumlu çalışmasına vesile olan tüm yöneticileri tebrik etmek ve desteklemek gerekmektedir.

Bulgaristan ziyaretimizde Kırcaali şehrinin manevi şifresini de çözme imkanı bulduk. Kırcaali şehrinin kurucusu Gazi Kırca Ali’nin yenilenen kabrini ziyaret ettik. Kırcaali şehrinin nasıl oluştuğunu, maneviyatının ve öneminin ne denli yüksek olduğunu gördük.

Kırklareli Demirköy ilçesinde bulunan Rezve Deresi üzerine kurulu Osmanlı dönemine ait üç kemerli Volçan köprüsü ise Bulgaristan ile Türkiye sınırında bulunuyor. Köprünün bir ayağı Bulgaristan tarafında bulunurken, diğer ayağı da Türk tarafında bulunuyor. Bulgaristan ziyaretimizde Eski cami, Gazi Kırcaali Türbesi ve Rezve Deresi bizleri tarihe doğru manevi yolculuğa taşıdı.

Burgaz seyahatimiz ise ülkenin modern yüzünü bizlere gösterdi. Rus turistlerin ilgi gösterdiği, lüks otellerin var olduğu, ihtişam ve milyon dolarlık yatların bulunduğu marina, Ravda, Nessebar ve Sunny Beach bizi Gazi Kırca Ali Türbesi, Eski Cami ve Rezve deresi kadar etkilemeyi başaramadı.

Karayolu ile Bulgaristan’ın birçok noktasına ziyaretler gerçekleştirdik. Lakin yorgunluğumuzu bizlerde hoş seda bırakan soydaşlarımız hafiflettiler.

Madde planı yerine mana planını tercih eden soydaşlarımıza kucak dolusu selamlar…

Türk ekonomisine güvenimiz tamdır

Dünyanın en büyük LPG şirketlerinde biri olan SHV Energy CEO’su Bram Graber Gazeteci-Yazar Ferhat Yıldırım ile yaptığı özel görüşmede Türk piyasasına ve Türkiye’deki operasyonlarına güvenlerinin tam olduğunu söyledi.

SHV Energy Türkiye Ülke Yöneticisi ve İpragaz CEO’su Eyüp Aratay’ın ev sahipliğinde düzenlenen özel toplantıya katılan SHV Energy CEO’su BramGraber, LNG’yi Türkiye’de öğrendiklerini ve buradan Batı Avrupa ve Çin’e taşıdıklarını belirtti.

“LNG işimiz asında Türkiye’de doğdu”

Türkiye ortağı İpragaz ile yaptıkları yatırımlara çok değer verdiklerini söyleyen Gramber, “Özellikle LPG’nin otogazda kullanımında şirket son derece önemli atılımlar yapmıştır. GO istasyonları buna önemli bir örnek. Giderek sayısı artıyor. Türkiye’deki bu şirket, SHV ailesinin yüzde 10’nu teşkil nitelikte bir hacme sahip. Yani LPG’de 18 ülkede yer alıyoruz, bu ülkelerin arasına baktığımızda Türkiye bu hacimle son derece önemli. Başka sebeplerden de Türkiye önemli ve yenilikçi piyasa. Burada olan yenilikleri biz, başka ülkelere taşıyoruz, LNG buna önemli bir örnek. Biz LPG’de yer alıyoruz ama LNG işimiz de var. LNG işimiz asında Türkiye’de doğdu. Bunu icat eden Türkiye. Biz, LNG’yi Türkiye’de öğrendiklerimizle Batı Avrupa ülkelerine ve Çin’e taşıdık” şeklinde konuştu.

“Türk ekonomisine ve geleceğine güvenimiz tamdır”

Türkiye’nin ekonomik olarak geleceğinin parlak olacağından emin olduklarını belirten Gramber, “Türkiye’nin son dönemdeki ekonomik zorluklarında bahsetmek istiyorum. Ekonomik zorluk bizim gibi aile şirketi olup her şeyi uzun vadeli olarak düşünen şirketler için çok caydırıcı veya korkutucu değil. Çünkü biz uzun vadeli ve aile şirketi olarak bakıyoruz. Türk piyasasına ve Türkiye’deki operasyonumuza güvenimiz tamdır” dedi.

“Avrupa LPG konusunda Türkiye’ye gıpta ile bakıyor”

Graber, “İstanbul’da olmaktan ve grubumuzun gözbebeği şirketlerinden İpragaz’ı ziyaret etmekten memnunuz. İpragaz’dan gururla söz ediyoruz. Oldukça önemli bir tecrübeye sahip olan İpragaz, genç çalışanlara sahip olmasıyla birlikte bizler için yenilikçilik kimliğin bir parçası. Her koşulda hızlı bir şekilde pozisyon alabiliyor. İpragaz’ın bünyemizde bulunmasından büyük memnuniyet duyuyoruz. Avrupa, LPG kullanımı yüksek olduğu için Türkiye’ye gıpta ile bakıyor” açıklamasında bulundu.

Hayallerimizi tek tek gerçekleştiriyoruz

Yatırımları ve projeleri hakkında açıklamalarda bulunan SHV Energy Türkiye Ülke Yöneticisi ve İpragaz CEO’su Eyüp Aratay ise, “Geçen yıl kritik bir yıldı. Bütangaz terminalinin yüzde 50 hissesini alarak yüzde 100’e çıkarttık. Bu sayede 100 bin metreküp stoklamaya ulaştık. Bu bizim ikmal güvenliğimiz açısından çok önemli dönüşüm noktası oldu. GO istasyonları, akaryakıt sektöründe bize göre en yeni ve en kaliteli hizmeti ortaya koymak üzere yola çıkmış şirket. Bu şirketteki büyümemize devam ediyoruz. Geçen yıl 42 tane istasyon açtık, kısa vadede 300 istasyona ulaşmak gibi hayalimiz var. Bunun için sürekli olarak SHV’nin desteğini ve motivasyonunu yanımızda görüyoruz. Geçen sene EVAS’ın 3’üncü fabrikasını açtık. Bu şirket tüp anlamında dünyanın önemli oyuncularından birisi. Yaklaşık 2,5 milyon adet tüp üretim hedefi var. Bugün 2 milyonu aştık. Geçtiğimiz aylarda da 50 milyonuncu tüp üretimini kutladık. Oradaki yatırımlarımız devam ediyor” dedi.

İpragaz CEO’su Eyüp Aratay: LPG’li araçlar, kapalı otoparklara girebilecek

Türkiye’de LPG’li araçların kapalı otoparklara alınmamasına da değinen Eyüp Aratay, “Türkiye otogaz pazarı, dünya çapında büyüklüğe ve örnek bir yapıya sahip. Ancak belki de bu pazar hiç yakışmayan bir sorun ise LPG’li araçların kapalı otoparklara alınmaması idi ve bu konuda yoğun çaba sarf ettik. Nihayetinde TSE’nin anahtar rol oynadığı süreçte son olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı gerekli değişikliklerin taslağını oluşturdu. 4.7 milyon LPG’li aracı mağdur eden bu önemli sorunu en kısa sürede geride bırakacağımıza inanıyoruz.” dedi.                                                                                                     

Türkiye elektrikli şarj istasyonlarıyla donatılıyor

Türkiye’de hayata geçirdiği elektrikli şarj istasyonlarıyla tasarruflu, sıfır emisyonlu ve sessiz elektrikli araçların yaygınlaşmasına katkıda bulunan Zorlu Energy Solutions (ZES), Isparta’da kurduğu yeni şarj istasyonu ile 5 büyük kenti Antalya ile bağlarken Akhisar’da kurulan yeni şarj istasyonu ile İstanbul – İzmir rotasını kesintisiz elektrikli araç sürüşü için güçlendiriyor.

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kullanımı gittikçe yaygınlaşan elektrikli araçlar; çevreci, tasarruflu, sıfır emisyonlu ve aynı zamanda sessiz olmaları nedeniyle tüketiciler tarafından tercih ediliyor. Hayata geçirdiği yeni nesil teknolojilerle “geleceğin enerji şirketi” olma yolunda hızla ilerleyen Zorlu Enerji ise geçtiğimiz yıl kurduğu Zorlu Energy Solutions (ZES) ile elektrikli araçlar için şarj istasyonlarını hayata geçirmeye devam ediyor.

Sadece şehir içi kullanım için değil, aynı zamanda şehirlerarası seyahatlerde de elektrikli araç sahiplerinin ulaşımını kolaylaştırmak ve onlara kesintisiz bir sürüş deneyimi sunmak için çalışmalarına devam eden ZES, bu kapsamda Isparta ve Akhisar’da yeni elektrikli şarj istasyonlarının açılışını gerçekleştirdi.

Isparta’nın en hızlısı, Akhisar’ın ilk şarj istasyonu

Isparta’ya kurduğu ve kentin en hızlısı olanşarj istasyonuyla Antalya ve Afyon arası rotayı elektrikli araçlar için kesintisiz olarak mümkün kılan ZES, İstanbul, Ankara ve İzmir’den Antalya’ya yapılacak elektrikli araç seyahatlerine de imkan sağlıyor. Akhisar’ın ilk şarj istasyonunu da hayata geçiren ZES, böylece İstanbul ve İzmir arasında seyahat yapacak elektrikli araç sahiplerinin rotasını kuvvetlendirmekle kalmayıp aynı zamanda iki nokta arasını da hızlandırmış oldu.

ZES istasyonları, aynı anda 4 aracı şarj edebiliyor ve araçlar 30 dakika içinde yüzde 80 oranında şarj seviyesine ulaşabiliyor.

Saatlik elektrikli araç paylaşım platformu: “electrip”

Zorlu Enerji’nin yarattığı bir başka marka olan electrip, araç paylaşım platform ile tüm sürücülere elektrikli araçlar ıdeneyimleme imkanı sunuyor. Şehir içi ulaşıma çevreci, kolay ve yepyeni bir alternatif getiriyor. electrip’i kullanabilmek için electrip mobil uygulamasını AppStore veya Google Play Store’dan indirip, kayıt olmak yeterli. Kayıt ardından bilgiler kontrol edilip üyelik onaylandıktan sonra, elektrikli araçlar rezerve edilebiliyor ve günün her saatinde teslim alınabiliyor. electrip’in sunduğu teknoloji sayesinde kullanıcılar aracın anahtarına ihtiyaç duymadan mobil uygulama üzerinden aracın kilidini açma kapatma, aracı çalıştırma ve yolculuğunu sonlandırarak ödeme yapma gibi işlemleri gerçekleştirebiliyor. Şimdilik İstanbul’da Zorlu Center ve Levent 199’da hizmet veren electrip, çok yakında farklı noktalarda da hizmet vermeye başlayacak.

AB’nin kanatları altındaki Bulgaristan’ın enerjisi

Bulgaristan ziyaretimizde Sofya Ticaret Müşavirliği ve Filibe Ticaret Ataşeliğinden ülkenin enerji sektörünün genel durumu hakkında bilgiler aldık.

Bulgaristan’ın enerji koridorlarının üzerinde bulunması AB tarafından değerlendirilmeye çalışılmaktadır. Bu nedenle enerji jeopolitiğinde etkin rol alma çabasındadır.

Avrupa Birliğinin kanatları altında olan Bulgaristan bölgesinde ve Avrupa’nın tamamında enerji güvenliği açısından kritik öneme sahiptir.

Pek başarılı olamasa da uluslararası enerji projelerine önderlik yapma çabasındadır.

Yenilebilir enerji kaynaklarını etkin kullanarak elektrik ihracatı yapmakta olup, Güneydoğu Avrupa’nın önde gelen elektrik ihracatçıları arasında yerini korumaktadır.

Köklü ve gelişmiş enerji sektörü bulunan ülkenin bu avantajı komünizm döneminden miras kalmıştır.

Ülkede enerji sıkıntısı yaşanmamaktadır. Doğal kaynakları ve güçlü elektrik üretimi sıkıntı yaşamamasının önündeki en büyük referansıdır.

Fakat Bulgaristan ham petrol ve doğalgaz konusunda Rusya’ya bağımlı olmasından dolayı tedariklerin durdurulabileceği riskini taşımaktadır.

Enerji sektörünün altyapısı Bulgaristan Enerji Holding’i kanalıyla tamamı devletindir. Fakat elektrik dağıtım ağları % 100 özeldir.

Enerji santrallerinin büyük bir oranında% 90’a varan oranlarda yabancı sermaye bulunmaktadır. Bu konuda dışa bağımlılık vardır.

Elektrik üretimi ülkenin enerji sektörünün temelini oluşturmaktadır. Yerel nükleer, termik ve hidroelektrik santraller vasıtasıyla elektrik enerjisi üretilmektedir.

Ülkede su, güneş, biokütle, jeotermal ve rüzgar enerjisinde kayda değer kaynakların olduğu bilinmektedir.

Bulgaristan. Romanya ve Yunanistan ile doğalgaz konusunda ortak çalışmalar yürütmektedir.

Bulgaristan’dan Türkiye’ye transit doğalgaz sevkiyatını gerçekleştirecek olan modernize edilmiş boru hattı açılmıştı.

Açılış töreninde Bulgaristan Enerji Bakanı Temenujka Petkova ile Türkiye Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez de hazır bulunmuş ve iş birliklerinin devam edeceğini belirtmişlerdi.

Petkova, ‘Doğalgaz boru hattının devreye girmesiyle Türkiye ile tam bir gaz bağlantısı sağlanmış olduğunu’ vurgularken, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez ise ‘Yeni boru hattı projesinin iki ülke arasındaki karşılıklı güven ve güçlü ilişkinin sonucu’ olduğunu ifade etmişti.

2016’da başlatılan Bulgaristan-Türkiye transit doğalgaz aktarım boru hattı projesiyle, Bulgaristan’dan Türkiye’ye olduğu gibi Türkiye’den de Bulgaristan’a doğalgaz aktarımı yapılabilecek. Bu proje kapsamında çalışmalar devam etmektedir.

Bulgaristan ile enerji işbirliğimiz önem arz etmektedir. Ve özellikle ülkenin Bio enerji konusunda örnek alacağımız projeleri bulunmaktadır.

AKSA kesintisiz enerji sağlıyor

Dünyanın en büyük 5 jeneratör üreticisi arasında yer alan ve Türkiye’deki jeneratör pazarının lideri olan Aksa Jeneratör, yaptığı Ar-Ge çalışmalarıyla enerji sektörüne katma değer sağlamaya devam ediyor. Aksa, Ar-Ge çalışmalarıyla CBE (Close BeforeExcitation) teknolojisini geliştirerek enerji kesintilerinde jeneratörün 8 saniyede devreye girmesini sağladı.

Aksa’nın yeni teknolojisi İstanbul Havalimanı’na da kesintisiz enerji veriyor. Türkiye’nin lider jeneratör markası Aksa Jeneratör, kesintisiz enerji için sunduğu ürün ve hizmetlerini sürekli yenileyerek enerji sektörüne ivme kazandırmaya devam ediyor.

Firma son olarak geliştirdiği CBE (Close BeforeExcitation) teknolojisiyle enerji kesintilerinde jeneratörün devreye girme süresini 15 saniyeden 8 saniyeye düşürdü. Aksa Jeneratör’ün CBE ürünü özellikle hastanelerde maksimum 10 saniyelik kesintiye tahammül edebilen ameliyathane, yoğun bakım, radyoloji gibi bölümler açısından hayati önem taşıyor.

En büyük jet yakıtı tedarikçisi: Tüpraş

Tüpraş, İGA İstanbul Havalimanı Akaryakıt Hizmetleri A.Ş. tarafından düzenlenen ihale sonucunda, İstanbul Havalimanı’na 5 yıl süreyle yıllık 1,8 milyon ton jet yakıtı satacak.

İstanbul Havalimanı’nın ihtiyacı olan jet yakıtının temini amacıyla, İGA İstanbul Havalimanı Akaryakıt Hizmetleri A.Ş. tarafından düzenlenen ihale sonuçları açıklandı. Tüpraş, İstanbul Havalimanı’na 5 yıl süreyle yıllık 1,8 milyon ton jet yakıtı satışına hak kazandı. Bu kapsamda satışlara başlandı.

Dünyanın en büyük hava limanlarından İstanbul Havalimanı’nın yıllık yakıt ihtiyacının, ilk yıl için 3 milyon tonun üzerinde olması bekleniyor. Tüpraş ihale sonucunda yıllık 1,8 milyon tonluk satışıyla ihalede en büyük payı kazandı. Şirket, bu miktarla İstanbul Havalimanı’nın jet yakıtı ihtiyacının yaklaşık yüzde 60’ını karşılayacak.

Tüpraş Genel Müdürü İbrahim Yelmenoğlu, konuyla ilgili yaptığı açıklamada “Türkiye’nin en büyük sanayi şirketi olmanın sorumluluğuyla, Ülkemizin akaryakıt ihtiyacını kesintisiz karşılamaya devam etmek için var gücümüzle çalışıyoruz. Bu ihaleyle, İstanbul Havalimanı’nın jet yakıtı ihtiyacınında en büyük kısmını karşılayarak, Ülkemiz cari açığının kapanmasına da katkıda bulunduğumuz için gurur duyuyoruz” dedi. Yelmenoğlu sözlerine şöyle devam etti; “Dünyanın en büyük havalimanları arasında yer alan İstanbul Havalimanı’nın sektöre dinamizm katacağına inanıyoruz.  Tüpraş olarak, deniz ve demiryolu taşımacılığımızdaki lojistik üstünlüğümüzle yeni havalimanımıza en üst düzeyde hizmet vermeye devam edeceğiz.”

Tüpraş, geçen yıl 4,7 milyon tonluk sivil jet yakıtı satışıyla havacılık sektörünün, 2,3 milyon ton benzin, 12 milyon ton dizel ve yaklaşık 1 milyon ton LPG satışıyla Ülkemiz akaryakıt ihtiyacının karşılanmasında üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdi.

S-400 füze sisteminde bilinmeyenler

0

ABD ile olan “sert” ilişkiler bir türlü gündemden düşmüyor.

F-35 ile S-400 füze sistemlerinin Türkiye’nin başına açması muhtemel badirelerden bahsediliyor.

Neredeyse, her iki füze grubuna sahip olması gerekiyor.

Oysa, bu süreç pek basit görünmüyor.

Özellikle, S-400’ ler üzerinde daha yakından durmamız icap ediyor.

S-400’ ler, üzerinde bu kadar “gürültü” koparacak en önemlisi NATO’yu tabii ki ABD’yi “tedirgin” edecek güce sahip görünüyor.

Her şeyden önce, NATO’ya tehlike arz ederken bir yandan da, üye ülkeleri S-400 sistemini edinme tehlikesini de yanında getiriyor.

Çünkü, S-400’ler F-35 dahil ABD’nin bütün sistemlerinden üstün bir tekniğe ve güce sahip bulunuyor.

İlk olarak 2007 yılında Moskova’nın savunulmasında kullanılmak üzere devreye alınan S-400 sistemi şu sıralarda Suriye’nin Tartus kentinde bulunan Rus hava üssünde kullanılıyor.

Son dönemde Rusya, çeşitli ülkelerle bu füze savunma sistemini satmak üzere anlaşmalar da yapmaya başlıyordu.

Rusya, 2015 yılında Çin’e altı tabur, 2016’da da Hindistan’a 6 milyar dolar karşılığında beş tabur satılması konusunda anlaşma imzalıyor. Bir tabur, sekiz fırlatıcıdan oluşuyor.

Bu arada, S-400’ün teknik özelliklerini özetlemek gerekiyor:

Şu anda dünyada kullanımda olan en iyi hava savunma sistemlerinden “birincisi” gösterilen S-400, Rusya’nın Soğuk Savaş döneminde geliştirmeye başladığı füze savunma sisteminin dördüncü neslini temsil ediyor.

Bu sistem, insanlı ya da insansız her türlü hava aracının yanı sıra hem seyir (cruise) hem de balistik füzeleri imha etme kapasitesine sahip bir değer taşıyor. Azami menzili 400 kilometre, ulaşabildiği en yüksek irtifa da 30 kilometre.

Ayrıca, her hedefe iki füze kilitleyerek, eşzamanlı olarak 80 hedefi vurabiliyor.

En fazla 3 bin 500 kilometre uzaklıktan fırlatılan orta menzilli balistik füzeleri imha etme kapasitesine sahip olduğu öne sürülüyor. Sistemin içinde yer alan bir füzenin ağırlığı 1,8 ton, uzunluğu sekiz metre ve çapı da yaklaşık 50 santimetre. Ayrıca 145 kilograma kadar savaş başlığı taşıyabiliyor.

Sistemin çalışması da, gayet komplike bir durum arz ediyor.

Uzun menzilli izleme radarı, havadaki nesneleri takip ediyor ve gelen bilgiyi komuta aracına gönderiyor. Potansiyel hedefler, komuta arasında değerlendiriliyor.

Hedef tanımlandıktan sonra komuta aracı füzenin fırlatılmasına karar veriyor.

Fırlatmayla ilgili veriler, hedefe göre en iyi konumda bulunan fırlatma aracına gönderiliyor ve buradan karadan havaya füzeler gönderiliyor.

Angajman radarı, füzenin hedefine ulaşmasına yardımcı oluyor.

Diğer taraftan, NATO, Türkiye’ye savunma alanında bazı kısıtlamalar da uyguluyor.

Bu kısıtlamalar arasında, Türkiye’nin bu tarz füze sistemlerini Ermenistan ve Yunanistan sınırlarına yakın bir noktaya konuşlandırmaması da yer alıyor.

Şu anda elinde S-400 füze sistemi olan bir NATO üyesi bulunmuyor. Türkiye’ye bu sistemin konuşlandırılması halinde, bu açıdan bir ilk olma sıfatını kazandırıyor.

Bununla birlikte, Yunanistan’ın elinde bir önceki versiyonu yine Rus yapımı S-300 füzelerinin olduğu ve bu füzeleri NATO üyesi olmayan Güney Kıbrıs’tan satın aldığı biliniyor.

ABD ve diğer başka NATO üyeleri, bu anlaşmaya iki açıdan karşı çıkıyor.

İlk olarak askeri açıdan, bu sistemin NATO sistemleriyle uyumlu olmayacağı ve bunun da pratikte bazı sıkıntıları beraberinde getirebileceği uyarıları yapıyor.

Öte yandan, uzmanlar NATO’nun birbirine entegre hava savunma sisteminin bulunduğunu ve Türkiye’nin S-400’ü satın almasının maliyet, nitelik ve teknoloji transferi gibi birçok teknik sorunu beraberinde getirebileceğini de, gözler önüne seriyor.

NATO sistemleriyle ilgili bazı teknik detayların Rusya’nın; savunma sistemiyle ilgili bazı bilgilerin de NATO’nun eline geçmesinden endişe ediliyor.

Yapılan itirazın ikinci nedenini ise siyasi gerekçeler oluşturuyor.

Bu alımın tamamlanması halinde bunun Türkiye’nin NATO ile ilişkilerini yeniden tanımlamak adına attığı bir adım olarak yorumlanabileceği de belirtiliyor.

Moğol akınları ve cirit

0

aralarında spor ve eğitim amaçlı olarak düzenlenen oyunlar olması bakımından ilk kaynak olarak Sümerler’e dayandıkları söylenebilir. Yani ortaya çıkışı ve devamlılığı açısından Alparslanla Anadolu’ya giren tümüyle bir “Anadolu oyunudur” denilebilir.

Türklerin Orta Asya’ya gidip oradan tekrar anayurtları olan Anadolu’ya dönmeleri sırasında güncelliğini korumuş olan oldukça zor bir spor türüdür.

Osmanlılarda askerin gücünü ve moralini arttırmak amacıyla gerçek bir “oyun” niteliğinde düzenlemeler yapıldığı bilinmektedir. Yıldırım Beyazıt ve Çelebi Mehmet, bu oyunlara özel önem veren padişahlardı. Amasya ve Merzifon birbiri ile yenişemeyen usta binicilerin çıktığı iki coğrafya olarak ünlenmişti. Amasyalılara “Bamyacı”, Merzifonlulara ise “Lahanacı” adı verildiği bilinmektedir. 1826’da dönemin padişahı II. Mahmut tehlikeli diye ciriti yasaklatmıştır.  Günümüzde sadece bir “şenlik” unsuru olarak Erzurum, Erzincan, Bayburt, Uşak başta olmak üzere Manisa, Malatya, Diyarbakır, Siirt yörelerinde düğün ve derneklerde ve İstanbul’da Kağıthane Belediyesi’nin geleneksel şenliklerinde oynanmaktadır.

Bir adı da “Çavgan” olan Cirit, klasik tanımı ile 100 santimetre uzunluğunda meşe ağacından yapılma iki ucu küt değneklerin süvariler tarafından birbirine isabet ettirmesine dayanan 120×40 metre boyutlarında bir sahada oynanan ve  az bilinen  bir  spor dalıdır.

Ata bir zarar verilmemesi gerekir. Boks gibi kişisel tatmine dayalı değildir. Çeviklik, ata binme tekniği, ustalık, takım ruhu ve dayanışma bu oyunda öne çıkar. Elbette atın uzun bir süre,  bu oyun için özel olarak eğitilmesi gerekir.

Eskiliği ve sürekliliği ile Guinness rekorlarına giren Kırkpınar yağlı güreşleri veya Karabucak güreşleri gibi ciritte “Bir Türk Spor” dalı olarak eğer iyi tanıtılırsa eminiz dünya çapında ilgi toplayacaktır.

İstanbul Ticaret Odası, babalarının arabalarını trafikte daha hızlı süren şımarık gençlerin yollarda arkadaşları ile yarışıp birçok masumun kanına girmesine ve maddi zararlara neden olan, yani insanlara “hız tutkusunu” aşılayan Formula-1 yarışlarına nedense çok destek vermişti. Oysaki İTO’nun bugüne kadar organize edilen iki yarıştan 15 milyon YTL zarar ettiği de anlaşılmıştır. Hatta Pendik’teki dokunulmamış çok kıymetli bir ekosistem, güya Türkiye’ye turist çekmek bahanesi ile yasadışı ve acele kararlarla batı dünyasının bu pahalı, tüketime yönelik ve tehlikeli yarışları uğruna kurban edildi.

Herhalde “günah çıkarmak” adına İTO şimdi başta Gezginler Kulübü’nün kıymetli üyesi Hüseyin Akarçeşme’nin gayreti ile bu ata sporunu yaşatmak, tanıtmak ve geliştirmek için büyük bir çaba içine girdi. Atatürkümüzde Atlı Spor Kulübü’nü kurdurarak ciriti sahiplenmişti. 

Tüm ağırlığı ile üzerine bindiği zavallı atın ölümüne neden olan, benim de bu sorumsuz davranışı nedeni ile protesto edenlerin arasında olduğum Cüneyt Arkın şovunu kötü bir anı olarak kenara koyarsak Kağıthane Belediyesi başkanı Fazlı Kılıç da bu geleneksel sporumuza yıllardır destek veriyor. Bugün ülkemizde 1900 lisanslı cirit oyuncusu bulunmaktadır. Elbette atların bakımı ve ulaşım masrafları ile “cirit” pahalı ve emek isteyen bir spordur.

Bir ülke, gelenek ve görenekleri “devam ettikçe” ayakta dik durur. Böyle bilinmeyen farklı spor dallarını sergilemek daima büyük ilgi görür. Türkiye’yi ziyaret eden yabancılar futbol, Formula-1, basketbol, hentbol, gibi evrensel sporlar yerine o ülkeye has, arkadaşlarına anlatacakları, fotoğraflayacakları yerel sporları elbette  ilgi ile izleyeceklerdir..

Ciriti sevelim, sevdirelim, yaşatalım.

STAR Rafineri ile Petkim’in ortak sinerjisi

Petkim, yılın ilk çeyreğinde 2.83 milyar TL ciro elde etti. Piyasa beklentilerinin üzerine çıkarak 144 milyon TL net kâr açıklayan Türkiye’nin ilk ve tek entegre petrokimya şirketi, küresel ekonomideki durgunluğa rağmen ilk 3 ayda 338 milyon TL FAVÖK’e ulaştı. Petkim’in toplam net satışları ise geçen senenin aynı dönemine kıyasla yüzde 51 arttı. Petkim Genel Müdürü Anar Mammadov, “2019’un ilk çeyreğinde STAR Rafineri’den hammadde alımına başladık. Yarattığımız ortak sinerjinin yanı sıra verimlilik odaklı çalışmalarımız ve yatırımlarımızla bu yıl hem sektörümüzü büyütmeyi hem de sürdürülebilir kârlılığımızı artırmayı hedefliyoruz” dedi.

SOCAR Türkiye’nin iştiraki; Türkiye’nin ilk ve tek entegre petrokimya şirketi Petkim, 2019 yılının ilk çeyreğine ait finansal sonuçlarını açıkladı. Küresel piyasalarda ve petrokimya sektöründe görülen durgunluğa rağmen satışlarını geçen yılın ilk çeyreğine kıyasla yüzde 51 artırarak 2.83 milyar TL ciroya ulaşan Petkim, 144 milyon TL net kâr elde etti. Petkim’in faiz, amortisman ve vergi öncesi kârı da (FAVÖK) 338 milyon TL oldu. 2018 yılının son çeyreğinde yapılan 52 günlük planlı bakım duruşunun ardından yüksek bir üretim performansına ulaşan Türk sanayisinin üretim devi, ilk üç ayda amiral gemisi Etilen Fabrikası’nda yüzde 99 kapasiteye ulaştı. Entegre çalıştığı STAR Rafineri’den 2019’un ilk üç ayında 75 bin tonu nafta olmak üzere toplam 84 bin ton hammadde alarak verimliliğini ve performansını artıran Petkim, geçtiğimiz aylarda 20 milyon dolarlık yatırımla kurduğu Bipolar tesisini de devreye aldı.

Petkim Genel Müdürü Anar Mammadov, 2019 yılının ilk çeyreğini başarılı geçirdiklerini belirterek, “Tam kapasite üretim için gün sayan STAR Rafineri ile entegre çalışmamızın ilk meyvelerini almaya başladık. Bu sinerjinin yaratacağı faydayı, yılın sonuna kadar daha çok hissedeceğiz. Piyasa koşullarına ve durgunluk beklentilerine rağmen Türk sanayisi ve ekonomisi için değer yaratmaya odaklandık ve yatırımlarımızı sürdürdük. 2019 yılında da pazarın ve müşterilerimizin ihtiyaçlarını hızlı ve eksiksiz bir şekilde karşılayarak Türkiye’de katma değerli üretimin lideri olmaya devam edeceğiz” dedi. Dijitalleşme çalışmalarıyla birlikte 2017 yılında başlattıkları kültürel dönüşüm ve değer yaratma programı ‘PetkimBenim’in, üretim, kapasite kullanım ve kârlılık anlamında Petkim’i güçlendirdiğini söyleyen Mammadov, “Çalışanlarımızın katkısıyla uygulamaya geçirdiğimiz ve şirketimize yılın ilk çeyreğinde 9 milyon dolarlık katkı sağlayan ‘Petkim Benim’ programını, 2019 yılında da kesintisiz sürdüreceğiz. Emeği geçen tüm çalışma arkadaşlarıma teşekkür ederim” diye konuştu. Bu yıl Klor Alkali Fabrikası’nda 20 milyon dolarlık yatırım bedeliyle ‘Bipolar Projesi’ni hayata geçirdiklerinin altını çizen Mammadov, projenin sonuçlanması ile enerji verimliliği, güvenli ve kesintisiz üretim anlamında önemli adımlar attıklarını da sözlerine ekledi.

Osmanlı dönemine ait Volçan Köprüsü

Kırklareli Demirköy ilçesinde bulunan Rezve Deresi üzerine kurulu Osmanlı dönemine ait üç kemerli Volçan köprüsünü ziyaret ettik. Köprünün bir ayağı Bulgaristan tarafında bulunurken, diğer ayağı da Türk tarafında bulunuyor.

Buram buram tarih kokan doğa içerisinde bir şaheser olarak onarılmayı bekleyen köprü Kırklareli Valisi Osman Bilgin’in talimatıyla 2019 Yılı Tarihi Köprüler Restorasyon Programına alınmış.

Bulgaristan ve Türkiye arasında ki sınır hattını oluşturan Rezve deresi üzerinde bulunan Volçan Köprüsü araçla ulaşım sağlanamıyor.

Bu sebeple ormanın içerisinden yürüyerek köprüyü ziyaret edebildik. Köprünün Türkiye tarafında bulunan kemeri sağlam iken Bulgaristan tarafında bulunan kemer ise çökmüş. İnşallah restorasyon yapılmasının ardından tekrar bu köprüyü ziyaret etmek nasip olur.