Rusya Devlet Atom Enerjisi Kurumu ROSATOM tarafından yapılan Akkuyu Nükleer Santrali’nin en büyük katkılarından birisi de iklim değişikliğiyle mücadelesi olacaktır.
4 ünitede toplam 4800 MW elektrik gücüne sahip Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nin devreye girmesi ile ülkemizin toplam elektrik ihtiyacının yaklaşık yüzde 10’unu karşılayabilecek. Elektrik üretmekten daha değerli olan ise iklim değişikliğine yapacağı pozitif katkı olacaktır. Türkiye’nin bir yıl içinde ürettiği toplam sera gazının yüzde 4’üne denk gelen yaklaşık 20 milyon ton karbondioksit (CO2) eşdeğeri sera gazı bu sayede doğaya salınmayacak.
Enerji üretiminde tamamen nükleer teknoloji kullanmak toplam sera gazı salınımını üçte birine düşürür. Deniz suyu arıtmada, bölgesel ısıtmada, hidrojen üretiminde, petrol çıkarmada, diğer petrokimyasal uygulamalarında, büyük tankerlerde, konteyner gemilerinde ve uzay uygulamalarında nükleer bilimden yararlanmak sera gazı salınımını daha da azaltır. Böylesi bir girişim, mavi gezegenin sorunlarını tamamen ortadan kaldırmasa da kendi hatalarımızı düzeltme adına atılmış önemli bir adım olur. Geldiğimiz şu noktada dünyamızı kurtarmak adına atılmış olması gereken ‘yumuşak ve maliyetsiz’ adımlara verilen mühlet sona erdi. ‘Sert ve maliyetli’ adımların atılma zorunluluğu ortaya çıktı.
Türkiye’de yapılan araştırmalardan insanların iklim değişikliği ve küresel ısınma konularında endişeli olduğunu bilmekteyiz.Tüm dünyada ve Türkiye’de küresel ısınmanın etkileri konusunda bilinç düzeyi giderek artıyor. Türkiye dahil pek çok ülkenin sera gazı salınımını önleyecek adımlar atması gerekiyor. Enerji üretimi ve kullanımı, iklimi direkt etkileyen unsur. Bugün itibariyle baktığımızda enerji üretimi ve kullanımı, toplam sera gazı salınımının yaklaşık yüzde 70’ine denk geliyor. Bu oran bile Türkiye’nin nükleer santrallerden enerji üretimi için hareket geçerek ne kadar önemli bir adım attığını ortaya koymakta. Türkiye’nin ilk nükleer güç santrali olacak Akkuyu’nun temeli geçen yıl atıldı. Bizim de ülke olarak ‘dünya nükleer kulübü’ içerisinde yer almamız, bu teknolojiyi farklı alanlarda da kullanmamız, gelişmişlik düzeyimiz açısından önemli. Geleceğimizi kurtarmaya yönelik gerçekten bir niyetimiz var ise, nükleer teknolojiyi kullanmak artık bir seçenek olmaktan çıktı. Bu, Türkiye için de, diğer ülkeler için de böyle. Nitekim tüm dünyada çeşitli önemli kuruluşlar ve farklı sektörlerden önemli isimler tarafından küresel ısınmaya karşı nükleer enerji daha fazla gündeme getiriliyor.
Sanayi devrimi sonrası küresel ısınmanın birçok açıdan kendini gösterdiğini bilinmektedir. Tek bir nefeste aldığımız zehirleyici gaz miktarı, Sanayi Devrimi öncesine kıyasla kabaca iki katı kadar. Bir diğer önemli gösterge, küresel sıcaklık artışı. Sanayi Devrimi ile birlikte sera gazlarındaki artıştan kaynaklı küresel sıcaklık artışı, 1 derece oldu. Sıcaklık artışı, buzulların erimesine ve kutup bölgelerinde yılda 275 milyar ton buz kütlesi kaybına yol açtı. Küresel deniz suyu seviyesini yılda 3,2 mm yükseltti ve küresel çapta deniz suyu sıcaklığını 0,4 derece artırdı.
Küresel ısınma bilim insanlarının beklentilerinden daha hızlı ilerlemektedir. Gerekli adımlar atılmazsa, bütün çalışmalar hep aynı sona işaret etmektedir: “Küresel yok oluş”
Bütün sorunların ana kaynağı olan biz, neden olduğumuz böylesine küresel bir sorunun çözümünde nasıl rol oynayacağız? Gerçekçi olursak, bugünden yarına dünya nüfusunu 10’da 1’ine düşürmek, insanları ihtiyaç duyuldukları enerjiden yoksun bırakmak veya mevcut yaşam kalitemizden vazgeçip taş devri dönemine dönüş yapmamız mümkün değil. Peki ya ne yapmak gerekir? Bu noktada verilecek en net cevap, düşük sera gazı salınımlı, ileri teknoloji enerji üretim yollarına yönelmek olacaktır. En uygun teknolojiye karar vermenin en basit yöntemi, 1 Kwsaat enerji üretmek için farklı yakıt türleri yakıldığında, üretilen karbondioksit gazı miktarına bakmaktır. Bu bakımdan, kömür, linyit ve benzerleri 340 g, petrol ve türevleri 280 g, doğalgaz 200 g, biyo-yakıtlar ve atıklar 270 g ve nükleer, hidroelektrik, güneş, rüzgar, jeotermal ve diğer yenilenebilir enerji türleri 0 g karbondioksit gazı üretir. Biraz daha detaya inersek, yani beşikten mezara kadar olan tam yaşam döngüsündeki doğrudan ve dolaylı salınımları da dikkate alırsak, rüzgar ve nükleer 12 g, hidroelektrik 24 g, jeotermal 38 g, güneş 48 g, biyo-yakıt 230 g, doğalgaz 490 g ve kömür 820 g karbondioksit gazı üretir.
Çözümün net olduğunu biliyoruz. Geleceğimizi kurtarmaya yönelik gerçekten bir niyetimiz var ise, nükleer teknolojiyi kullanmak bir seçenek olmaktan çıktı, bir zorunluluğa dönüştü. Her ne kadar nükleer santraller ile ilgili nükleer atıkların ne olacağı, nükleer santral kazaları, radyasyona maruz kalma endişesi, kirli bilgiden veya bilgi eksikliğinden dolayı toplumlarda oluşan korku psikolojisi gibi ciddi kaygılar olsa da nükleer teknolojideki çığır açan teknik gelişmelerle bu kaygıların tamamen giderilmesi an meselesidir.
Dünya için artık zaman kalmadığını söylemek zorundayız. Nükleer gücün önümüzdeki yıllarda ne kadar büyüyeceği, ekonomik, politik ve sosyolojik tercihlere bağlı olacak. Ancak, bu konuda sorumluluk en çok karar alıcılara düşmekte. Bu bağlamda, dünya ülkelerinin büyük çoğunluğu, en azından 1997’deki Kyoto Protokolü’nü ve 2015’deki Paris Anlaşması’nı imzalayarak gelecek için umut verdiler. En kısa zamanda sera gazı salınımlarını azaltacaklarına ve ellerindeki karbon tabanlı yakıt teknolojilerinden ‘sıfır karbon’ teknolojilerine geçeceklerine dair söz verdiler. Verilen sözler ne kadar tutuldu? Maalesef bu zamana kadar hiçbir ülke üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirmedi.