Ana SayfaKÖŞE YAZARLARIİklim Değişikliği Konusuna Enerji Politik Bir Bakış

İklim Değişikliği Konusuna Enerji Politik Bir Bakış

Bilindiği üzere iklim; dünya üzerinde bir mahal için uzun sürelerle gözlemlenen sıcaklık, nem, hava basıncı, rüzgâr, yağış gibi meteorolojik olayların ortalaması bağlamında tanımlanmakta ve değerlendirilmektedir. Fazla olarak, hava durumundan farklı olarak iklim; meteorolojik olayların uzun süreler içinde gözlenmesiyle ulaşılan sonuçlarla birlikte o yerin enlemine, yükseltisine, yer şekillerine, kalıcı kar durumuna ve denizlere olan uzaklığına bağlı olarak da vücut bulmaktadır. Bu bağlamda iklim sistemi; atmosfer, kara yüzeyleri, kar ve buz, okyanuslar ve diğer su kütleleri ile canlıları kapsayan karmaşık ve etkileşimli bir sistem olarak betimlenmektedir. Bu bağlamda iklim sistemleri, karmaşıklığına karşın ahenkle çalışan sistemler manzumesi olarak nitelenebilir.

İklim değişikliği ise; “Nedeni ne olursa olsun iklimin ortalama durumunda ve/veya değişkenliğinde onlarca yıl ya da daha uzun süre boyunca gerçekleşen değişiklikler” olarak tanımlanmaktadır. Dünya iklim sistemi başlıca iki bağlamda değişmektedir. Bunlar; en yalın haliyle “Küresel Isınma” ve “Küresel Soğuma” olarak ifade edilebilir. İklim değişiklikleri, gerçekte dünya tarihi boyunca birbirini takip ederek süregitmiştir ve halen de böylesi bir süreç etkinliğini sürdürmektedir (Şekil 1). Dolayısıyla, iklim değişiklikleri, esas itibariyle dünya atmosferindeki sıcaklık değişimi ile ortaya çıkmaktadır. Bir başka deyişle, dünya üzerinde yıl boyunca kara, deniz ve havada ölçülen ortalama sıcaklıklarda görülen sürekli artış veya eksiliş, iklim değişikliğini betimlemiş olmaktadır. İklim sistemini oluşturan bileşenlerin (atmosfer, hidrosfer, kryosfer, biyosferin) birbirlerine madde ve enerji akışı ile bağlı olması, iklim sisteminin çok hassas bir dengeye sahip olmasına yol açmaktadır. Burada şunu da belirtmek gerekir ki; iklim sisteminde değişimi oluşturan esas neden, dünyanın enerji bilançosunu değiştiren süreçlerdir denebilir. Bu bağlamda, iklim sistemi esas itibariyle güneşten alınan enerji ile ilgili olmaktadır. 

Dünya-atmosfer sisteminin enerji bilançosunu negatif veya pozitif yönde etkileyen süreçler ise üç başlık altında toplanabilir. Bunlardan ilki dünya’nın Güneş etrafındaki yörüngesindeki değişimler, ikincisi Güneş etkinliklerinde görülen değişimler ve üçüncü olarak da atmosferin bileşimindeki değişimler olarak ifade edilmektedir. Bunlardan ilk ikisi kozmik olaylar bağlamında olaylar olup, insanoğlunun müdahalesi söz konusu olmamaktadır. Buna karşın, üçüncü başlık olan atmosferin bileşimindeki değişimler doğal nedenlerle farklılıklar gösterebilse de insanoğlunun katkısı söz konusu olmaktadır. 

Öte yandan iklim sisteminde başlayan değişimi, artıran veya azaltan süreçler söz konusu olmaktadır ve bunlar “Geri Besleme Mekanizmaları” olarak nitelenmektedir. Böylelikle, iklim değişikliği etmenlerinden birinde olan değişiklik, diğerlerini tetikleyebilmektedir. Bu bağlamda insanoğlunun neden olduğu değişimler de ilgili süreçleri etkileyebilmektedir. Bunlar arasında sera gazı salımı en önemli etmen olarak nitelenmektedir.

İnsanoğlunun İklim Değişikliğine Etkisi

İnsanoğlunun iklim değişikliğine etkisini üç başlık altında toplamak mümkündür. Bunlar; “sera gazlarının artmasını hızlandıran aktiviteler”, “ısı adası etkisi” ve “ozon tabakasının incelmesine neden olma” olarak sıralanabilir. Isı adası etkisi; kentlerdeki yoğun nüfus yerleşiminin kentsel mahal çevresinde oluşturduğu ısı kubbesi etkisinin atmosferik olayların o bölge için oluşturduğu anomali olarak nitelenebilmektedir. Ozon tabakasının incelmesi ise; hidrokloroflorakarbon vekloroflorakarbon gazları nedeniyle traposfer üzerinde yer alan ve yer küreyi yüksek enerjili ultraviole (mor ötesi) ışınlardan koruyan ozon tabakasının kalınlığının azalmasını betimlemektedir. 

İklim değişikliğine insanoğlunun etkisi konusunda belki de en öne çıkan argüman, sera gazı salımı olmaktadır. Atmosferde yaygın olarak bulunan sera gazları ise; su buharı, metan, karbon, azot ve kükürt oksitler olarak kendini göstermektedir. Söz konusu bu sera gazları içinde de önemle kendini hissettiren karbondioksit gazıdır denebilir. Nitekim karbondioksit gazı, sera gazı salımı takibi için indikatör olarak seçilmiş bulunmaktadır.

Gerçekte,sera gazı salımı doğal olarak da zaten vardır (Şekil 2). Ancak insanoğlu burada olumsuz tetiklemeyle bu çıkışı hızlandırdığı da açık bir hakikattir. Özellikle sanayi devriminden sonra sera gazı salımı bağlamında bu olumsuz etki yadsınamaz biçimde artmış ve günümüzde göz ardı edilemeyecek mertebelere ulaşmış bulunmaktadır. Ancak doğal yoldan (Şekil 2’den açık olarak görüldüğü üzere)özellikle denizlerden çıkan karbondioksit devasa boyutlardadır. İnsanoğlunun etkisi konusunda bir grafik ise Şekil 3’de görülmektedir. İnsan kaynaklı sera gazları salımının iklim değişikliğine etkisi ve iklim değişikliği konusunda önemli bir paya sahip olabildiği konusu gündeme geldikten sonra uluslararası bağlamda geniş katılımlı birçok zirve ve ilgili toplantılar yapılmış 1997 Kyoto protokolü ile somut inisiyatifler de belirlenmiştir. Ancak yazık ki; o dönemde en önemli sera gazı salımı yapan ülke olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) bu protokolü imzalamamıştır. Son olarak, iklim değişikliğini önlemek için 21. Birleşmiş Milletler Toplantısı 2015 yılında Paris’te toplanmış ve COP-21 olarak da nitelenen bu toplantı sonucunda Aralık 2015’te mutabakat sağlanmış ve kararlar ABD de dahil tüm katılanlar tarafından imzalamıştır. Her ne kadar ABD, Başkan Trump döneminde COP-21 kararlarından çekileceğini açıklamış olsa da halihazırdaki ABD Başkanı Biden tarafından kararların tanınacağı açıklanmış bulunmaktadır.

COP-21 Kararlarından ayrı olarak, Avrupa Birliği (AB) tarafından insan kaynaklı etkilerin azaltılmasıyla ilgili inisiyatifleri kapsayan “Yeşil Mutabakat (Green Deal)” açıklanmış bulunmaktadır. Ayrıca, ABD de benzer şekilde “Yeni Yeşil Mutabakat (New Green Deal)” olarak nitelenen bir mutabakatı Kongreye sunmaya hazırlanmaktadır.

Enerji Politik Değerlendirme

Enerji politik açıdan değerlendirmede önemli konu,halen elektrik üreten santrallar arasında başat santral tipinin fosil yakıtlı santrallar olmasıdır. Bir başka deyişle kömür, fueloil ve doğal gaz santrallarının toplam enerji santralları içinde sahip olduğu büyük pay yadsınamayacak boyutlardadır. Dolayısı ile tüm sektörler içinde enerji üretiminin sera gazı salımında katkısı hayli etkin olmaktadır (Şekil 4). Oysa fosil yakıtların yanmasıyla sera gazı salımı kaçınılmaz olarak ortaya çıkmaktadır. Keza, fosil yakıtların işlenmesi de sera gazı salımına sebep olmaktadır. 

Salımı İçinde Yeri

Öte yandan, günümüzde artan enerji ihtiyacının giderek büyük boyutlarla artması nedeniyle sera gazı salımı da arta giden bir trend göstermektedir. Bu durum ise, iklim değişikliğine insan etkisi bağlamında yüksek pay olarak kendini göstermektedir. Bir başka deyişle, enerji üretimi ve fosil yakıtların işlenmesi beraberce toplam içinde üçte birlik bir paya sahip olmaktadır.

Hal böyle olunca, insan kaynaklı sera gazı salımının bertaraf edilmesi ve/veya hiç değilse sınırlandırılması gündeme gelmektedir. Bu ise enerji politikalarının önemli ölçüde etkilenmesi anlamına gelmektedir.

Enerji üretimi bağlamında fosil yakıtlı santralların sınırlandırılması ve/veya devreden çıkarılması gerekli görülmektedir. Oysa, her istenen süreçte enerji üreten santrallar, bir başka deyişle baz santrallar kapsamında olan fosil yakıtlardan vazgeçmek pek de kolay olmayacak gibi görünmektedir. Zira söz konusu fosil yakıtlı enerji santrallarının yerine ikame edilecek seçenekler kısıtlıdır. Örneğin; yenilenebilir enerji santrallarının önde gelenleri olan rüzgâr, güneş ve hatta hidrolik santrallar emre amadelik şartını sağlayamamaktadırlar. Bir başka deyişle günden ve mevsimden bağımsız olarak her dönemde tam güçte enerji üretmek mümkün olmayabilmektedir. Oysa bilgi çağına ve bu bağlamda Endüstri 4.0 ve Endüstri 5.0 süreçlerine geçişin yaşandığı,içinde bulunulan bu dönemde baz santrallerden geri adım atılması kısa vadede zor görünmemektedir.

Bu durumda fosil yakıtlı santrallardan ayrı, yararlanılabilecek baz santral olarak önemli hatta tek seçenek nükleer santrallar kalmaktadır. Bu bağlamda, iklim değişikliğini kontrol edebilmek için enerji politikalarında nükleer santrallara önemli ölçüde yer verilmesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor olmaktadır. Nitekim Çin, Rusya Hindistan gibi kalkınma hamlelerinden taviz vermek istemeyen ülkelerde nükleer santralların arka arkaya kurulmalarına ilişkin projeler hayata geçirilmekte ve/veya hayata geçirilmeye çalışılmakta ve yenileri de planlanmaktadır. Öte yandan fosil yakıtların kullanımının azaltılmasında, sera gazı salımı en fazla olan sırasıyla kömür, fuel-oil ve doğal gazın kullanımında yeni gelişkin teknolojilerin kullanılarak sera gazı çıkışın azaltılması konusu üzerinde durulmaktadır. Dolayısıyla doğal gazdan çıkış en son olacak gibi görünmektedir. Bu bağlamda doğal gaz kullanımının kısıtlanması gerçekleşiyor olsa da tamamen çıkışın yakın vadede olmayacağı söylenebilir. Ancak doğal gaz kullanımının kısıtlanması için (pahalılık ifade ediyor olmasına karşın) doğal gaza hidrojen katkısı söz konusu olabilir. Böylelikle, doğal gaz kullanımı azaltılırken, hidrojen katkısı ile aynı enerji temini sağlanabilir. Bu durum da enerji politikalarının revize edilmesi anlamına gelmektedir.

Türkiye’de Durum

Türkiye için konuya bakıldığında; Türkiye Paris İklim Değişikliği Anlaşmasını imzalamış bulunmaktadır. Fazla olarak Ekim 2021 başında Anlaşma, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’de kabul edilmiş ve 7 Ekim 2021 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Böylelikle Türkiye artık COP-21’e resmen taraf olmuş bulunmaktadır.

COP-21 kararları açısından ele alındığında, Türkiye (baz santral olmasalar da) yenilenebilir enerji santrallarına zaten önem vermiş ve kurulmalarını desteklemiş ve halen de desteklemektedir. Bir başka deyişle, özellikle rüzgâr, güneş ve hidroelektrik santralları kurmuştur ve kurmaya da devam etmektedir. 

2021 yılı itibariyle Türkiye’de toplam hidrolik kurulu gücü 31.336 MWe olan 685 hidroelektrik santral çalışmaktadır. Bu santralların kurulu güce oranı ise %32 kadardır. İlaveten tümü 100 MWe’den daha büyük güçte 25 hidrolik santral da yapım aşamasındadır. Rüzgâr santralları incelendiğinde ise Türkiye’nin 335 santrala sahip olduğu ve kurulu güç olarak 9.600 MWe’i aşmış olduğu görülmektedir. Bu ise, toplam güç içinde %15’i aşan kurulu güce tekabül etmektedir. Türkiye güneş santrali kurulumunu da teşvik etmekte ve kurulu gücü 7.000 MWe’i aşmış bulunmaktadır. İlaveten, 1.600 MWe’i aşkın jeotermal santraller de çalışmaktadır. 

Baz santral olarak da nükleer santralların kurulmasına enerji politikaları içinde yer vermiştir. Nitekim Akkuyu’da her biri 1200 MWe net güçte olacak olan 4 üniteden oluşan ve toplam 4800 MWe elektrik üretecek olan santrallar inşa halindedir. Bunlara ilave olarak Eylül 2021’de Rusya ile Türkiye arasında Devlet Başkanları düzeyinde yapılan görüşmelerde Türkiye’nin Akkuyu Nükleer santralına ilave olarak kurmak istediği iki ayrı bölgedeki nükleer santral projelerine ilişkin konuların da gündeme geldiği belirtilmiştir. 

Ancak, Türkiye halen termik santralleri baz santraller olarak kullanmaktadır. Bununla beraber 2021 itibari ile kömür ithalatını kısıtlamış ve ithal kömür santralleri için durdurulma kararı alınmıştır. Fazla olarak daha önce de gerekli ve yeterli önlemleri almayan kömür santralı işleticilerine durdurma yönünde kararlar iletilmiştir. Bütün bu hususlar, COP-21 Anlaşması gereklerini yerine getirmeye, bir başka deyişle Türkiye özelinde insan kaynaklı iklim değişikliği etkilerinin azaltılmasına hizmet edecek nitelikte argümanları ifade etmektedir. 

Sonuç

İklim değişikliği konusu, son dönemlerde dünya gündeminde önem kazanan konu olarak kendini kuvvetle hissettirmektedir. Bu bağlamda, birçok ülke inisiyatif almaktadır ve bu inisiyatifi almayanlar karşı yaptırım uygulamalarına hazırlanmaktadırlar. Bu durumda, tüm ülkelerin kendi durumlarını gözden geçirip ilgili eylem planlamalarını yapmaları gerekmektedir.

Özellikle enerji üretim ve fosil işleme tesisleri başta olmak üzere pek çok sektörün bu konuda dönüşüm stratejilerini belirlemeleri zorunluluk ifade ediyor olmaktadır. Bir başka deyişle hemen her sektörde şartların gözden geçirilmesi ve COP-21 kararlarına uyum sağlanması gerekli olmaktadır.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki; AB ve ABD tarafından ortaya sürülen “Yeşil Mutabakat” ve “Yeni Yeşil Mutabakat” inisiyatifleri ile üçüncü taraflara bazı hususlar da dayatılmış olmaktadır ki; bu da dünya konjüktürel durumunda ve global ekonomide denge değişimlerine neden olabilecek niteliktedir denebilir. Bu husus da konunun farklı bir veçhesini oluşturmaktadır. 

Öte yandan, ulaşımda fosil yakıtlı araçlar yerine elektrikli araçların ikamesi önerilmektedir. Hal böyle olunca (yeterli şarjı sağlayabilecek) büyük güçlerde elektrik üretebilen baz santrallara daha çok ihtiyaç olacaktır. Bir başka deyişle, sera gazı salımı az olan ve mümkünse olmayan büyük güçlü baz santrallar öne çıkacaktır. Bu durum, enerji politikalarında nükleer santrallara başatlıkla yatırım yapılmasını ve alternatif enerji santralları olarak da yenilenebilir enerji santrallarının öncelenmesini elzem kılacaktır.

Türkiye açısından bakıldığında, bazı inisiyatiflerin alınmış olduğu görülse de ilave inisiyatiflere ve ilgili mevzuat düzenlemelerine gereksinim duyulduğu da söylenebilir. COP-21 Kararlarının onaylanmasıyla zaman içinde “Yeşil Mutabakat” ve “Yeni Yeşil Mutabakat” inisiyatifleri nedeni ile Türkiye’nin karşılaşabileceği ekonomik dayatmalara ilişkin olarak da şimdiden (2030 öncesi) güvence oluşturulmuş olmaktadır. Ayrıca, yerli nükleer enerji teknolojisinin ve hidrojen teknolojisinin üzerinde de özellikle durulmasının gerekliliği kendini göstermektedir. 

Burada unutulmaması gereken önemli bir husus; tüm bu inisiyatifler iklim değişikliğini önlemek amaçlı olarak insan etkisini azaltmaya ilişkin düşünülen argümanlardır. Ancak, dünyanın çağlar boyu yaşadığı genel devinim içinde dünyamız ısınma periyodundadır. 

“İnsanoğlu olabilecekleri hızlandırmaktadır”. Bu söylem doğrudur. Ancak, tüm insani katkılar bertaraf edilse bile iklim değişimi olayları süregidebilecektir. Bu duruma hazırlıklı olunması gerekmektedir. Dolayısıyla, iklim değişikliği çerçevesinde olabilecek olaylara karşı da hazırlıklı olunması gerekmektedir. Bu amaçla iklim değişikliğine uyuma ilişkin olarak enerji sektörü başta olmak üzere oluşturulacak inisiyatifler de en az iklim değişikliğini körükleyen insani etkileri azaltmak için yapılanlar kadar önemlidir.

İklim değişikliği olayları nedeniyle yaşanabilecekler yaşanıyor olabilecektir. Bunun için rutin yaşam düzenimizi devam ettirebilmek için iklim değişikliğine uyum çerçevesinde tedbirlerin alınması gerekmektedir. Görülen odur ki; iklim değişikliği olayları bağlamında (sel, heyelan, yangın vb. gibi afetlerle ilgili olarak) çeşitli anomaliler yaşanabilmektedir. Bu olayların bundan sonra da büyük olasılıkla yaşanabilmesi mümkündür ve bunlara karşı hazırlıklı olunması elzem görünmektedir. Bu kapsamda olmak üzere, örneğin; aşırı ve ani yağışlarla oluşan seller, heyelanlar, deniz seviyesinin yükselmesi ile sular altında kalan bölge ve topraklar, toprak ve atmosferin ısınması nedeniyle büyük miktarda buharlaşmanın olması ve bunların uzantısında yerüstü ve yeraltı su kaynaklarının azalması ve/veya kuruması, genel olarak yıl içi yağışların azalması ve genel sıcaklık artışı nedeniyle oluşabilecek yangınlar ilk akla gelenler olmaktadır. Böylesi şartlara ilişkin olarak, karşı önlemlerin alınması gerekmektedir. Özellikle kentsel bölgeler için alt yapıların kapasitesini artırma projeleri, sarnıç inşaları, şehir yerleşim planlarının gözden geçirilmesi gibi konuları öncelemek gerekmektedir. Kırsal bölgeler için toprak verimliliğinin düşmesine karşı alınabilecek önlem projeleri, bölgelerde değişen iklim şartlarına uyumlu tarım konusunda (örneğin; uygun bitki ekimi ve damlama sulama vb. gibi konularda) bilinçlendirme projeleri öne çıkarılabilir.

Öz olarak ifade edilmek istenirse; iklim değişikliğini tetikleyen insan kaynaklı olayları önleyici inisiyatif almak kadar, doğanın değişimi bağlamında “Yaşanacaklar Yaşanacak ise” bu durumda iklim değişikliğine uyum inisiyatiflerinin alınması da en az o kadar önemlidir. Her ülke, her bölge ve her yöre özelinde ayrı değerlendirmelerin yapılması ve olabilecek anomali ve afetlere karşı ilgili tedbirlerin alınması, koruma ve korunma önlemlerine ilişkin teşkilatlanma son derece önemli olacaktır. Özellikle kuraklık ve toprak kaybı ile ortaya çıkabilecek içme suyu sıkıntısı ve gıda tedariki ile ilgili olabileceklere karşı oluşturulacak projelerin geliştirilmesi hayati önem taşıyor olacaktır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

spot_img

BUNLARI DA OKUYUN