29 Eylül 2025’te Donald Trump ve Binyamin Netanyahu tarafından açıklanan 20 maddelik Gazze planı, ilk bakışta İsrail-Hamas çatışmasını sona erdirmeye dönük bir ateşkes ve yeniden yapılanma girişimi gibi görünmektedir. Ancak planın ilanında kullanılan dil ve verilen mesajlar, meselenin çok daha geniş bir jeopolitik arka plana sahip olduğunu göstermektedir. Trump’ın konuşmasında Suudi Arabistan Kralı Salman’dan Katar Emiri Şeyh Temim’e, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi’ye, Ürdün Kralı Abdullah’tan Pakistan ve Endonezya liderlerine kadar pek çok Müslüman devlet başkanının isimlerini tek tek sayarak teşekkür etmesi sıradan bir diplomatik nezaket değil, bilinçli bir stratejik hamledir. Bu yaklaşım, planı yalnızca İsrail-Filistin meselesi olmaktan çıkarıp İslam dünyasına hitap eden bir diplomatik manevra olarak paketleme arzusunu açıkça ortaya koymaktadır. Trump’ın “Arap ve Müslüman ülkeler Hamas ile ilgilenmezse İsrail işi bitirecek, biz destekleyeceğiz” ifadesi ise bu manevrayı baskı ve davet karışımı bir söylemle pekiştirmiştir.
Bu tablo, tarihin derinliklerinden tanıdık bir stratejiyi hatırlatmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya, Osmanlı hilafetini yanına çekmek için Kayzer II. Wilhelm’i “Müslüman dostu” olarak pazarlamış, İngiltere’nin Süveyş Kanalı hamlesine karşı Bağdat Demiryolu projesiyle İslam dünyasına uzanan bir nüfuz hattı kurmaya çalışmıştır. Aynı dönemde Çarlık Rusyası da Orta Asya’daki Müslüman toplulukları cephe gerisi işlerinde kullanmak üzere zorunlu seferberliğe tabi tutmuş; yüzbinlerce Özbek, Kazak ve Kırgız’ı “amele taburları” adı altında cepheye sürmüştür. Bu uygulama, ağır koşullar ve adaletsizlikler nedeniyle 1916’da büyük bir halk isyanına dönüşmüş; tarihe “Türkistan Ayaklanması” olarak geçen bu kalkışma, Müslüman toplumların büyük güç rekabetinde nasıl zorla mobilize edildiğinin dramatik bir örneği olmuştur.
İkinci Dünya Savaşı’nda bu yöntem daha da gelişmiş; Nazi Almanyası, faşist İtalya ve Japonya Müslüman toplumları kendi savaş hedeflerine seferber etmek için cihat çağrıları, cami inşaları ve “İslam’ın koruyucusu” söylemleriyle dini hassasiyetleri siyasi mobilizasyonun merkezine yerleştirmiştir. Wehrmacht ve SS saflarına on binlerce Müslüman’ın katılması, Bosna’dan Kafkasya’ya, Kuzey Afrika’dan Güneydoğu Asya’ya uzanan bir coğrafyanın nasıl jeopolitik bir güç kaynağı olarak görüldüğünü ortaya koymuştur. Mussolini’nin kendisini “İslam’ın kılıcı” ilan etmesi, Japonya’nın 1930’da “Büyük Japon İslam Birliği”ni kurup 1938’de Tokyo Camii’ni açması, hatta İngiltere ve ABD’nin Arapça broşürler dağıtarak ve Londra Merkez Camii’ni inşa ederek İslam dünyasının desteğini araması, büyük güçlerin İslam’ı stratejik bir unsur olarak değerlendirme eğiliminin farklı coğrafyalardaki örnekleridir. Aynı dönemde Sovyetler Birliği de milyonlarca Orta Asyalı Müslümanı –Özbek, Kazak, Kırgız, Türkmen ve Tacikleri– Kızıl Ordu saflarında cepheye sürmüş; böylece İslam dünyasının insan kaynağı, yalnızca Mihver devletleri için değil, Müttefikler açısından da kritik bir seferberlik aracı haline gelmiştir. Bu tablo, Müslüman toplumların küresel güç mücadelelerinde her iki blok tarafından da jeopolitik bir “yedek kuvvet” olarak görüldüğünü göstermektedir..
Bugün Trump’ın Gazze planını duyururken Müslüman liderlere yönelttiği teşekkür ve davet, bu uzun tarihsel çizginin yeni halkası olarak okunmalıdır. Fakat bu kez hedef yalnızca Ortadoğu’daki dengeleri şekillendirmek değil, aynı zamanda küresel güç mücadelesinin merkezindeki Çin’i çevrelemek gibi daha geniş bir stratejiyi de içermektedir. Çin son yıllarda Kuşak-Yol İnisiyatifi çerçevesinde Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da enerji, altyapı ve teknoloji yatırımlarını yoğunlaştırarak batıya doğru jeoekonomik bir genişleme stratejisi izlemektedir. ABD açısından bu gelişme, Pasifik’teki rekabetin ötesinde Avrupa, Afrika ve Orta Doğu üçgeninde de yeni nüfuz alanları kaybetme riski anlamına gelmektedir. Trump yönetimi, İslam dünyasını bu genişlemenin önüne bir “jeopolitik set” olarak konumlandırmak isteyebilir. Filistin meselesini öne çıkaran ve Müslüman liderlere doğrudan hitap eden bir barış planı da bu stratejinin hem diplomatik meşruiyetini sağlama hem de bölge ülkelerini Çin’e karşı ortak bir güvenlik hattına çekme aracı işlevi görebilir.
Bu açıdan bakıldığında Gazze planı, yalnızca çatışmayı sonlandırmaya değil, İslam dünyasının stratejik enerjisini ABD’nin küresel rekabetinin hizmetine yönlendirmeye dönük çok katmanlı bir hamle niteliği taşımaktadır. Trump’ın, “Arap ve Müslüman ülkeler bu plana katılırsa bölgenin kaderi değişir” mesajı, Çin’in Orta Doğu ve Afrika’daki Kuşak-Yol projelerinin önünü kesmeye yönelik daha büyük bir vizyonun parçası olarak anlam kazanmaktadır. Zira İslam dünyasının geniş coğrafyası, enerji kaynakları, finansal potansiyeli ve demografik gücü, Çin’in batıya yönelen tedarik ve ticaret hatları için hayati önemdedir. Bu hatların üzerinde siyasi baskı kurmak, ABD’ye sadece ekonomik değil jeostratejik üstünlük de kazandırabilir.
Ancak bu stratejinin kolay bir zafer olmadığını belirtmek gerekir. Müslüman ülkelerin çoğu, Soğuk Savaş dönemindeki gibi tek kutuplu bir yönelime girmektense çok yönlü dış politika izlemeyi tercih etmektedir. Körfez ülkelerinin Çin ile gelişen enerji ve teknoloji ortaklıkları, Türkiye’nin ve Mısır’ın çok taraflı diplomasisi ve Pakistan’ın “denge siyaseti” bu gerçeği göstermektedir. Ayrıca Filistin meselesinin ABD tarafından jeopolitik bir kaldıraç olarak görülmesi, bölge halklarında ve özellikle genç kuşaklarda ters tepme riski taşımaktadır. Eğer bu plan, Gazze’nin gerçek ihtiyaçlarına kalıcı ve adil çözümler getirmezse, Müslüman kamuoyunda “yeni bir emperyal proje” olarak algılanabilir.
Tarih, büyük güçlerin İslam dünyasını kendi stratejileri için seferber etme girişimlerinin kısa vadede sonuç verse de uzun vadede kırılgan olduğunu göstermektedir. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın Osmanlı hilafeti üzerinden yürüttüğü planlar ve İkinci Dünya Savaşı’nda Mihver devletlerinin Müslüman toplulukları mobilize etme çabaları, kısa vadeli taktik kazanımlar sağlasa da kalıcı bir bölgesel düzen kuramamıştır. Bugün Trump’ın Gazze planı da benzer bir tarihsel bağlamın yeni perdesi olabilir: İslam dünyası yeniden küresel stratejilerin merkezine yerleştirilirken, planın uzun ömürlü olup olmayacağı bölge halklarının iradesine, Filistin’de adil ve sürdürülebilir bir çözümün gerçekten sağlanıp sağlanamayacağına ve Çin’in karşı hamlelerine bağlıdır.
Sonuç olarak 29 Eylül 2025’te açıklanan Gazze planı, sadece İsrail-Hamas çatışmasını sona erdirmeyi amaçlayan bir diplomatik metin değil; İslam dünyasını küresel güç rekabetinin yeni merkezine yerleştiren, Çin’in batıya doğru genişlemesini dengelemeyi hedefleyen çok katmanlı bir jeopolitik hamledir. Trump’ın Müslüman ülke liderlerine yönelttiği yoğun teşekkür ve davet, bu planın en kritik ipucu olarak görülmeli; geçtiğimiz yüzyılda Kayzer’in, Hitler’in ve Mussolini’nin benzer biçimde “İslam dostu” söylemlerle yürüttüğü küresel rekabet politikalarının günümüzdeki yankısı olarak okunmalıdır.
Yazar Hakkında
Doç. Dr. Hakan Arıdemir, Kütahya Dumlupınar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir. Uluslararası Hukuk, Bölgesel Deniz Jeopolitiği meseleleri ve Uluslararası Deniz Hukuku alanında çalışmalarını sürdürmektedir. Afro-Avrasya Araştırmaları Enstitüsü’nün kurucu başkanıdır. Ulusal ve uluslararası düzeyde birçok akademik projeye, çalıştaya ve yayın faaliyetine öncülük etmektedir. Türkiye’nin Afro-Avrasya vizyonu ve Türk dünyası stratejileri üzerine derinlemesine analizler üretmektedir.