2016 yılı son yazımda 2017 dair ümit ve beklentilerimi dile getirip muhteşem bir 2017 yılını Allah’dan niyaz etmiştim ki; daha 2017 ‘nin ilk saatlerinde meşum Reina saldırısı ile içimiz buruldu, yüreğimiz yandı.
Kamu Bürokrasisi kritik dönemeçte…
Bürokratik Oligarşi devam mı edecek? Yoksa “milli ve yerli” Kamusal yapılanma mı oluşacak?
FETÖ’nün “Paralel Devlet Yapılanması” tamamen temizlenecek mi?
“Kripto FETÖ Bürokrasisi” gizliden gizliye sinsiliklerine devam mı edecek?
Bürokrasiden tasfiye edilmeye başlanan FETÖ’nün yerine farklı boyut ve niteliklerde “Yeni Paralel Yapılanmalar” mı gelecek?
Devlet yapımızda yasa koyucu ve hükümetler çok önemli kararlar alsa da; Cumhurbaşkanı’nın “Bürokratik Oligarşi” diye tanımladığı kamu görevlilerinin uygulamaya dair ciddi bariyer ve engellemeler koyduğu hepimizin malumudur.
Hemen hepimizin şikayeti vardır; “bugün git, yarın gel veya hemen bitebilecek bir işlem o masadan diğerine, bu görevliden öbürüne gider gelir”, günlerce sonuç çıkmaz.
İstihdamı artıracak ve ekonomiye katkı sağlayacak Yatırımcılar canından bezdirilir. Yatırımcının önüne sürülen iş ve işlemlerle ortaya çıkan “Kırtasiyecilik” yatırımdan vazgeçme noktasına getirir.
Sıradan vatandaşlar herhangi bir işlemi için Kamu kurumuna çekinerek gider. Aymazlık, umursuzluk, rehavet, yavaşlık ve işi yokuşa sürmek hepimizin algılarına yer etmiş bir “kamusal gelenek” haline gelmiştir.
Bu tarz pratikler en alttan en üste Kamu Bürokrasinin hepimize bir şekilde dokunan boyutudur.
Bu kısma fazla girmeyip günümüz için asıl önem arz eden bir sorunsala değinmek istiyorum.
Ülkemiz çok ciddi sorunlarla mücadele ediyor. Güvenlik ve Terör en büyük meselemiz olarak hepimizin canını yakıyor.
FETÖ denilen “habis ur” 40 yıldır nakış gibi işleyerek Emniyet, TSK, Yargı gibi Güvenlik ve adaletle birincil ilintili kurumlarımızı işgal etmiş, nerdeyse tamamen ele geçirmiş haldeydi.
17-25 Aralık “Yargısal Darbe Girişimi” sonrası Devletimiz temizlik harekatına başladı. Sayın Cumhurbaşkanı’nın iteklemesi ve maalesef sadece onun kişisel gayretiyle bir süre ciddi boyutla devam etti. Fakat bir noktadan sonra malum “Bürokratik Oligarşi” yine devreye girerek, bu mücadeleyi savsatmaya ve nisyana (unutmaya) sevketti. Bu durum ölümcül bir hata ve adeta ihanet idi.
Bu yüzden 15 Temmuz ihanet gecesi yaşanmak zorunda kalındı.
17-25 Aralık sonrası başlayan ve sonra rehavete bırakılan mücadele 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası yeniden başlatıldı. Ciddi açığa almalar, ihraçlar, gözaltılar ve tutuklamalar oldu. Gelinen noktada mahkemelerde muhakemelerle süreç devam ediyor.
Ama ne yazık ki; aynı rehavet, aynı aymazlık, umursuzluk ve unutmaya mahkumiyetin yine baş gösterdiğini görmek çok ciddi kaygı veriyor.
En temel sorun; 40 yıldır sabırla ve şeytanca devletin kılcallarına kadar sinmiş FETÖ gibi belanın ve ihanet şebekesinin bertaraf edilmesinin dört ayda veya dört yılda yapılamayacağı gerçeğinin göz ardı edilmesidir.
Bu konuda karar ve yetki merciinde olan “büyük kafaları” gaflet içinde görüyorum. İşte benim ıstırabım ve yegane kaygım budur.
Gövdenin içinde sinsice büyüyen bu illete karşı mücadele etmeyi bilmiyor oluşumuz en büyük sorumuzdur.
Aslında mücadele henüz başlıyor, daha çok ama çok başındayız.
Hal böyleyken; aysbergin görünen yüzündeki ihraçları, göz altıları, tutuklamaları dikkate alarak işin bittiğini düşünmek; gafletin, aptallığın ve tehlikenin farkında olmama basiretsizliğinin ta kendisidir.
İkinci en temel soruna gelince;
Polis teşkilatı 15 Temmuzda olumlu bir sınav verdi. Darbe girişiminin bastırılmasında payı çok büyüktür. Cansiperane mücadele eden kahraman polislerimize minnettarız.
Daha sonra yapılan değişiklikle İçişleri Bakanlığına Süleyman Soylu’nun gelmesiyle ciddi anlamda olumlu atamalar yapılarak; devletine, milletine sadık kişiler görev aldı. Soylu’nun mücadeleci ve cesur eylem ve söylemleriyle, hem emniyet, hem millet yeni bir canlanışa kavuştu.
Teşkilatta son yapılan atamalarla görev alan ve göreve devamı uygun görülen vatanperver ve mücadeleci kadroları görmezden gelmek haksızlık olur. Bu kişileri eleştirimin dışında tuttuğumu, bilakis takdir ettiğimi söylemeyi de bir borç bilirim.
Ama yine de Emniyet Bürokrasisinde FETÖ’den boşalan yerlerin ikamesine dair kaygı verici gruplaşma ve klikleşmeleri gözden kaçırmamalıyız.
Gördüğüm tablo pek iç açıcı değildir. FETÖ mücadelesinin motoru konumunda olan bu teşkilatta tehlikenin farkındalığı gözden kaçırılıyor ve boşalan yerlerin doldurulması konusunda maalesef “kayıkçı kavgası” yapıldığını görüyorum.
Boşalan yerlere “senin adamın mı gelsin, benimki mi… Filan tarikattan birileri mi gelsin yoksa falan cemaatten mi… Yoksa filancanın devresi mi hakim olsun, veya falancanın yakınları mı”.
FETÖ gibi bir musibet yaşamışız, “beşeri tapınmacı, putperest, muti güruhun kamikazeleri” üzerimizden tank olup geçmiş, devletimizin varlığına kastedilmiş, emniyetin her biriminin bilfiil, adeta işgal edildiği bir süreci yaşamışız.
Ama heyhatttt…
Bakıyorum her şey unutulmuş ve sanki bu bela ve musibetler hiç yaşanmamış gibi, güvenliğin en önemli kurumunda “köşe kapma” mücadelesi başlamış.
Yahu bombalar patlıyor, canlar gidiyor, her gün yeni bir terör saldırısı yaşıyoruz.
“Gün, safların sıklaştırılması günüdür” demek yerine; atalet batağında, tembellik döşeğinde, koltuk derdine düşülerek çok acı ve acınası bir garabet yaşanıyor.
Maalesef Uhud Savaşında ganimet derdine düşmüş okçuları görür gibiyim.
Emniyet teşkilatının bir an evvel, hem de hemen, elan, şimdi silkinmesi ve toparlanarak tehlikenin farkına varması şarttır. Hemen şimdi, ciddi bir revizyonla, yeni baştan, silkelenmek ve özelliği sadece “milli ve yerli” olan personelleri aktif görevlendirmelere getirmek elzemdir.
Devletten başka otorite tanımayan, vatandan başka melali olmayan, hiç kimsenin adamı, sadece devletin ve milletin adamı denecek cesur, çalışkan, ehliyet ve liyakat sahiplerinin inisiyatif noktalarına getirilmesi gereklidir.
Yoksa Emniyet gibi kurumda yaşanan “yorgan kavgası” hepimize “yorgan gitti, kavga bitti” babında, kavga edilecek bir “güven ortamı” bile bırakmayacaktır.
FETÖ tehlikesini göz ardı eden her kim ise; ihanetle eşdeğer noktaya gelir. Herkes bu ciddiyetin farkına varmalıdır.
Kim ki; gaflet, dalalet içinde olur, kişisel istikbal ve emellerini öncelerse emin olunsun ki; bu ihanettir, hıyanettir.
Herkes aklını başına alsın, bu millet aptal değildir.
Ya görevinizi adam gibi, milli ve vatanperver düşünceyle yapın veya bırakın o koltukları hamiyeti, fedakarlığı ve cesareti yüksek olanlar gelsin.
Uhud Savaşı…
Peygamber Efendimiz mücâhidlerin konumunu, Uhud Dağını arkasına alacak şekilde belirlemişti. Bu strateji, Uhud dağının mücâhidlere arkadan gelecek bir saldırıda siper olması demekti.
Uhud Dağı’nın eteklerine gelince, düşmanın gelip dağın ön tarafına doğru konuşlandıklarını gören, Efendimiz de en uygun bir şekilde askerlerini yerleştirmiş, stratejik bir konumu olan Ayneyn (Okçular Tepesi) geçidine ise Abdullah b. Cübeyr komutasında elli okçu görevlendirmiş ve onlara şöyle talimat vermişti: “Ne şart ve durum olursa olsun asla burayı terk etmeyeceksiniz. Bizlerin cesetlerinin yaban kuşları (akbabalar) tarafından parçalandığını görseniz bile yerinizi bırakmayacaksınız.”
Bir müddet sonra savaş başlamış ve işin bidayetinde Müslümanlar, Mekke ordusunu darmadağın etmişlerdi. Mekkeliler neleri varsa hepsini o meydana bırakıp kaçmaya başlamış, Müslümanlar da onların arkasından geriye bıraktıkları ganimetleri toplama işine girişmişlerdi.
İşte tam o esnada, Ayneyn tepesinden (Okçular Tepesi) okçulardan bazıları: “Bu iş tamam, savaş bizim lehimize bitti!” diyerek, Hz. Peygamber’in talimatını unutarak meydana inip, ganimet toplamaya karar vermişlerdi. Abdullah b. Cübeyr, hemen bu askerleri uyarmış ama sözünü dinletememişti. Orada bulunan elli okçudan, kırk tanesi tepeden aşağıya inmiş, ganimetleri toplamaya başlamışlardı.
O ana kadar, tepeyi gözleyen ve orası korunduğu müddetçe İslam ordusuna arkadan saldırılamayacağını bilen Mekkelilerin süvari birliğinin komutanları Halid b. Velid ve İkrime b. Ebî Cehil, Dırâr b. Hattab tepeye doğru hücuma geçiyor, geriye kalan on okçu şehit ediliyor ve Müslümanlar arkadan kuşatılıyordu. Beklenmeyen bu saldırı üzerine Müslümanlar derin bir sarsıntı geçiriyor, o anlarda kaçmaya başlayan Mekkeliler toparlanıyor, onlar da geri dönerek saldırıya geçiyor, böylelikle İslam askerleri iki ateş arasında kalarak ciddi sıkıntılar çekiyorlardı.
Netice de içlerinde Hz. Hamza, Hz. Mus’ab, Abdullah b. Cahş, Sa’d b. Rebî ve nice Sahâbe büyüklerinden yetmiş kişi şehit oluyor, başta Efendimiz olmak üzere yaralanmayan kalmıyordu. Böylelikle Uhud Savaşı, okçuların yerlerini terk etmeleri sonucunda ağır bir bedel ödenerek nihayete eriyordu.
Kıssadan hepimize hisse…
Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah’a emanet olun sevgili okurlarım.