İnsanlar bugün sosyologların uyuşturucu sınıfına soktuğu profesyonel futbol şirketleriyle, 90-60-90 Türkçesi noksan sunucularla, magazin, birbirinin benzeri diziler, Acun’un yönetiminde birbirinden saçma yarışma programları seyredip birer tüketim mabedi olan AVM’lerde tam anlamı ile “zaman öldürmek”le meşgul!
Sizce günümüzde “mutluluğun” tanımı nedir?
Oysaki biz 40 yıl önce “mutluluğu” ufak detaylarda yakalardık.
Oysa bizim çocukluğumuzda emniyet kemeri, kask, hava yastıkları yoktu. Prizler, ilaç şişeleri ve araba kapıları çocuk korumalı değildi. Tereyağlı ekmekler korkusuzca iştahla yenirdi. Eğilip bahçe hortumundan ve aynı bardaktan hepimiz su içerdik. Hiçte hasta olmazdık. Cep telefonu ve bilgisayar olmadığı için annemiz nerede olduğumuzu bilemezdi. Hava kararınca eve dönerdik. Ama arkadaşlarımız, özgürlüğümüz ve daha önemlisi mesuliyetimiz vardı.
O günlerde teknoloji fakiri idik.
Araba sayısı azdı, daha fazla yürürdük ve şişman insan yok gibiydi.
Yollar dar ve çoğu zaman ise topraktı.
Ama mutluyduk.
O zamanlar postacının yolunu gözlerdik çünkü bizlere mektup getirirdi, o mektubu merakla, koklayarak açıp bir heyecanla okumak ayrı bir zevkti.
Mutfaklar muşamba kaplı idi. O mutfaklarda tülbentle yoğurtlar, portakal kabuğu ile reçeller, kocaman kavanozlarda sarımsaklı turşular hazırlanırdı.
Amerikan malı uzun damalı taksiler duraklarda sessizce kuyruk olurdu.
Maalesef otobüs ve uçaklarda bile püfür püfür sigara içilirdi.
Sadun Boro “Kısmet” adlı teknesi ile dünya turuna çıkmıştı, merakla onu takip ederdik.
Hikmet Feridun Es“Hayat Dergisi”nde gezi yazıları kaleme alırdı, heyecanla okurduk.
Evinize telefon bağlatmak için bir dilekçe verip yıllarca sıra beklerdik.
İstanbul’da kar yağıp uzun süre kalkmazdı. Gözleri kömür, burnu havuç, elinde süpürge, başında yün bere ile kocaman kardan adamlar yapılırdı.
Beyoğlu’nda insanlar tüllü şapkaları, takım elbiseleri ile çok şıktı; nazikti.
Havaalanı civarında park edilip saatlerce inen ve havalanan pervaneli uçaklar seyredilirdi. Daha sonra da Bakırköy kavşağındaki Ömür’de arabaların içinde ayran ile sosisli sandviç yenirdi.
Elinde bohça ile kalaycılar, yatak ve yastık içindeki yün ve pamuğu havalandıran “hallaçlar”, beyaz el arabası ve yine beyaz kıyafeti ile “dondurmacılar”, kalın sopa ile bağlı iki taraflı tepsi ile “yoğurtçular”, nar gibi kızarmış simitleri ile “simitçiler” ve “bozacılar” sokaklarda gezinirdi.
Sonra Türk filmleri vardı!
Ayşecik filmlerinde genç kızın zengin dedesi pala bıyıklı Hulusi Kentmen.
Şoför Nubar Terziyan,
Kötü adam pos bıyıklı Erol Taş,
Kombinezonlu kötü kadın Suzan Avcı,
Tonton aşçı Necdet Tosun,
Şapşal uşak Cevat Kurtuluş,
Kanto Kraliçesi Nurhan Damcıoğlu,
Küçük Hanımefendi “Belgin Doruk”,
Kalipso Kralı Metin Ersoy,
Turist Ömer Sadri Alışık,
Beyaz pardesüsü ile şaşkın Komiser Kolombo,
Bana benzetilen “Pembe Panter” Peter Sellers.
Radyoda ise Orhan Boran ile Yuki,“Arkası Yarın” ve “Uğurlugiller”
Halk müziğinin şahane sesi, yeniliklerin müjdecisi Zeki Müren,
Saçlara jöle, tırnaklara oje sürülmez, spor ayakkabıyla okula girilmezdi. Forma ile okula gidilir, eve gelene kadar formalar kesinlikle çıkarılmazdı. Gömlekler pantolonların – eteklerin, içine sokulur, okul renkleri dışında renk giymek yürek isterdi.
Erkeklere kravat, kızlar fiyonk takmadan, yaka ve tırnak kontrolü yapılmadan derse girilmezdi. Okulun herhangi bir yerinde sakız çiğnenmez, ders sırasında bir şey yenemez, su içmeye gitmek için bile izin istenirdi.
Sabahları bahçede sıra olunur, andımızı bağıra bağıra içten söyler, pazartesi sabah ile cuma öğleden sonra müdür konuşma yapar, özel günlerden biriyse saygı duruşu yapılır, İstiklal Marşı okunurken dik durulur, konuşulmaz, veliler ve yoldan geçenler dahil herkes saygı ile beklerdi.
Cep telefonu o zamanlar bilinmezdi, internet de yoktu ama yine de öğrenciler birbirleri ile rahatça haberleşirdi. Bir eksiğimiz yoktu. Evlerde ahizeli telefonlar çalınca bir heyecanla açmaya koşardık.
Okul kitapları üzerinde sevilen sanatçı resimleri olduğu klasörde taşınır. Üzerine ise etiketler yapıştırılır, etikete adı- soyadı- sınıfı- hangi dersin kitabı olduğu dikkatle yazılır, o derse ait defter ve kitaplar kolaylık olsun diye mavi, kırmızı veya farklı bir desen kağıdıyla kaplanır, ders sırasına yanında kitabı olmayan azar işitirdi.
Ev ödevleri mazeretsiz hazırlanmalıydı, dönem ödevleri için kitap ve ansiklopediler açılır, araştırılır, ödevler gayet dikkatle elle veya dolma kalemle yazılırdı. O zamanlar tükenmez kalem yoktu. Bilgiye rahatça ulaşmak için bilgisayarlarda sınırlı idi.
Sonra sokak oyunları vardı!
Çember çevirme,
Mendil kapmaca,
Bezirgânbaşı,
Topaç,
Misket,
Uzuneşek,
Saklambaç,
Yakan top,
Tavşan kaç,
Dokuz taş,
Sandalye kapmaca,
Artık ne bağ, ne bahçe, ne arsa kaldı!
Çarpık kentleşme sayesinde Bayrampaşa’da, Esenler’de, Avcılar’da, Gaziosmanpaşa’da, Bağcılar’da iki yanını araba park etmiş çirkin beton yığınları arasında mutsuz insanlar dolaşıyor.
Artık çocukların ayağı toprağa bile basmıyor!
Bugünün çocuklarına acıyorum.
Ben hiç olmazsa çocukluğumu tam anlamı ile yaşadım.