Bundan yaklaşık 3-4 ay kadar önce Ankara’dan değerli bir dostum arayıp, Doğu Türkistan hususunda yazdığımız yazılardan ve konuya dair paylaşımlarımızdan istifade ettiklerini, birçok konuda bilgi sahibi olduklarını, çoğu zaman hiç duymadıkları ve hayret ettikleri birçok bilgiyi de öğrendiklerinden bahisle Doğu Türkistan ile alakalı bir sosyal medya platformunda Atatürk ile alakalı çok yakışıksız ifadelerin de geçtiği bir paylaşımdan bahsederek çok üzüldüğünü, bu durumun gerçek olup-olmadığını merak ederek hem bilgi sahibi olmak hem de konu ile alakalı bir yazı kaleme almamızı istirham etmişti.
Sevgili dostumun anlattıklarına ben de ciddi manada üzülmüş, en kısa zamanda konu ile alakalı bir yazı kaleme alacağıma dair kendisine söz vermiştim. Lakin yoğunluk ve yıllık iznimin araya girmesi dolayısıyla da maalesef yazıyı yazamamıştım. Kısmet bu yazıya imiş.
Bir tarihçi olarak ülkemde, ülkemin ve milletimin değerlerine bilgisizlikten mi yoksa art niyetten mi kaynaklanır olduğuna kesin bir kanaat getiremediğim bir sürü hakaretler edilmesine, değerlerimizin değersizleştirilmek istenmesine, ihtiralar atılmasına hiçbir zaman makul ve mantıklı bir cevap bulamamışımdır. Muhtemelen ülkenin ve milletin birlik beraberliğini bozmak isteyen ve sıkça bahsedilen “üst akıl” bu konuda gerçekten başarılı olmuşa benziyor.
Yine bir tarihçi olarak, hata ve sevaplarıyla tarihi kişilikler üzerinden polemik yapılmasının veya birinin ak diğerinin kara olarak değerlendirilmesinin anlamsızlığına inanmış ve bu konuda tarihçiliğin temel prensibi olan kişi ve olayları zamanın şartlarına göre değerlendirmek koşulunu hep akılda tutmanın doğru olduğunu savunmuşumdur.
Hal böyle olunca “ne bulsam da Atatürk’e saldırsam” düşüncesinde olan birilerine herhangi bir hususu anlatmanın da deveye hendek atlatmak kadar zor olsa gerek. Zaten ifrat ve tefrit noktasında gündelik bir hayat yaşayan toplumu orta noktada buluşturması gereken toplum önündeki kişilerin de aynı üslup içerisinde olması meseleyi içinden çıkılmaz bir hale sürüklemiş, dahası sürüklemeye de devam etmektedir.
Toplumu kutuplaştıran, ifrat ve tefrit noktasında bir yaşantı içerisine sokan amiller ve onların ortadan kaldırılması adına yapılması gerekenlere dair onlarca makale yazılabilir, programlar yapılabilir, kitaplar yazılabilir. Lakin hem sözü uzatmamak hem de yazacağımız konu ile alakasının fazlaca olmaması dolayısıyla sözümüzü “tarih bir bütündür, iyisi ve doğrusuyla tarihi şahsiyetlerimizin hepsi de bizimdir” tarihi şahsiyetleri yarıştırmak ve tarihi kişilikler üzerinden toplumu kutuplaştırmak bugüne kadar topluma bir şey kazandırmamıştır ve muhtemelen de bundan sonra da kazandırmayacaktır. Onun için dostlarımızı tarihi kişilikleri ilahlaştırmadan sevmeye veya düşman olarak görüp sövmekten uzak durmaya davet ederek asıl konumuza geçelim.
Konumuz, dostumun da ifadesiyle “Atatürk’ün Doğu Türkistan ile ilgili bir faaliyeti veya ajandasında bir hatt-ı harekâtı var mıydı, varsa ne idi, yoksa da acaba neden yoktu?”
Atatürk’ün yaptıkları kadar yapmak istedikleri ama ömrünün buna yetmediğine inananlardanım. Yaptıklarını, lehte ve aleyhte yazılanlar da dahil olmak üzere, en ince teferruatına kadar okuyan bir akademisyen olarak, Atatürk’ün Doğu Türkistan hususunda hiçbir şey yapmadığını söylemenin ona ve dolayısıyla Yüce Türk devletine haksızlık olduğunu peşinen söylemeliyim. Cumhuriyet’in kuruluşunun 10. yıl nutkunda aşağıdaki sözleri söyleyen birisinin, bırakın Doğu Türkistan’ı, dünya üzerindeki herhangi bir Türk veya Türk bölgesiyle ilgilenmemesi düşünülebilir mi?
“Bugün Sovyetler Birliği, dostumuzdur; komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bu günden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir… Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak, yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lâzımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevî köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür… Tarih bir köprüdür… Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların (Dış Türklerin) bize yaklaşmasını beklememeliyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir…”
İfadeler tevile muhtaç duymayacak kadar açıktır. Yakutistan’dan lügat getirtip okuyan, okuduğu nüshalar üzerinde notlar alan, çalışmaktan onur duyduğum İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün kurulması emrini bizzat M. Fuat Köprülü’ye veren ve Köprülü merhumun “efendim böyle bir enstitünün iyi bir kütüphaneye ihtiyacı olur, öyle bir kütüphaneyi nasıl kurarız dediğinde Paşa’nın ‘Süleymaniye camii deposunda Katanov’un, zamanında ciddi paralar verilerek alınmış özel koleksiyonu ve kitaplarını enstitüye bağışlayın” diyen bir mümtaz şahsiyetin Doğu Türkistan’a ilgisiz kalması düşünülebilir mi?
Bence düşünülemez.